
Dili, üslubu, roman kişileri ve anlattığı hikayelerle farklılaşan Hüseyin Kıran, “Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor”un ilk paragrafında farklı bir dil evreninin kapıları açılıyor.
İlk romanından bu yana yakından izlediğim, her yazdığı ile beni heyecanlandıran bir yazardır Hüseyin Kıran. Ne yazık ki çok fazla yazmıyor. Aslında yeterince yazıyor ama roman sektöründeki üretim hızına öylesine alıştık ki Kıran’ın yazma sıklığı “normal” dışı gibi görünüyor. Buna da şaşmalı, Hüseyin Kıran dili, üslubu, roman kişileri ve anlattığı hikayelerle zaten edebiyatımızın normları dışında kalan/duran bir yazar.
Üç yıllık bir aranın ardından yayımlanan “Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor” romanı ile yeniden okuyucuyla buluşan Kıran, 1965’te Amasya’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini burada tamamladı. Üniversiteyi politik nedenlerle bırakmak zorunda kaldı. Yine aynı nedenlerle 10 yıl cezaevinde kaldı. 2004 yılında “Madde Kara” adlı şiir kitabı ile başladığı edebiyat yaşamını “Resul” (2006), “Gecedegiden” (2011), “Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılır” (2013) romanları ve “Küstah”(2014) adlı şiir kitabı ile sürdürdü.
Barbarları Ararken
Dili, üslubu, roman kişileri ve anlattığı hikayelerle farklılaştığını biraz önce vurgulamıştım. “Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor”un ilk paragrafında farklı bir dil evreninin kapıları açılıyor;
“Görevimi yerine getirirken, ki titizlenirdim, aksileşmeden, dakik ve sessiz, iki görevliyle ilişkide bulunmam lazım geliyor. Çağrılan ismi kulağıma doğru eğilerek, tam fısıldamak değil de, fakat açık seçik de değil, sadece benim duyabileceğim biçimde söyleyen Kapı Zabiti’nin bu gizliliğinin nedenini anlamış değilim. Bence bu gizli bilgi değil çünkü isim çağrıldıktan sonra herkesin gözü önünde götürülüyor yargılama yerine. Dolayısıyla, sadece ben ona ulaşana dek gizli kalıyor, geçici gizli bilgiden söz edilebilir ancak, ki madem geçici, neden gizli, hiç bilmiyorum.”
Alıntıladığım iç monolog Yakup isimli roman kahramanının düşüncelerini yansıtıyor. Belirsiz bir zamanda ve mekanda, belli ki muktedirlerin yönettiği bir ülkede ceza memuru olarak görev yapıyor. Ancak bu kez durum farklı, efendilerin huzuruna bu kez kendisini götürmesi gerekiyor Yakup’un.
Efendiler’in huzuruna korkarak çıkan Yakup beklemediği bir göreve atanmıştır. Elçi olarak yetkilendirilerek bilmediği yollara, bilmediği dünyalara düşmesini anlatıyor… fermanı götüreceği yeri bile bilmeyen Elçi Yakup’un…
Bir elçiye yakışır şekilde giydirilen, altına bir at, yanına bir miktar para ve erzak verilen Yakup, Efendiler Meclisi’nin yüce yetkileriyle donanmışlığın gururuyla mektubu ileteceği ülkeye doğru yola koyulur. Ne var ki meclis karşısında heyecandan soramadığı sorular kurcalamaktadır zihnini. Mektubun muhatabının dağlarda yaşayan halklardan hangisine iletileceği meçhuldür mesela. Bütün hayatını ovada geçirdiğinden şimdiye dek dağ görmediği içini dağ halklarının nerede yaşadığını da bilmemektedir. Bir başka sorun dillerini bilmediği halklarla iletişimi nasıl kuracağıdır. Ama bütün bunlar korkutmaz Yakup’u, görevini yerine getireceğine inancı sağlamdır, ta ki atı bir engele takılıp binicisi ile birlikte yere düşene kadar. Atını, elçilik makamına yakışır giysilerini yitiren Yakup karşısına çıkan çadırlara sığınır. Bu andan sonra bir yandan görevini yerine getirmek diğer yandan “çadır halkı”nın efendisi olmak gibi ikili bir mücadeleye girişecektir…
Yakup’un ova ülkesinde bellediği hayat tarzıyla, kendisine öğretilen üstünlük inancıyla “çadır halkı” üzerinde kurmak istediği iktidar Kıran’ın ironik anlatımıyla trajikomik bir tutkuya dönüşmüş. Hiç kuşkusuz alegorik bir anlatı. Romanın belirsiz zaman ve mekanını ete kemiğe büründüren günümüzle olan benzerlikleri görmek zor değil. Ancak alegori sadece bir ülkeyi, egemenleri ve halkları kapsamıyor. Hüseyin Kıran, önceki romanlarında yaptığı gibi, roman kişisi üzerinden insan denilen varlığı tartışmaya açıyor.
