Kandil gibi astım yıldızlarımı …*

Geçtiğimiz aylarda yayımlanan Yangın Merdiveni, kıyısıyla köşesiyle bir İzmir öyküsü.

çatlayan nardır kentim
ağu damlatır kalbinden

Geçtiğimiz aylarda yayımlanan Yangın Merdiveni, kıyısıyla köşesiyle bir İzmir öyküsü. Yazarın 2014’te tanıştığımız Hiç Kuşu adlı öykü kitabında da İzmir dile gelmişti adeta. Bunu Yıldız İlhan’ın İzmirli olmasıyla açıklamak yeterli olmaz, diye düşünüyorum. Çatlayan bir nar imgesine dönüşen sadece yaşadığı kent değil çünkü İlhan’ın. Bu üzgün kent, onun kaybettiklerinden geriye kalanlar, yalnızlığı, korkuları… O ağu, Yıldız İlhan’ın kalbinden de damlıyor öykülere.

“İyidir aynı kentte doğmak, yaşamak, kocamak. Bir kentin soluğunu an be an teninde duymak, onunla gelişip serpilmek iyidir.   …

Öyle olunca, bir kenti kendi kamburunla birlikte sırtında taşımak zulümdür.”  (bir varmış… hep varmış / s. 1 – 3)

Öyküler arası bir geçişle Hiç Kuşu’ndaki kimi karakterler Yangın Merdiveni’nde de karşımıza çıkıyor. Yoldaş Osman’ın, Grafiker Tevfik’in  Hiç Kuşu’nda başlayan yaşamı –ya da ölüm hali-  Yangın Merdiveni’nde devam ediyor. Kedileriyle “annecik” beliriyor, geçkin yaş oyunları’nda. Geriye baktığında  ömrünü bir duruşa teslim ettiğini fark eden; gençlikten yaşlılığa uzanan kadınlık deneyimini sorgulayan annecik’in zaman karşısındaki çaresizliğinin geçkin yaş oyunlarında farklı bir duruma evrildiğini görüyoruz. Zavallı yavru kedi de palazlanmış hatta çiftleşmiş annecik’e yoldaşlık ediyor, öykü ve roman kahramanları etrafını sarmış onun; annecik düze çıkmış.

Öyküleri okurken taşın, toprağın, sokağın, kapının; börtü böceğin, çiçeğin hal dilince konuştuklarını düşündüm. Öyle rahat, samimi ve bir o kadar da derin…  Yazar sanki öykülerdeki mekanları, kişileri kurgulamamış da tek tek kapılarını çalmış, dertlerini dinlemiş her birinin;  içinde bir yerlerde arayıp bulmuş onları.

Yıldız İlhan’ın öykülerinde mekanların önemli bir yeri var. Örneğin “leylaklar açmış gördün mü”de öykünün akıp gideceği sahne hazırlanırken  biz de Zöre’ye doğru adım adım yaklaşıyoruz :

“1281 Sokak. Çıkmaz. Ve yokuş. Aslında iniş demek daha doğru. Bir kuyuya eğimle inilir gibi varılıyor çıkmazın sonuna. Zaten sokağı numarasıyla sormayın, kimse bilmez. “Toparlak Çıkmazı” derler kısaca.

Zöre, sokağı çıkmaz kılan evde oturur. Bahçeli, derme çatma, tenekeden daldan, çaputtan çuldan bir baraka. Usta kalem olsanız evi anlatmaya gücünüz yetmez. Ufarak bahçedeki tüm o karton, mukavva,  cam, patlak top, tahta parçası, bilye, yağ tenekesi, konserve kutusu, un çuvalı, kulbu kırık çaydanlık, tencere, sepet, say say bitmez yayıntı, yığıntı anlatılır şey değildir zaten.  …

Sokağı bir kapak gibi karşılayan, sokağı çıkılmaz kılan bu eve kimse girip çıkmaz, Zöre’den başka, kedilerden başka. Arada  kedileri kovalayan Hain Hamza’nın azgın köpeği Katil koşar, koşar da zınk diye duruverir kapının önünde. Oysa kapı bir omzu düşük partal elbiseyi andırır.  Üflesen açılacak. Leylak rengi. Bu kadar kapılıktan geçmiş üç beş odun parçasının renginin leylak oluşunu garip bulduysanız, Zöre’yi bilmeyişinizdendir.”  (leylaklar açmış gördün mü  / s. 13)

Bu çıkmaz sokağın ve Zöre’nin evinin anlatıldığı cümlelerle mekan ve genişlik duygusu yaratılırken Zöre de etiyle kemiğiyle canlanıyor gözümüzde. Kısacık bir öyküyle  mekan ve genişlik duygusunun yaratılabilmesi  iyi bir anlatının karşısında olduğumuzu gösteriyor bize. Olay örgüsünü öyle bir kuruyor  ki Yıldız İlhan, hiçbir şeyi uzun uzun anlatmasına ihtiyaç kalmıyor. Hamza’nın hainliği bir iki cümleyle öfkemizin hedefi haline geliveriyor; leylağın gizemi Zöre’nin ellerinde ifşa oluyor; bilinçaltı doğrudan eyleme dönüşüyor.

Öykülerden birinde bir kadının hüznüne ortak olan bir yazar var, bir başka yazar maskesini çiviye asıp günlük yaşama sırtını dönüyor, bir başkası rüyalarının peşine düşüyor.   Her şeyi denetleyip her yere hakim olma  isteği, bir evden bir mahalleye taşan Altınlı Perihan’ın öyküsü anlatılıyor “eskiden usuldan”.

“Vücut bulmuş kötülükler korosu” içlerinden birine veda ediyor bir öyküde .  Ama “zalim giderken zulmünü “ de cebinde götürmeye kararlıdır. Arkasında zulmü devam ettirecek bir şey bırakmak istemez son pişmanlıkla. Ölüm bu öyküde yüzünü gösteriyor tamamen;  ölüm halini etkileyici bir biçimde anlatıyor Yıldız İlhan:

“Canı tavandaki görünmez buluta asılmış da sallanıyor. İncecik bir hortumdan bedenine sızan kan anında buharlaşıp kokuyor havaya. Yaraları merhemsiz artık. Soluğu ıkırtılı. Camlar çalkanıyor nefesinde.” ( vardır elbet her günahın bir hafifletici sebebi / s. 25 )

“Çöp şair şiir çöp” adlı öyküde algı sınırlarını genişletip daraltan bakış açısı değişimleri gerçekleşmiş. Öykülerin bütününü düşündüğümüzde birinci kişi anlatıcı kimi yerlerde okuyucuya, kimi yerlerde başka bir öykü kişisine bazen kendisine yöneltmiş sözlerini. Bu değişimler -aynı öyküde bile olsa- başarılı bir biçimde yapılıyor ve İlhan yazdıklarını okuyucuya benimsetebiliyor.

Dört bölümde düşünebileceğimiz on sekiz öyküyü okuyup bitirdiğimizde geride kalan haz duygusu tek tek kişilerden, olaylardan ya da öykülerin sesinden kaynaklanmıyor. Bunların hepsi harmanlanıyor ve haddeden süzülerek geliyor bize.

Her geçen dakika yirmi dört kişinin evini terk ettiği; altmış beş milyon insanın- bu sayının yarısını çocuklar oluşturuyor- savaşlar, çatışmalar, zulüm, şiddet ve hak ihlalleri nedeniyle bir mülteciye dönüştüğü dünyamıza Yıldız İlhan da iki öyküsüyle ses veriyor:

yerin mi var
yurdun mu var
evin mi var
emin misin

*bu tanrı dedemden kaldı bana / Ergin Günçe

 

  • Yangın Merdiveni
  • Yazar: Yıldız İlhan
  • Türü: Öykü
  • Baskı Yılı: Nisan 2017
  • Sayfa Sayısı: 89 Sayfa
  • Yayınevi: Kibele Yayınevi
Nalan Arman
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

İki yazar, iki dedektif

Read Next

Stefan Zweig’in intihar mektubu internette yayınlandı

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *