
Perec, bu denemesinde insanların mekanla kurduğu ilişkinin hayata bakış açısıyla bağlantılı olduğunu söyler.
“Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…
Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur.”
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
İlk kez, La Disparition /KAYBOLUŞ romanı ile tanımıştım GEORGES PEREC’i. Uzun uzun cümlelerle anlattığı çok ince detayda tasvirleri, harflerle sözcüklerle oynayan yazım dili, hüznü coşkulu bir mizahla sarıp sarmalayan ağdasız anlatım tarzı ile ilgimi çekmişti… Romanını, Fransızca’da en çok kullanılan ‘e’ harfini hiç kullanmadan tamamlaması bir ilgi çekme yöntemi değil; İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi kökenli anne ve babasını kaybedişine tanık olmuş bir çocuğun, hayatına damgasını vuran bu boşluğu en başyapıtında bir harfi ortadan kaldırarak, daha çok bir eylemsizlik eylemi ve sessiz isyanı olarak yer etmişti belleğimde.
Bu düşüncelerle, aslında çok önceleri yazılmış olmakla birlikte, Türkçeye yeni çevirisi yapılan MEKAN FEŞMEKAN kitabını raflarda görünce, kitabın ismi ve kapak tasarımı ile bir anda REDD grubunun,
‘Yormadan yorulmadan/ kimseye dokunmadan/ duymadan konuşmadan/ kendi dünyamda yaşarım ben/ dilim acıtır konuşursam / şehrim uymaz boşluğuna/ elim gitmez sevmezsem/ kelepçe takmam boşu boşuna/ manzaraya daldım ses çıkarma/ gerçek can sıkar beni uyandırma/ Ben böyle güzelim falan filan/ Ben burada güzelim falan filan’
sözleri PEREC’le özleşiverdi birden zihnimde. Tam da kısa süreli de olsa mekan değişikliğime denk gelen dönemde keyifle okuyacağımı düşünerek hemen edindim kitabı.
Nitekim yanılmamışım… ‘Falan feşmekan‘ havasındaki yazım dili insana sohbet ediyormuş hissi yaratıyor adeta. Okuyucuyu güldürürken düşündüren, gözünü gönlünü yaşadığı alanlara düşüren, bilmecelere oyunlara daldıran bir kitap olmuş MEKAN FEŞMEKAN.
Oulipo yazımsal akımının kurucusu Le Lionnais’nin “ İçinden kaçmaya niyetli oldukları labirenti kuran fareler” diye tanımladığı yazım dilini tercih eden Perec’ in bu kitabı da, iç içe geçen edebiyat-matematik-mantık üçlemesi ile devrilmiş harfler, karışık tümceler, bulmacamsı tasvirleri ile okuyucuyu uyanık ve aktif tutarak farkında olmadan oyunun içine sokuyor usulca. Bu akımın ana dil dışında çevirisinin çok zorlayıcı olduğu belirtilse de, Ayberk Erkay’ın muazzam çevirisi ile anlam kaybı yaşamadan metinlerin içine giriverdiğiniz gibi, Cem İleri’nin sonsözü ile de Perec’e ulaşabilmenin, onunla tanışmanın tadını hissediyor insan.
Kitap, daha başlangıçta Lewis Carroll’un Köpan Avı’ndan alıntıladığı Okyanus haritası ile SAYFAdaki okyanusun mekanını gösterirken, okuyucuya oyun başlıyor mesajı verir sanki.

(Lewis Carroll, Köpan Avı’ndan alıntı)
Ayrıca Perec’in “Mesele mekanı icat etmek değil, mekanı yeniden icat etmek hiç değil, mesele mekanı sorgulamak, daha yalın bir ifadeyle, mekanı okumak; çünkü alışılagelmişlik adını verdiğimiz şey belirginlik değil, bulanıklıktır: Bir körlük biçimi, bir uyuşma hali” diye açıklayarak, yaşamlarımızın mekanını ne devamlı, ne sonsuz, ne türdeş, ne de eş yönlü olduğunu belirtirken, bu denemesini de ‘bir mekan kullanıcısının günlüğü’ diye özetler.
Körlük demişken ve yeri gelmişken Elias Canetti’nin Körleşme kitabında ‘Evrende egemen kuram’ diye bahsettiği ; “ Körlük, zamanı ve mekanı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını, duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuza dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yan yana bulunabilmelerine olanak tanır.” çıkarımı sanki Perec’in bu düşüncelerini açıklama huzursuzluğunun nedeni gibi adeta. Çünkü bakmak tanıklık, görmek derinliği ifade eder ve o sadece bakmıyor, tüm duyularını görmeye zorluyor yaşamı ve yaşam alanlarını.
Örneğin; 18-19-20 Ekim 1974 tarihinde 3 gün boyunca gözlemlediği Paris sokaklarını;
“Saint-Sulpice meydanında birçok şey vardır, örneğin; bir belediye binası; bir vergi dairesi; bir karakol; birinde sigara satılan üç kafe; yapımında Le Vau; Gittard Oppenord, Servandoni ve Chalgin’in çalıştığı 624 ile 644 yılları arasında Bourges piskoposu olan, aziz günü 17 Ocak’ta kutlanan, Clotaire ll. Dönemi rahibinin adını taşıyan bir kilise; bir kitapçı; bir cenaze levazımatcısı; bir turizm acentesi; bir otobüs durağı; bir terzi; bir otel; dört büyük Hıristiyan vaizinin(Bossoet, Fenelon, Glechier ve Massilon) heykellerinin süslediği bir çeşme; bir gazete bayii; dini kitap ve eşyaların satıldığı bir dükkan; bir park yeri; bir güzellik enstitüsü ve başka bir çok şey” diye betimlerken, bunların çoğunun daha önceden anlatıldığı, resimlendiği, kaydedildiğini kendisinin yapmak istediği şeyin ise, çalışmalarda yer almayan, arkada kalanları görüntülemek, dikkati çekmeyen, kendini fark ettirmeyen, önemsiz nitelenenleri betimlemek, zaman, insan, arabalar ve bulutlar dışında hiçbir şeyin hareket etmediği anlarda yaşananları anlatmak gibi zorlu bir işin denemesi olan bu kitap “Sıradan hayatın bile aslında nasıl farklı okunabileceğini” gösterir bize.
Artık metine gelirsek, yazar mekanı kendi algısıyla bölümlere ayırıp tek tek irdeler.
Michaux’nun “kendimi kat etmek için yazıyorum” alıntısıyla söze başlayan Perec, kendini kat etmek için bu kez mekanı tüketmekten yola çıkıp, mekanı baştan sona ‘okuyacağını’ söyleyerek, sıralamaya yazının mekanı SAYFA ile başlar ve sayfa üzerinde başlayan mekan okumaları/sorgulamaları UZAYa kadar devam eder.
Sayfadan YATAĞA geçen yazar burada Proust’un Kayıp Zamanın İzinden giderek “ Uzun zaman yazıda yattım” diyen yazarın tavanlara bakarak yazmanın nasıl bir şey olabileceğini deneyimler.
Daha sonraki bölümlerde yataktan ODAYA, odadan DAİREYE, daireden APARTMANA, apartmandan SOKAĞA, sokaktan MAHALLEYE, mahalleden ŞEHİRE, şehirden SAYFİYEYE, sayfiyeden ÜLKEYE, ülkeden DÜNYAYA, dünyadan UZAYA kadar sıçrar ve okuru da sıçratırken, adeta Google Earth ile dünyayı dolaştırır gibi hissettirir. Ya da Paul Eluard’in “Paris’te bir sokak var/ Bu sokakta bir ev var/ Bu evde bir merdiven var/ Bu merdivende bir oda var/ Bu odada bir masa var/ Bu masada bir halı var/ Bu halıda bir kafes var/ Bu kafeste bir yuva var/ Bu yuvada bir yumurta var/ Bu yumurtada bir kuş var/ “ diye devam eden şiirinde olduğu gibi yumurtanın devrilmesiyle Paris’ e kadar ulaşan devrilmeyi/devinimi mekanlaştıran bir bakış açısı yaratıyor insanda.
Bütün bunların yanı sıra yararsızlık, sıradanlık, ikamet edilebilir, yaşanabilir olan, pencereler, duvarlar, ölçüler, sınırlar; yani yerlerin bellekle kurduğu garip etkileşim üzerine düşünceler, düşler hepsi bu günlüğün içine girmiş vaziyette.
Çevresinde bulunan eşyalar, üstüne gittiği oda, apartmanlar, merdivenler, sokakta yürüyen insanlar, kuytudan izlediği meydanlar hepsi Perec’in kendine verdiği bir yazılama ödevi aynı zamanda. Çünkü Perec ortalıkta duran sıradan şeylere bile farklı okumalar yapan ve bunu bazen bir kurguya, bazen denemelere götürüp, bazen de öylesine bir alıştırma olarak kalan yazılamalar yapan birisi. Nitekim MEKAN FEŞMEKANda belirtilen düşünceleri, düşleri, daha sonra yazacağı bir çok kitabın önsözüdür aslında.
“Bir çocukluk hatıram yok” diyen Perec, hatırasızlığını veya anı eksikliğinin hüznünü açık açık dile getirmekten öte, mizah ile olağan akışın önüne, düşlerinden ve düşüncelerinden yeni düzen koyarak yaşama direndiğini hissettiriyor insana. Daha çok içinde boğulduğu yaşamı etrafındaki boşluğu anlamaya çalışarak gidermeye çalışırken, bunu da “ Tek bir mekan yoktur, bizleri içine alan güzelce sarıp sarmalayan tek bir mekan yoktur, her yer mekan kırıntılarıyla doludur” diye anlatır bize.
Örneğin, ODAyı anlatırken salt duvarı ve pencereleri görmez. Onun için “duvar artık, yaşadığımız yerin sınırlarını çizen ve onu belirleyen bir şey değildir, başkalarının yaşadığı yerlerden onu ayıran şey değildir, yalnızca tablo için bir dayanaktır.” diyerek eşyalarla veya mekanla ilgili kurduğumuz mesafeleri de çözümler.
Perec, bu denemesinde insanların mekanla kurduğu ilişkinin hayata bakış açısıyla bağlantılı olduğunu söyler. Kök salma merakı olanların mekanı eşyayla donatırken, üstündeki kıyafetten başka bir şey sahip olmayı düşünmeyenlerin her yeri mekan olarak belleyebileceği ancak uzun süre tutunamayacaklarını belirtir. Konuyla ilgili kendi bakış açısına ise, belki de çocukluk travmalarına selam çakan sistem eleştirisi gibi de okuyabileceğimiz şu cümleleri ile tanık oluruz. “Özgürce ve bedelsizce yer değiştirmeyi çok uzun zaman önce alışkanlık edinmemiz gerekirdi ama yapmadık. Olduğumuz yerde kaldık, şeyler olduğu gibi kaldı. Neden orada duruyorlar da başka yerde durmuyorlar, bu neden böyle de başka türlü değil diye sormadık. Sonra çok geç oldu, alışkanlıklar yer etti.” diyerek bu alışkanlıkların duvarları, sınırları ve bugünkü haliyle sınır duvarlarını oluşturduğunu kast ederek birini diğerlerinden ayıran bu sınırların milyonlarca kişilerin ölümüne yol açtığını da şu sözleri ile ifade eder. “Ufacık mekan parçaları, birkaç metre, bir sokak köşesi ve aralarında yüz metre bulunmayan iki nokta için savaştık.”
En büyük zenginliği, özgürlüğü ve ütopyaları olan Perec, yaşamımızı günlük alışkanlıklar yerine isteklerimize göre şekillendirmeyi neden düşünmeyiz diye irdelerken, devam eder sorularına “ Neden dağılıma daha fazla kıymet vermiyoruz? Tek mekanda yaşamak ve bütün bir hayatı o mekana sığdırmaya çabalamak yerine, neden Paris’e serpiştirilmiş beş altı oda edinmiyoruz? Ne olurdu güzel Denfert’de uyusam, Voltaire meydanında yazsam, Clichy meydanında müzik dinlesem, Poterne Des Peupliers’de sevişsem, Tombe-Issoire sokağında karnımı doyursam, Monceau Parkı civarında kitap okusam vs.” diye düşünür ve hayallerine bizi de ortak ederken “Ne yani, bütün mobilyacıları Faubourg Saint- Antoine, bütün billuriyecileri Paradis sokağına, bütün terzileri Sentier sokağına, bütün Yahudileri Rosiers sokağına, bütün öğrencileri Latin mahallesine, bütün yayıncıları Saint-Sulpice’e, bütün doktorları Harley Street’e, bütün zencileri Harlem’e tıkıştırmak daha mı akıllıca?” soruları ile de sisteme ince bir alay/eleştiri getirir.
Bir okur olarak önsözlere alışığız da, sonsözlerin biraz yabancısıyız aslında. İşte Cem İleri’nin sonsözü bir Perec okuması olduğu gibi tüm yapıtlarının da tatlarını bir bir sunar bize. “Bu düpedüz Perec’in icat ettiği bir tür okuma biçimidir. Yattığı yerden, tavandaki çatlaklarla gölgelerin karmaşık oyununa katılırcasına, Proust’un her cümlesi için yepyeni fikirler, metinler geliştirmektedir sanki.” diye anlatır Perec’i ve eserlerini.
Hem sonsöz hem de özgün metni ile MEKAN FEŞMEKAN, edebiyatın yazım ve okuma sınırlarının olmadığını gösterirken bizlere, Cem İleri son söz olarak kitabın Perec külliyatındaki yerini de şöyle özetler.
“Perec’in yazı hayatını ikiye böler, tam orta noktada yer alır Mekan Feşmekan, hem kendisinden önceki metinlerin bir tür açılımı, hem kendisinden sonrakilerin habercisidir.”
Kitabın başında “Bir sayfanın üzerinde sözcüklerin izini sürüyorum” diyen Perec, kitabın sonunda “Yazmak; özenle bir şey saklamaya, bir şeyleri idame ettirmeye çalışmak: Giderek oyulan boşluktan birkaç kıymık koparıp almak, bir yerlere bir çizik, bir iz, bir im ya da birkaç işaret bırakmak” diyerek mekanın ‘parmakların arasından kayıp giden kum gibi’ nasıl eritilip, tüketildiğini izlettirir bizlere.
Son olarak, Jules Verne’in Seksen Günde Devrialem kitabında bahsettiği:
“Şehri gezip görmek aklının ucundan bile geçmiyordu, zira geçtikleri ülkeleri hizmetçilerine gezdiren İngilizlerin soyundan geliyordu.”
tümcelerine aldırmayan ya da iyi ki aynı soydan gelmeyen Perec gibiler var dedirten, keyifli okumalarınız olsun derim…
![]()
|
- ZAMANIN BİR UCUNU DİĞER UCUNA TEYELLEMEK - 6 Mayıs 2022
- Zamana açılabilen kültür olgusu: Mitler… - 5 Mart 2019
- Çocuklarını Yiyen Satürn - 1 Ekim 2018