
Roman, Batman’da 2000’li yıllarda öğretmenlik yapan Zehra’nın, bir gün posta kutusuna konan isimsiz bir mektup ve en yakın arkadaşlarından Taha’nın kaybolması üzerine odasında bulduğu günlüğü arasında kendini bulma hikayesi olarak çerçevelenmiş.
Haydarpaşa Kitap Fuarı’nda bir dostun önerisiyle tanıştım Mehtap Ceyran’ın ‘Mevsim Yas’ kitabıyla…
Kitabı alırken iki gün sonra da yazarın imza günü olduğunu öğrendim. Romanın içinde taşıdığı gerçeklik, önce kendisiyle tanışma sonra kitabı okuma duygu ve düşüncesi oluşturdu bende. İki gün sonra yazarı ile tanıştığımda, gözüme çarpan ilk şey gülerken bile saklayamadığı gözlerindeki yerleşik hüzün, ilginin mahcubiyeti ve biraz çekinceli duruşuydu. Bu tanışmanın ben de yarattığı etkiyle, gecesinde başladığım romanı sabah olmadan ayraçsız okudum diyebilirim.
Ceyran’ın bir coğrafyanın, bir ulusun, bir dönemin ortak acılarını/kolektif belleğini, aslında hiç geçmeyen bir mevsimin gözden ve gönülden uzak hikayelerini, resmi yalanları ve medyanın üstünü örttüğü hakikatleri gün yüzüne çıkarma çabası Milan Kundera’nın “İnsanın iktidara karşı savaşı, hafızanın unutmaya karşı savaşıdır” sözünü anımsatıyor.
‘Mevsim Yas’ 1990’larda Batman’da yaşananları ve yaşayanları bizimle tanıştırırken devletin, Tanrı’nın ve erkeğin mutlak tahakkümünün birer enstrümanı olmuş Hizbullah infazları, mezar evleri, aile içi şiddet, tehcir, kadın intiharları, erkeklerin bitmeyen iktidar mücadelesi, dağa çıkan gençler, Diyarbakır cezaevi, yoksulluk gibi olayların gerçekliğinin kurguyla yoğurulmuş hali adeta.
Konusu itibariyle roman, Batman’da 2000’li yıllarda öğretmenlik yapan Zehra’nın, bir gün posta kutusuna konan isimsiz bir mektup ve en yakın arkadaşlarından Taha’nın kaybolması üzerine odasında bulduğu günlüğü arasında kendini bulma hikayesi olarak çerçevelenmiş. Mektup 90’lı yılların tüm acılarını, ince sızılarını yansıtırken, günlük 2000’li yılların ortamını anlatıyor daha çok. Hikayelerin bağlantılarını merak duygusunu yitirmeden ortaya koyması okuyucuyu iyice içine çekiyor.
İsimsiz mektup, bu coğrafyada kadınların yaşadığı bütün baskılara, acılara, şiddete odaklanmış bir çocuk gözü anlatımı. Babaları tarafından sadece şiddet zamanı hatırlanan; ismi ile bir kez bile çağrılmayan; yok sayılan; yalnızlığını eski bir kanepe altında bitleri ile paylaşan; hayatında ilk kez biri saçını okşadı diye, bahçe duvarı deliğinden dayısını yıllarca gözetleyerek hayata tutunmaya çalışan; hiç konuşmayan bir çocuğun gözü…
Günlüğün sahibi ise, Hizbullah tarafından kaçırılan yitik bir kişilik. İçindeki boşluğu dolduramamanın ikircikli ruh hali içinde bazen umutlu, bazen umutsuz; sevgisine tutunmaya çalışırken, aynı zamanda ölüm tehditlerinin yarattığı korku ve endişe içinde hayatın akışına kendini bırakmış bir karakter.
“Tarih yaşandıkça yazılmıyor, yazıldıktan sonra yaşanıyordu” dedirten, oğlunun kemiklerine kavuşmak için çırpınan bir baba;
“Sokağımızın kızlarını küstürmüşlerdi. Birer birer öldürüyorlardı kendilerini. Kimse onları görmüyordu. Onlar ise görünür olmak istiyorlardı. Kırıldıklarını bütün dünya bilsin istiyorlardı. Çok ani ve sertti cevapları. Görünür olmak için böyle bir yol bulmuşlardı. Artık genç kızların birbirlerini intihara sürüklediği bir yerdi burası.” dedirten, intihar eden kızını gömüp eve geldiğinde küçük kızının intihar ettiğini gören bir anne;
“Gördüğü her beyaz arabayı devlet sanan ve sırf bu yüzden ana caddelerde yürümeye korkan nesiller yetişti.” dedirten asık suratlı gençler;
“Onlar her gecemizi ihtilal renklerine boyadıkça, biz her gece devrim düşleri gördük. Bizim de payımıza direnmek düştü. Bedeli çok ağır olsa bile.” dedirten bir devrimci;
“İki dilli hayatımda hangi dili nereye koyacağımı bilemiyordum. Nerede hangi dili konuşman gerektiği konusunda kafam karışıktı.” dedirten Kürtçe konuştuğu için 37 kişilik sınıfta 36 kişinin yüzüne tükürülmesi cezası alan küçük kız; gibi hala gerçekliğini koruyan olaylar dizgisi ayrı ayrı vücut bulur her karakter de, direnci, umudu ve sevgiyi unutmadan üstelik…
İçeriğin ağırlığı açıkcası kitabı ve Ceyran’ı incitecek bir sözcük kullanmış olabilir miyim kaygısı ve endişesi oluşturuyor insanda. Kırılgan hayatlara bir doz daha eklemekten korkuyor insan. Sade bir okur olarak duygularımı sayfaların arasına akıttığım, etkileyici bir dil ve kurgu ile yazılmış bir roman olduğunu belirtirken, yazıyı Şeyhmus Diken’in toplumsal yüzümüze ayna tutan sözüyle bitirmek isterim.
“Büyük yasını yalnız yaşayan şehir”
![]()
|
- ZAMANIN BİR UCUNU DİĞER UCUNA TEYELLEMEK - 6 Mayıs 2022
- Zamana açılabilen kültür olgusu: Mitler… - 5 Mart 2019
- Çocuklarını Yiyen Satürn - 1 Ekim 2018
One Comment
Kalemine sağlık Leyla 🙂