Charlotte P. Gilman, kadınların hak kazanma savaşı içinde çok önemli bir yeri olan, güçlü savaşçı kadınlardan biridir. Amerikan edebiyatının etkili sesi, feminist harekete önemli katkılar yapmış mücadeleci bir kadın. Doğru bildiğini yazmaktan ve söylemekten çekinmeyen bir kadın.
Ender Helvacıoğlu’nun “İnsanlığın Sözleri” kitabını okurken ‘Dünyanın Bütün Vahşileri Birleşin’ başlıklı bölüm oldukça ilginç gelmişti. Uygarlık ve barbarlık için yazdıklarını okurken, sözcüklerinin alt metinlerindeki derinlik oldukça trajikti. Şöyle diyor o yazısının bir bölümünde Helvacıoğlu; “Günümüzde -sağ olsun- kapitalizm sayesinde, dünya üzerinde uygarlaşmamış bir topluluk neredeyse kalmadı. Bir topluluk uygarlığa adım atar atmaz kendi içinde ikiye bölünüyor: Kendini yaratılan toplumsal artının sürekliliğini ve güvenliğini sağlamak için görevli sayanlar bir yanda, yaratılan toplumsal artının eşit ve adil biçimde paylaşılmasını talep edenler diğer yanda. Uygarlık olursa eşitlik, eşitlik olursa uygarlık olmuyor. İkisinden biri tercih edilecek. İnsanlar doğal olarak, güvenlik tercihinden vazgeçmiyorlar. Eşitlik tercihinden vazgeçiyorlar.”
Yani uygarlaştıkça adaletsizleşiyor, adaletsizleştikçe de baskıcı ve bölücü oluyoruz, acımasızlaşıyoruz. Bütün bunların getirdiği tek şeyse ‘şiddet’ oluyor. Şiddeti de, en fazla kendi soyumuza yöneltiyoruz. Birbirimizi yok etme pahasına giriştiğimiz şiddetin boyutları bizi dehşete düşürüyor ve sormadan edemiyoruz, acaba hangisi doğrudur; vahşi ya da barbar olarak kalmak mı, yoksa birbirimizi boğazlamak, bombalamak, dünyayı da yok etme pahasına nükleere tabi kılarak uygarlaşmaya devam etmek mi?..
Bu ikiye bölünmüşlük insanı her yönüyle çaresiz ve güçsüz kılmıştır. Uygarlık yolunda attığımız her adım ihtiyaçlarımızı karşılaşmamızı kolaylaştırdığı gibi, insanlığımızı yoksullaştırmıştır. Birbirimizi daha çok ötekileştirip daha çok parçalara ayırıyoruz. Bu parçalanmalar içinde en eskisi, toplumda anacıl dönemin bittiği andan itibaren var olmaya başlayan, keskin cinsiyet ayrımı. Kadın ve erkek artık uzlaşmaz iki kutup olmuştur neredeyse. İnsanın uygarlaşma tarihi içinde kadının kaybettiği haklarını da yeniden kazanma çabaları çok yıkıcı ve yıpratıcı olmuştur. Kadınlar toplumda, söz sahibi olmak, varlıklarını kabul ettirmek için oldukça yorucu ve adil şartlarda olmadıkları savaşlara girişmişlerdir.
Charlotte P. Gilman, kadınların hak kazanma savaşı içinde çok önemli bir yeri olan, güçlü savaşçı kadınlardan biridir. Amerikan edebiyatının etkili sesi, feminist harekete önemli katkılar yapmış mücadeleci bir kadın. Doğru bildiğini yazmaktan ve söylemekten çekinmeyen bir kadın.
1780’lerde başlayan sanayi devrimi ve devamında 1789 Fransız Devrimi, feodalizmi tasfiye ederken dünyada da yeni bir dönemi başlatıyordu, Kapitalizm.
Sanayileşmeyle başlayan değişim ve dönüşüm dünyanın her yerinde hissediliyordu ve Amerika da bu dönemde yeni umutlar kıtası olarak çok ilgi çekiyordu. Charlotte P. Gilman 1860’da Connecticut’ta, umut ülkesi Amerika’da doğmuş. Din bilimci olan babası çocukken kendilerini terk ettiğinden, annesi ve erkek kardeşiyle yalnız ve mutsuz bir çocukluk geçirmiştir. Büyürken şehirden şehre taşınarak geçen yaşamı zor ve yoksulluk sınırında geçmiştir. Küçük yaşlarından itibaren çalışma hayatı içinde olmuştur aktif olarak. Tebrik kartları yazmış, sanat öğretmenliği ve mürebbiyelik yapmıştır.
Evin ve evliliğin kadını hapsetme yöntemlerinden biri olduğunu düşünmüş, bu yüzden de evliliğe soğuk bakmıştır. Onun için erkek saldırganlığı ve kadınlar için biçilmiş olan anaç roller yaşamı devam ettirmek için hiçbir gereklilikleri kalmamış suni kavramlardı. Düşünsel olarak güçlü bir kadın olan Gilman, duygusal olarak ikilemleri olan bir kadındır. “Birçok iyi sebepten ötürü – yalnız – YAŞAMAYA karar veriyorum.” Diye yazar, 21 yaşındayken günlüğüne. Her ne kadar olumsuz düşünüp evliliğin kendisine göre olmadığını fark etse de yine de, ressam Charles Walter Stetson ile evlenir. “Her sabah aynı mutsuz uyanış, aynı kendini sürükleme. Ölmek korkaklık olurdu. Geri çekilmek imkânsız, kaçış imkânsız.”
Bir kız çocukları olur. Çok ağır bir doğum sonrası sendromu geçirir. Bunalımları krize döner. Döneminin en ünlü nöroloğu, Weir Mitchell’e gider. Doktor, o dönemin geçerli tedavi yöntemini uygular Gilman’a. “Mümkün olduğu kadar evcil yaşayın, çocuğunuz hep yanınızda olsun, yemekten sonra yatıp dinlenin. Günde iki saatten fazla düşünmeyin, beyninizi fazla yormayın ve hayatta olduğunuz müddetçe kalemi elinize almayın.” Bütün aktiviteler yasaktı, yazması, okuması, bebeğiyle ilgilenmesi bile. Çok yorulan beynini dinlendirmesi gerekiyordu doktora göre. Çünkü o zamanki yaygın inanca göre, kadın bedenen ve duygusal olarak, aynı zamanda beyinsel olarak da erkeğe göre daha zayıf, güçsüz yaratıklardı. O yüzden, her bakımdan erkeğe göre daha geri planda kalmaları gerekirdi, -sanki şimdi farksızmış gibi- kocası da, karısının iyileşmesi adına, doktorun dediklerini en ince ayrıntısına kadar uyguluyordu. Hele kesinlikle yasak olan yazmasını engellemesi, Gilman için tam bir işkenceydi. Tavsiyelere harfiyen uymaya çalışırken günlüğüne şunları yazar; “Deliliğin sınırlarına çok yaklaşmıştım.”
Charlotte P. Gilman daha fazla dayanamayarak, bu sınıra yaklaşmadan kızını kocasına bırakarak Kaliforniya’ya kaçar. Bu süreçten elinde kalan, yaşadıklarının izlerini taşıyan, geçerliliğini ve güncelliğini, 127 yıl sonra da hâlâ koruyan öykülerden oluşan ilk kitabı “Sarı Duvar Kağıdı”dır.
Kitaba adını veren “Sarı Duvar Kağıdı” öyküsünde de delirmek üzere olan bir kadının, psikiyatr olan kocası tarafından iyileştirilmeye çalışırken daha da delirmesini anlatılır. Öyküde hasta karısı için sayfiyede kolonyal bir konağı kiralayan doktor kocanın karısının iyileşmesi adına yaptıklarının hepsi, karısı için bir işkencedir aslında. John ismindeki kocanın tüm yönleriyle yapılan tarifinde anlatılan, aslında erkeğe yüklenen akılsallıktır. “John aşırı derecede pratik biri. İnanca hiç tahammülü yok, batıl itikatlardan ödü kopar, görülmeyen, hissedilmeyen ve ölçülüp biçilemeyen şeylerden her söz edilişinde alay eder.”(sf:7)
Bu koca en iyiyi bilmektedir. İyi niyetlidir ama kadına sormadan, kadın adına kararları hep o vermektedir. “Sevgi dolu ve çok dikkatli, beni özel talimatlar vermeden hiç bir işe karıştırmıyor.”(sf: 9) Kendisini koşulsuz, sorgulamadan, doktor olan kocanın uygun gördüğü tedavi şekline teslim etmesi istenen kadın yapmak istediklerini ancak gizleyerek yapmak zorundadır. Bu durum da kadının psikolojik durumunun gittikçe bozulmasına neden olur. Odasının onda uyandırdığı duyguların ve kadının hastalıklı durumunu anlatmak için kullanılan, duvardaki yıpranmış ve yer yer yırtılmış sarı duvar kağıdı, çok çarpıcı ve etkileyici bir imge olarak kullanılmıştır. Sarı Duvar Kağıdı hem kadını baskı altına alan kuralları ve gelenekleriyle toplumun kendisi, erkeğin kadını baskılayan hapseden gücü, hem de onun başkaldırı aracı olarak çok anlam yüklenmiş bir imgedir.
Eve ilk taşındıklarında, kocasının uygun gördüğü, hatta kalması için baskı yaptığı odada her şey, en çok da sarı duvar kağıdı kadını çok rahatsız eder. Oysa kendisi bu odada kalmayı hiç istememektedir. Rengiyle hastalık ve çürüme hissi yayar odaya duvar kâğıdı. Her çizgisi, yer yer kalkmış ve yırtılmış görünüşündeki en küçük ayrıntı kadını baskı altına alan güçleri, kendisinden esirgenen, yok sayması istenen duyguları, düşünceleri, bastırması uygun görülen istek ve davranışlarını çağrıştırır kadına.
Gerçek kimliğinin üzerine giydirilmeye çalışılan, toplumun uygun gördüğü kimliktir, sarı duvarkağıdı. Yaşaması uygun görülen hayattır. Erkek egemen dünyanın kadına uygun gördüğü yaşamdır. Kadın bunu kabullenmediği için izlemeye aldığı duvarkağında gün ışığında ve gece farklı şekiller tespit eder. “Bunun gibi bir desene gün ışığında bakıldığında, bir kuralsızlık, bir başkaldırı görülüyor; bu normal bir zihin için son derece sinir bozucu.”(sf:20)
Gece, ayışığında ise parmaklık haline gelen çizgilerinin arkasında bir kadın beliriyor. “Uzun zaman arkadakinin ne olduğunu anlayamadım, o alttaki belirsiz desenin. Ama şimdi kesinlikle biliyorum ki o bir kadın.”(sf:20) Kendisi gibi baskı altına alınmış birçok kadının varlığını bilmenin sıkıntısı yaşar, onları yanı başında hisseder. Bu tespitlerinden sonra kadın gece gündüz uyumayarak kâğıdı gözler. Amacı kağıdın sırrını, daha doğrusu kağıdın arkasındaki kadının sırrı çözmeden malikâneden ayrılmamaktır. Sırrı çözmeye çalıştıkça kocasından uzaklaşır, ona daha az güvenir. Yazdıklarını gizlemesi gibi duvar kâğıdının arkasındaki kadını da kocasından gizler.
Erkeğin dayattığı dünyayı kabullenir dayanabilirsen, kendinden vazgeçersin. Kendin olmaktan çıkar başka biri olursun. Çürürsün, kendi benliğinin çürümesidir bu. Başedebilmek için kimliksizleşmeyi, tabi olmayı gerektirir. Becerebilirsen..
Öyküde yaz için tutulan evin anlatımına uzun yer verilmiştir. Ev kameriyeleri olan, geniş bahçeli, çitleri, duvarları, kilitli kapıları, çalışanları için yapılmış müştemilatıyla İngiliz romanlarındaki malikâneleri hatırlatan bir ev. “..bu evde bir tuhaflık var, bunu hissedebiliyorum.”(sf:9) Bu tuhaflık aslında malikânenin harap görüntüsünün kadında uyandırdığı perili köşk imgesi, her şeyiyle kolonyal bir malikâne. Evden bu kadar söz edilmesi, kadınla ev imgesi arasındaki örtüşmedir. Ev kadın mekânıdır, koruyucu zırhıdır. Oysa kadınını evde sezinlediği tuhaflık aslında kadına yüklenen duygusallık, itaat ve bağımlılığın yanında, onun ötekileştirilmesi, güçsüzleştirilmesidir. Gilman’a ise; bu güçsüzleştirmeye karşı durmak, kendisine biçilen yaşama başkaldırmak, bunu gizlice, kimseye göstermeden yazmak kalıyor.
Üzerinden geçen 127 yıla rağmen güncelliğini yitirmeyen bu eşsiz öyküleri okuyunca ne değişti, o günden bu güne?… Diye sorgularken buluyoruz kendimizi. Kim bilir belki de o günlerin daha da gerisine düşen bu günlerin sancısını tüm hücrelerimizde, acımasızca ve çaresizce duymanın sıkıntısını üzerimizden atıp Gilman’ın mücadeleci kadınlarını örnek almalıyız. Her ne kadar sorunlu kadınları yazmışsa da, aslında güçlü ve direnen kadınlardır ana kahramanları. Kaderlerine boyun eğmeyen, çıkış yolu arayan kadınlar. Kaderlerine boyun eğmeyen kadınlar.
|
- Okuyanı derinden sarsan bir hikâye; Eşiktekiler - 12 Nisan 2018
- Gerçekleri görmek için bir çağrı; İçimdeki Gölge - 27 Mart 2018
- Mete Kaynaroğlu imzalı öyküler; Spartaküs’lerin Ölümü - 6 Mart 2018
FACEBOOK YORUMLARI