Yukarıdaki özet hikaye hakkında biraz olsun malumat vermekle birlikte romanın ruhunu hiç yansıtmadığını söylemeliyim. Başka bir açıdan yaklaşmayı deneyerek; Kafka’nın “Şato”su ile Conrad’ın “Karanlığın Yüreği”nin tuhaf bir bileşimi hissiyatı veren bir roman diyebilirim “Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor” için. Hüseyin Kıran romanlarının en büyük zorluğu tam da burada çıkıyor ortaya. Dilin bir roman kahramanı kadar önemli rol oynadığı, zihinde gelişen serüvenlerin anlatıldığı, kelimelerin kavramların alt üst olduğu Kıran romanlarını özetlemek beyhude bir çabaya dönüşüyor.
Dilin imkanları ve sınırları
Daha önce okumayanlar için kısaca özetlemekte yarar var; “Resul”de siyaset çarkından geçmiş, ağır bedeller ödemiş ama hayatla kavgası bitmemiş bir adamın dünyasını şizofrenik algılar eşliğinde –karanlık, parçalanmış, dağılmış bir dille- didiklemişti Kıran. Kendisini çevreleyen her şeyle; toplumla, insanlarla, kelimelerle, eşyalarla ilişki kurmakta güçlük çeken kahramanı varlığını korumak için kendi benliğine çekilmiş “bir insan olarak hayvan”a dönüşmüştü. “Gecedegiden”in kahramanı insanla hayvan arasında sıkışmış bir adamdı. “Sadelik ve keşmekeşle dolu, vahşi, edepsiz, dipsiz, akrobat tabiatlı bir cins. Kendi başına bir melek. Kendini tutamayan bir çekiç”ti o. “Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır”da, bir akıl hastanesinde uyanan, “Kendisinden ibaret bir vaha” yaratması gerektiğine inanan Ruhi Bey’in felsefi, dini ve siyasi dogmalarla yoğrulmuş, toplumla çatışmalı bilincini yansıtmıştı.
Yakup bütün bu karakterlerden bir şeyler barındırıyor. Onun algılamakta ve anlamlandırmakta zorluk çektiği bir dünya hakkında yaptığı yorumların kırık döküklüğüne karşılık giderek yükselen özgüveni arasındaki zıtlık, sıradan bir adamın kendi nezdinde “büyük adam”a dönüşümü, hatta bir halk yaratmak arzusu komik, komik olduğu kadar trajik bir süreç. Alegorik bir karakter olarak Yakup’un gerçek dünyada kime karşılık geldiği üzerine spekülasyon yapmak zor değil ancak Kıran romanı ve kahramanını basit bir politik alegori olarak kurgulamamış. Daha ötesine geçmenin, hayat ve insana ilişkin daha genel bir hakikati yakalamanın peşinde. Kendi ifadesiyle söyleyelim; “ilkel olanı, kültürden soyundurulduğu haliyle insanı anlamaya” çalışıyor. Yakup da Gecedegiden gibi kendine kapanana, saf bir varlığa dönüşmeye çalışan, kendisiyle eşit, kendinden başka hiçbir şeyi olmayan bir adam. Böyle bir adamın, dış dünya ile ilişkisi giderek kopan kendi hakikatini kendisinde bulan bir adamın zihinsel bir parçalanma yaşaması kaçınılmaz. Yakup’un da yaşadığı söz konusu parçalanma romanda dilsel bir parçalanmaya dönüşüyor.
İşte bu noktada dilin alanına geçebiliriz. Yakup’un bilincindeki alt üst oluşun dilsel ifadesinin yer aldığı bölümlerin Türk romanındaki en parlak bilinç akışı anlatılarından birisi olduğundan hiç kuşkum yok. Roman dilinden şiir diline kayan, gücünü imgelerden alan bir anlatımla dilin geleneksel kalıplarının dışına çıkan Kıran, “Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor”da dilini, üslubunu, biçimle içerik arasındaki uyumu biraz daha geliştirmiş. “Şiirsel olduğu kadar travmatik, akıcı olduğu kadar kekeme diliyle kötülüğün, karanın, tiksindirici olanın, dışarıda bırakılmışların, yeraltına itilenlerin izini sürüyor”…
Bir söyleşide Gecedegiden için “severek ilişki kurulamayacak denli yabanıl” demiştim. Yanlış anlamalara yol açan bu ifadeyi kısaca düzeltmek istiyorum. Romanların kendisini değil Kıran’ın anlattığı dünyayı ve insanları kast ediyorum yabanıl derken; sıradan hayatlara, bu hayatları anlatan sıradan romanlara, bu romanları okumaya alışık sıradan okuyucuya olan bir uzaklığı, yabancılığı… Eleştiri yazısında kullandığım -ki “Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor” romanı için de geçerli- ifadelerle; “Gecedegiden”in bu denli tedirgin edici olmasının nedeni Hüseyin Kıran’ın dili ve üslubunda aranmalıdır (…) Anlatım olanaklarını zorluyor. Ne var ki dili okuyucuyu irkiltmek, tiksindirmek, etkilemek için araçsallaştırmıyor. Teşhir etmek istediklerini öne çıkaran doyurucu, yoğun ama akıcı bir dil (…) Kimi zaman yaralı bilinçlerin zihnine eşlik edecek şekilde tekliyor, noktalamaları atlıyor, cümleleri yarım bırakıyor, kimi zaman susuyor, kimi zaman zembereğinden boşalıyor gibi dökülüyor kelimeler. Anlattığı karanlık dünyanın çok renkli bir imgesini sunuyor okuyucusuna.”
Hüseyin Kıran başka biçimde düşünüp başka biçimlerde yazarak yerleşik algıyı kırmayı hedefleyen bir yazar. Sevilecek, içine girildiğinde ferahlık hissedilecek yalancı dünyalar sunmuyor okuyucuya. Tersine kendi rahatsızlığını dillendirerek başkalarında da farkındalık yaratmaya çalışıyor. Yeryüzünün her şeyine, insan olma biçimine, her şeyine müdahale eden, onu eleştiren yazarlık anlayışıyla söylemek istediği; “yeryüzünün yüzüne karşı, bir şarjör mermi boşaltmıyorsa bir yazar, hiçbir iş yapmıyor demektir”. Kısacası hem yeryüzüne hem de varolan edebiyata, o edebiyatın diline, insan tiplerine edebiyat yoluyla yöneltilen radikal bir eleştiriyi barındırıyor Hüseyin Kıran’ın romanları.
- Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor
- Yazar: Hüseyin Kıran
- Türü: Roman
- Baskı Yılı: Kasım 2016
- Sayfa Sayısı: 96 Sayfa
- Yayınevi: Sel Yayıncılık
- Mary Shelley’in Yaratığı - 4 Şubat 2018
- Jules Verne’in Fantastik Dünyası - 28 Kasım 2017
- Dorian Gray’in Portresi; Yazarını Yok Eden Roman - 19 Ekim 2017