Gölgelerin Boyutunu Durduğun Yer Belirler

Keyifle okuyacağınıza inandığım bu romanı okurken yazarın şu cümlesini aklınızdan çıkarmayın derim; “Birimizin hayatı binlercemize aittir…”

“İnsan. Ne acayip yaratık. Sevginin sahip çıkmakla değil, sahip olmakla ilgili olduğunu sanıyor.”

Ne çok şey söylenmiştir gölgeler üzerine. Ne çok şey anlatır bu karanlık imge bize. Örneğin, hemen aklıma düşen ve izi belleğimde kalan gölgelerden:

Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda geçen; “Biz gölgeler, kusur işlediysek eğer,/Şöyle düşünün ve bizi hoşgörün:/Bu hayaller görünürken sahnemizde,/Siz de biraz kestirdiniz yerinizde”

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanında geçen;  “Bir arabacının gölgesini gördüm, bir fırçanın gölgesiyle, bir arabanın gölgesini temizliyordu”

Didem Madak’ın Ah’lar Ağacı şiirinde geçen;  “Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım”

Fernardo Pessoa’nın Pessoa Pessoa’yı Anlatıyor eserinde geçen; “Ben kendimin gölgesiyim; o neyin gölgesi, onu arıyorum”

Şiir ve sözcüklerinde olduğu gibi bazen bir huzuru, serinliği bazen bir hayali bazen gelip geçiciliği bazen de duyguların yoğunluğunu imgelemek için kullanılmış gölgeler…

İşte Irmak Zileli de yeni çıkan GÖLGESİNDE adlı romanında aynı imgeyi kullanmayı tercih edenlerden. Yalnız bu gölge, insanın insana düşeni üzerinedir ki, düştüğü kişiye dünyayı dar eden bir gölge.

Zileli, bu romanda insanoğlunun varlığından bu yana konu edilen kadın-erkek ilişkileri konusunda toplumsal bir manzara sunar bize. Kitabı bitirdiğimde ilk düşündüğüm bu romanın öznesi kim/ne sorusu oldu. Kadın mı- erkek mi, insan mı- doğa mı, kayboluş mu- arayış mı, duruş mu- yürüyüş mü, sığınış mı-özgürlük mü, sadakat mi- anı yaşamak mı, dün mü-bugün mü, bugün mü-yarın mı…Tam olarak karar veremedim doğrusu. Bence hepsi yer yer özneleşmiş insan halleri gibiydi sanki.

Bu hikaye Fikret ve Leyla’nın 5 yılı evli 10 yıllık ilişkisinin bir anatomisi aslında. Fikret kariyerli bir psikiyatr,  Leyla ise bir üniversite kütüphanesinin yöneticisidir. Aynı rutinde giden bu birliktelik bir sabah aniden değişir. Çünkü ‘Fikret’in Leyla’sı!’ birdenbire ortadan kaybolur.

Roman, Leyla’nın kaybolması üzerine, Fikret’in polis tarafından evinde sorgulanması ile başlar. Polisiye bir heyecan ve gerilimi içinde süregelen diyaloglar Fikret’i ve belki biraz da ‘Fikret’in Leyla’sını’ tanıtır bize. Çünkü bu süreçte Fikret, iç sesleriyle kendini de sorgularken, aynı zamanda hem sorgulama gücünü elinde tutan polise, hem de tüm benliğini ele geçirmiş egosundan taviz vermemeye karşı büyük bir direnç gösterir.

Sorgulamada polis onun bir psikiyatr olduğunu gözden kaçırmadan en az onun kadar kuvvetli soruları ile Fikret’i çözmeyi çalışırken, Fikret’in de onun bir polis olduğunu gözden kaçırmadan, cümlelerin nerelere gidebileceğini sezinleyip zaman zaman kendini kısıtladığı anlara tanık oluruz. Polisin bir olasılık olarak Leyla’nın, ‘annesi gibi ölümü seçmiş olabilir mi?’ sorusunu şiddetle reddeden Fikret’e verdiği “ Travmaları sadece bilinçli bir şekilde hatırlamayız, bazen çok derinlere gömdüğümüzü sandığımız olayları eylem yoluyla hatırlamak isteriz. Yani aynı olayı biz tekrar ederek” yanıtıyla senin silahlarını biliyorum mesajı verir adeta.

Biz Fikret’in ne zaman, nasıl çözüleceği gerilimini bu satırlarda yaşarken bir taraftan da Fikret’in karısının yokluğunda nasıl dağıldığını ve Leyla ile ilgili samimi düşüncelerini; “Leyla hep çok net bir kadın olmuştur. Zaten en çok bu tarafını sevdim. Dünyanın en güvenilir, en tutarlı insanı olduğunu söyleyebilirim.” cümlelerinden öğreniriz.

Sorgulamanın devamında algıladığımız Fikret ise, yaşamın merkezine kendisini koymuş, hayatı kendi kalıpları ve doğruları ile yaşayan, hükmedici tavırlarla hareket eden, Leyla’nın iletişimde yarık bulduğu kısa anlarda dile getirmeye çalıştığı duygu ve düşüncelerini hemen eleştiren, küçümseyen, aşağılayan, egosunda bir kırılma olacağını hissettiğinde öfkelenip konuyu kestirip atan bir karakter. Hatta en yakın arkadaşlarından birisinin  ‘Mavi Sakal’ benzetmesi yapabilecek kadar insanın ruhunu ince ince öldüren…

Fikret o kadar kendisiyle meşgul, o kadar kendisine odaklı ki, karısının birdenbire ortadan kaybolması karşısında polis, Leyla’nın en yakın arkadaşlarını, nerelere gidebileceğini, özel ilgi alanlarını sorduğunda Fikret’ten  net ve doyurucu yanıtlar alamaz. Polisin zorlaması ile Leyla’nın kaybolduğu günün sabahını hatırladığında, onun yüzündeki acı ve hüznü o an fark ederek “Bu acı ifade hangi ara yerleşti Leyla’nın yüzüne? Evlenirken var mıydı?”diye ilk kez düşünür ve bulabildiği yanıtların içinde kendi gölgesini hiç hissetmez mesela.

Oysa Leyla, onun nerede ne yapacağını, ne söyleyeceğini mimikleri dahil sözcüklerini tek tek bilecek kadar iyi tanır Fikret’i. Çünkü onunla bir şey paylaşmak, onunla konuşmak, ona kendi varlığını hissettirmek için onun dar alanda sunduğu hayatın bedelini hafızasının daralmasıyla ödese bile, Fikret’in  hayatına dahil olma çabasını hep sürdürür. Leyla onu tanımlarken “Beni eleştirdiği vakitlerde çıkınında biriktirdiği ne varsa döker ortaya. Kendini destekleyecek göstergeleri seçerek tabi.” diyerek, Fikret’in ruhunda bıraktığı izdüşümünü yansıtır bize. “Konuyu açan o değilse hiçbir şeyin sırası değildi onun için.” gibi zamanı, mekanı, önceliği hep Fikret’in belirlediğini anlatan keskin cümlelerle tanımlar Fikret’i.   

Bu arada Fikret’in geçmişinden gelen travmalarını da öğreniriz tabi. Hiç tanımadığı annesi tarafından terk edilmiş, yetimhanelerde büyümüş ve sonrasında iyi bir psikiyatr olarak kariyer başarısına imza atmış biri. Gel gör ki, bir psikiyatr olsa bile sınanmış bir acıyla baş etmenin yolunun, hastalarına anlatmak kadar kolay olmadığını da gösterir bize Fikret. Sürekli geçmişiyle yaşayan, ilişkinin başlangıcından itibaren Leyla’ya ‘en çok acıyı ben çektim, en çok gelişimi ben gösterdim, en çok başarı hikayesi benim’ mesajları veren,   “Özünde her insan yalnızdır.” diyerek yaşam felsefesini ‘değerli yalnızlık’ üzerine içselleştiren biri.

Burada hemen Judith Herman’ın Travma ve İyileşme kitabında bahsettiği çocukluk travmaları ile ilgili bir yorumundan bahsetmek sanırım Fikret’i ve Leyla’yı daha iyi anlayabilmemiz için yerinde olacak. Der ki, Herman “ Bakıcı insanlara güven dolu bir bağlanma duygusu kişilik gelişiminin temelidir. Bu bağ parçalandığında travmatize insan temel kendilik duygusunu kaybeder. Çok önceden halledilmiş olan, çocukluk ve ergenliğin gelişimsel çatışmaları aniden yeniden başlar. Travma mağduru otonomi, inisiyatif, yeterlilik, kimlik, yakınlık üzerindeki tüm eski mücadelelerini yeniden yaşamaya zorlar.”

Sorgulama devam ederken, Leyla’nın 10 yıl önceki fotoğrafını gören polis “gülümsüyor, size sevgiyle bakıyor, hatta şefkatle ve aşkla, peki sonra ne oldu? Belki o da geçmişte yolunu bulmaya çalışıyor. Bugüne kadar geçtiği yolları araştırıyor, bıraktığı ekmek kırıntıları kuşlar tarafından yenildiği için de kaybolmuştur geri dönemiyordur. O yolların tek tanığı sizsiniz” diye sorunu ve çözümü bir arada irdelerken, Fikret “Yaşanmış bir zamana geri dönülmez, geçmiş geçmiştir” diye yine kendi doğrusunda ısrar ederken, değişmezliğini de gözler önüne seriyor.

Oysa Leyla’nın da geçmişi ona çok yakın travmalarla doludur. Çocukluk ve ergenlik döneminde hayattan vazgeçmiş, dengesi bozulmuş bir anneyle yaşarken felsefe profesörü bir babanın özellikle inandırmak istediği bir kurgu içinde yıllarca annesinden nefret etmiş; annesinin ölümüyle gerçeğe ulaşmış ve bu gerçek duygularını ters yüz etmiş, babasına karşı “Annemin hakkı olan sevgiyi gasp ettiği için en büyük cezayı almalı, bizi mahrum ettiği bir şeyden şimdi o mahrum edilmeli. Çünkü mahrumiyet en büyük ceza bu hayatta.…”  öfkesi içinde, hayatta kime, nasıl güveneceğini bilememiş ama her şeye rağmen içindeki iyiliği unutmamış bir kadın.

Ama bir gün…O bir gün…İşe gitmek için evden çıkan Leyla, apartman kapısında bir dürtüyle birden yolunu değiştirir. Adımları artık onu işe değil, bilmediği tanımadığı sokaklara götürür. Bir yere varmak değildir niyeti. O an sadece istediği yürümek yürümek yürümektir… Gittiği yönün ilhamını bazen bir sokak ismi, bazen bir hayal, bazen karşılaştığı olaylar, bazen yolda tanıştığı kişiler bazen de sadece zihnindeki ve yüreğindeki bir boşluk verir.

Leyla bir kaçışta mıydı yoksa arayışta mı? Yoksa her ikisinde de mi? Kaçış ise neden kaçış? Kocasının tahakkümünden mi?  İki kişilik yalnızlıktan mı? Kendisinin giderek yok olduğunu fark etmesinden mi? Ya arayış ise… Özgür olmak istemesinden mi? Kaybettiği kendini bulabilmek mi? Tek kişilik yalnızlığı tercih etmek mi? Belki hepsi, belki hiçbiri…Çünkü Leyla Fikret’ten önceki ilişkisinde aradığı özgürlüğü ve kendi olma halini bulmuşken onda gelecek güvencesi göremediği için ayrılmış ve Fikret’e sığınmış gibi görünse de, ‘İnsan kendinden kaçtığı için sığınır birine. Selim’den kaçış nedenim aslında ondan değil, kendimden kaçışımdı. Çünkü onun insanı kendisiyle yüzleşmeye zorlayan bir yanı vardı.” diyerek asıl nedeni ile yüzleşir ve bu kez  “Bir dalı bırakmak için yeni ve sağlam başka bir dal arayışına” ihtiyaç duymadan atar kendini sokaklara…

Leyla’nın yürüyüşünde tanık olduğu her olay ona kendini hatırlatır ve daha kendi, daha sağlıklı yorumlara götürür onu. Örneğin; bir sevgili tartışmasını dinlerken adamın söylemlerinden, konduğu hiçbir dalın aynı ağacın gövdesinden çıkmadığını fark edip “İnsan rezilliğini örterken hiç olmadığı kadar çok ve gereksiz şeyler söyler” diye düşündürmüştü ona bir farkındalık olarak.  Bir sokak köpeğinin katili önünde her gün onbeş dakika dikilerek yas tuttuğunu gördüğünde bir gencin“ Öleceğim güne kadar suçlarını yüzüne vuracağım. Eğer bir hayatı yaşanmış saymak istiyorsak bunu yapmak zorundayız” sözüyle can alanlara karşı can vermenin en güçlü direniş, en büyük saygınlık olduğunu hisseder artık içinde. Karşılaştığı bir gezginin “İnsan elinde olmayanı yüceltir, ele geçirdiğinde ise gözündeki değerini yitirir. Sürekli yeni hedeflerle gerçek olmayan tatminler yaşamak istemiyorum. Benim istediğim gerçekten doymak ve acıkmak. Bunu sağlayacak olan ise kendinin ve karşındakinin ele geçirilemez olduğunu fark etmek.” sözü sanki içindeki boşlukta yerini bulmuş sözcükler gibi geliyordu ona.

Bu yürüyüşün Leyla’yı nasıl değiştirdiğini adım adım izlerken biz, merkezden iyice uzaklaştığı sokaklar ve başka insanlarla, ötekilerle, doğa ve diğer tüm canlılarla girdiği iletişim ona,  o güne kadar özlem duyduğu eşit ilişki biçimini deneyimleyerek kendini bulduruyor ve hafıza daralması nedeniyle unuttuğu geçmişinin birçok parçalarına yeniden kavuşturuyordu.

Kitapta alıntı yapacak insanın içine işleyen çok cümle var aslında. Bu cümlelerden yola çıkarak tanımlamaya çalıştığım Fikret ve Leyla da benim Fikret’im benim Leyla’m. Herkesin farklı bir tanımı veya ‘ama’ları olabilir. Romanın öyle bir yanı var sanki. Ama sanırım kimsenin itiraz edemeyeceği tek gerçek ‘Fikret’in gölgesinin Leyla’nın üzerine düştüğüdür.

Dili, kurgusu, akışı ve -söz etmeden geçemeyeceğim- kitap kapağını oluşturan ‘helezon merdiven’ ve hikayenin içinde geçen  “Bana göre erkeklerin kadınlar için icat ettiği prangalar”  diye tanımlanan ‘topuklu ayakkabı’ imgeleri hikayeyi bu kadar güzel bütünleyebilirdi diye düşündürüyor insana.

Keyifle okuyacağınıza inandığım bu romanı okurken yazarın şu cümlesini aklınızdan çıkarmayın derim.

“Birimizin hayatı binlercemize aittir…”

  • Gölgesinde
  • Yazar: Irmak Zileli
  • Türü: Roman
  • Baskı Yılı: Mart 2017
  • Sayfa Sayısı: 335 Sayfa
  • Yayınevi: Everest Yayınları
Leyla Öztürk
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Futbolun Spartaküs’ü: Metin Kurt

Read Next

Ekşi Sözlük yazarı “rezalet” dedi, Bilgi Yayınevi açıklamayla cevap verdi…”Güncellendi”

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *