Gölge, Körlük, Kötülük

Edebiyat eserleri  ise kötülüğün kaynağı konusunda oldukça farklı cevaplar vermiştir. Bu cevapların hepsinin dökümünü yapmak bu yazının sınırlarını aşıyor. Bununla beraber, kötülüğü bazı nirengi noktalarını ele alan eserleri inceleyerek yol alabilmemiz mümkün.

Kötülüğün kaynağı nedir sorusu binlerce yıldır insanlığın kafasını kurcalıyor. Teologlar kötülüklerin kaynağını Havva’nın elmayı ısırmasına bağlayarak tez elden cevaplamak istediler bu soruyu. Ama daha sonrasında bunun yeterli bir açıklama olmadığını düşünmüş olmalılar ki, Kabil’in kardeşini katletmesini öne sürdüler. Böylelikle insanın kötülüğü açıklanabilirdi. Dinsel inancın günahkâr doğma retoriği, daha tartışmaya başlamadan, “zaten kötüyüz birader, neyini konuşalım bu konunun” deme rahatlığını verdi insanoğluna. İleriki bölümlerde göreceğimiz gibi, dinsel kadercilik, kötülüğün kaynağını gizlemenin bir yolu sadece.

Kültürel antropologlar ise kötülüğün kaynağını başka bir ilk günaha bağlama eğilimindeydiler: Neolitik devrim. Neolitik devrim insanlığın gelişmesinde büyük bir adım olarak tanımlanır: İnsanoğlu, tarım yapmayı ve hayvan evcilleştirmeyi öğrenmiş ve bu şekilde avcı toplayıcılıktan kurtulmuştu. Bunun bazı yan etkileri olması kaçınılmazdı: İnsan, doğada, ürettiği şeyi biriktirebilen, artı ürün üstünde hak iddia edebilen tek canlıydı artık. Artı ürünün yan etkisi ise özel mülkiyet olacaktı. Sahip olma ve sahip olduğu şeyi koruma alışkanlığı artık insanlığın bir gerçeği olarak algılanacaktı. Sonrası malum; savaşlar, açlıklar, cinayetler, tecavüzler, düşmanlıklar vs. Tüm bunlara rağmen, sahip olmanın ve hep daha fazlasını istemenin bir insanlık güdüsü olduğunu, bunun tersini iddia etmenin insan doğasına aykırı bir eylem olacağını vaaz etmek ise kapitalizm savunucularının göreviydi.

Burjuva düşünürlerin, kötülüğün sorumlusunun kendi yarattıkları canavarda gizlendiğini savunmaları ilginçtir. Kötülük ne teologların iddia ettiği gibi insanın günahkâr doğmasının ne de insanın sahip olma arzusunun ürünüdür. Kötülük basbayağı bireysel bir şeydir. Kişisel hırslar, istekler insanı entrikalara, savaşa ve kötülüğe yönlendirecektir. Böyle bir bakış açısı ister istemez Roma’yı Neron’a yaktıracak, savaşları krallara çıkarttıracak, milyonlarca insanın ölümünü tek bir tiranın ya da diktatörün kişisel bir hezeyanının ürünü olduğu fikrini aşılayacaktır.

Edebiyat eserleri  ise kötülüğün kaynağı konusunda oldukça farklı cevaplar vermiştir. Bu cevapların hepsinin dökümünü yapmak bu yazının sınırlarını aşıyor. Bununla beraber, kötülüğü bazı nirengi noktalarını ele alan eserleri inceleyerek yol alabilmemiz mümkün.

Güzelliğin İçindeki Tuhaflık

Edebiyat ve kötülük ilişkisi denince ilk ele alınacak yazarlardan biri Edgar Allan Poe’dur. Poe, iyinin, güzelin gölgesini görme gücü sayesinde insanlığın durumunu yansıtmayı başarmıştır. Neredeyse bütün öykülerinde –ister Dupin’in analitik çözümlemelerini, ister Arthur Gordon Pym’in inanılmaz öyküsünü, ister Kara Kedi’nin dehşetengizliğini, istersek de Randevu’nun romantikliğini ele alalım- ortaya bir kötücüllük yayılır. İnsanın içinde olanlar, gündüz düşlerinde tasarladıkları Poe’nun ana konusudur. Ligeia öyküsünde Bacon’dan yaptığı alıntı onun güzelliğin hangi boyutuyla ilgilendiğinin kanıtı gibidir: “Bacon, güzelliğin biçim ve cinslerinden söz ederken, pek yerinde olarak, ‘Orantılarında bir tuhaflık bulunmayan mükemmel güzellik yoktur’ der”. Poe’yu ilgilendiren güzelliğin içindeki tuhaflıktır. Tuhaflığın, anlamsızlığın, dehşetengizin, tekinsizliğin kaynaklarına inmenin derdindedir. İnsanın gölgesinin nerelere kadar uzayacağını matematiksel bir kesinlikle hesaplamaya çalışır sanki. Poe’nun bu çabası aynı zamanda, sanayi devrimiyle birlikte doğmakta olan yeni düzenin bağrındaki kötülüğü de gözler önüne sermektedir.

Ursula K. Le Guin, Çocuk ve Gölge adlı denemesinde, sanki Poe’nun yapmaya çalıştığı şeyi açıklamak istercesine,  insanlardaki iyilik ve kötülük hanelerini görmenin üzerinde durmuştur. Le Guin’e göre yaratıcı yazarlar karanlık yönlerini simgeleyen gölgelerini yanlarında taşımalıdır. Aslına bakılırsa her yazarın Çevik Atmaca’nın yolundan gitmesi gerektiğini düşündüğünü söyleyebiliriz. Yerdeniz Büyücüsü’nde, tüm Yerdeniz boyunca karanlıktan kaçan Ged, en sonunda aslında kendi gölgesinden kaçtığını farkedip, onunla birleşiyor ve kötülüğü yeniyordu. Böylece hem tamamlanıyor, hem de bilgeleşiyordu.

Le Guin’in, Ged’in yolculuğunu Jung’un gölgeler kuramına yaslanarak tasarladığını biliyoruz. Çocuk ve Gölge makalesinde Le Guin, Jung’tan “Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur” ve “ eğer birey kendi gölgesiyle yüzleşmeyi öğrenirse, dünya için gerçek bir şey yapmış olur. Günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa minicik bir parçasını sırtlamayı başarmıştır” cümlelerini alıntılar. Le Guin’e göre, gölgeler bireyin kendisine özgüdür ve ancak gölgesiyle yaşamayı öğrenmiş bir insan gerçekten yaşamaya başlayacaktır.  Benliğimize içkin olan, her daim iyiliklerimizle dengelemek zorunda olduğumuz gölgeler: Hırslarımız, ihanet tasarılarımız, intikam arzumuz, cinnetin eşiğinde yaşadığımız her dakika. İnsanı anlatmak isteyen sanatçı, karakterini yaratırken gölgesini de unutmamalıdır.

İyilik ile kötülüğün, erdem ile zaafın, güzel ile çirkinin insanoğlunun birbirinden kopmaz gerçekliği olduğunu kabul etmek ve kötülük, zaaf ve çirkinliklerimizin üstünü örtmek yerine üstüne gitmek, en azından kendi kapımızın önünü süpürmek konusunda bize yardımcı olabilir. Diğer taraftan bu yaklaşım, toplumsallaşan ve örgütlü hale gelen kötülüğü görmemizin ve onunla mücadele etmemizin önünü tıkadığı noktada güçsüzleşir. Kişinin kendi içine bakması ve kendi ile yüzleşmesi, sadece bireysel bir kurtuluşa imkân verirse, toplumsal olana karşı körleşme kaçınılmazdır.

Olağan Kötülük ve Körlük

Kötülüğün normalleşmesi ve toplumun tamamına yayılmasında, toplumsal bir körleşmenin rol oynadığını savunan, körlüğü kötülüğün kaynağı olarak gören bakış açısı ise tartışmayı başka bir boyuta taşır. Gerçi körlüğü doğrudan kötülükle eşitlemek tabii ki mümkün değil. Mesela Borges kendi körlüğünden bahsettiği bir konuşmasında, edebiyat tarihinin kör dâhilerinin dökümünü yapar. Homeros’tan başlayıp Joyce’a kadar uzanan uzun bir liste sunar bize. Diğer taraftan körlüğün sadece karanlığı anımsatması da rahatsız eder Borges’i. Gayet renkli ‘görememe’ durumları da vardır. Renkleri ve hareketleri görebilir ama bunlara bir anlam veremeyebilir bazı körler. Her şey flu ve ayırt edilemezdir. Yani bu körlük aydınlık bir körlüktür.

Joyce, “başıma gelenlerin en önemsizi kör olmamdır” derken aslında körlüğün çok da korkulacak bir şey olmadığını vurguluyordu. Körlüğün bazı yazarların seslerini bulmalarında yardımcı bile olabileceği üzerine koca bir külliyat mevcut. Borges de konuşmasında körlüğün birçok dilin sesini duymasında yardımcı olduğunu, pek çok dili böylece ruhuyla öğrenebildiğini belirtir. Ona göre “Körlük bir armağandır”. “Yavaş yavaş körleşme, yazgı ya da talihle gelen, ama hepsi de çok garip birçok araçtan biridir yalnızca”.

Borges’in körlüğe olumlu bir anlam vermeye çalışması aslında kendi durumunun farkında olup, bu duruma göre yaşamını yeniden örgütleyen birinin akılcılaştırmaları olarak okunabilir. Körlük insanlığın en büyük korkularından biridir. Çünkü karanlık hep korkutucudur. Bilinmeyenin her an sana dokunabileceğini bilmek yaratır bu korkuyu. Elias Canetti Kitle ve İktidar’da “insanı bilinmeyenin dokunuşundan daha çok korkutan bir şey yoktur” der. Muhalif söylemin temel ekseni de karanlığa karşı aydınlığı savunmak olmuştur: Bir bilinmezin, korkuyu yeniden örgütleyen bir illetin elinden kurtulmanın yolu aydınlığa çıkmaktır.

Körlük imgesini en etkili kullanan yazarlardan biri kuşkusuz Canetti’dir. Körleşme romanı karanlığa itilen bir uygarlığın görme yetisini yitiriş serüvenini incelemesi açısından önemlidir. Romanın bütün karakterleri körleşmeden mustariptir. Herkesin gözü Kien’in üzerindedir romanda. Kien, bilimsel çalışmalarına gömülmüş, gündelik hayatla bağlarını koparmıştır. Gündelik olana bunca yabancılaşması, gündelik olanı görmesini engellemektedir. Bu da daha sonrasında karşısına çıkan her sıradan kişinin bu körlükten faydalanmasına sebep olacaktır… Körleşme’yi kısaca böyle özetleyebiliriz. Lakin Canetti’nin anlatmak istediği körlüğün, bireysel olmadığını vurgulamamız gerekir. Kendi yaşamını kurmak için çabalayan sıradan insanlar da farklı düzlemlerde bir körleşme içindedir. Onların körleşmesi, toplumun tamamını esir alacak en sonu toplum büyük felaketlere sürüklenecektir. J. Isaacs’ın deyişiyle “…uygarlığın yıkılışıyla insanoğlunun aşağılanması, romanın konusunu oluşturur”. Dünyasız bir kafaya sahip Kien, kafasında gerçek dünyanın gerekliliklerine yer ayıramayacak kadar gömülüdür. Kafasında bir dünya oluştuğunda, bütün dünyasının yıkılmak üzere olduğunun farkına varır. Canetti’ye göre sadece bir kişinin felaketi bile bize, bütün toplumun karşı karşıya olduğu felaketi anlamamızda yardımcı olur. Bilerek uçta bir karakter yaratan Canetti, toplumu anlamanın sınır durumları anlamaktan geçtiğini düşünmüş olabilir.

Jose Saramago ise körlüğe başka bir noktadan bakar. Saramago’nun derdi burjuva demokrasisidir. Modern toplumun pisliklerini örten bir oyun olarak görür bu demokrasi anlayışını. Körlük romanı da tam da bu demokrasi anlayışının yarattığı görememe durumunu merkeze alır. Salgın halinde yayılarak tüm bir ülkeyi saran körlük ile ülkede yaşanan kargaşa ve anarşiyi anlatan roman, toplumdaki ahlaki çöküş potansiyelini gözler önüne serer. Anlatılmak isteneni romanın sonunda doktorun karısına söyletir Saramago: “Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük…” Toplumsallaşan körlük, kötülüğün örgütlenmesi ve yayılmasının sorumlusudur. “Biz şimdiden yarı yarıya ölüyüz dedi doktor, hayır, yarı yarıya canlıyız, diye karşılık verdi karısı”. Ama her iki koşulda da bir yarımlık, bir olmamışlık, bir yarım öznellik söz konusudur. Sistem bizi körlüğe ikna ederek, özne olma şansımızı elimizden almıştır. Körlük, insanın kendisi olma hayaline yakılan bir ağıttır bu yüzden.

Saramago, ölmeden önce yazdığı son roman olan Kabil’de ise yazının başında bahsettiğim dini bakış açılarıyla  polemiğe girer. Tanrı’nın inayetini üzerine almak isteyen Habil ve Kabil, yetiştirdikleri ürünleri Efendi’ye sunarlar. Efendi, Habil’in kuzusunu kabul eder ve Kabil’in meyve sepetini görmezden gelir. Habil’i kıskanan Kabil kardeşini öldürür. Bunun üzerine Efendi, Kabil’i yeryüzünde zaman ötesi bir yolculuğa çıkmakla cezalandırır. Hikayenin bundan sonrasında Kabil, yaptığı kötülüğün kaynağını araştırmaya başlayacaktır. Eski Ahit’teki meseller üzerine kurulan roman, Efendi’nin gazabının görüldüğü olayların çevresinde gelişir. Kabil, dünyayı gezdikçe, kötülüklerin kaynağının Efendi olduğunun farkına varır. Kötülükleri engellemek yerine onların ortaya çıkmasına göz yuman da kimi zaman bu kötülükleri tetikleyen de Efendi’dir. Roman, kötülük ile iktidar arasındaki ilişkiyi tartıştırarak, aslında başka birilerine hükmetmenin, ezmenin, korku salmanın en büyük kötülük olduğu sonucuna ulaştırır insanı.

Kötülüğü İyilikle Düşünmek

Mülkiyet duygusu insanoğlunun ilk büyük kötülüğüdür. Mülkiyetin tetiklediği, iktidar arzusu ise insanı kötülüklerle baş başa bırakmıştır. Yine de bu açıklama fazlasıyla kestirmeci olduğunu, sıradanlaşan ve normalleşen kötülükleri anlamamıza yardımcı olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Edebiyatçılar tam da bu noktada devreye girer: Kötülüğün türlü veçhelerini açığa çıkarabildikleri, iyilik ile kötülüğü birbirinden kopmaz birer olguymuş gibi ele alabildikleri ölçüde gerçekliği anlatmada başarılı olabilirler. Yazı boyunca ismi geçen yazarları “büyük” yazar yapan da budur.

Doğuş Sarpkaya
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Sait Faik Hikâye Armağanı Pelin Buzluk’un

Read Next

46. Orhan Kemal Roman Armağanı Gürsel Korat’ın oldu

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *