
Ağrı Dağı kendini kaptırıp bir çırpıda okumayı sevenler ve elbette korku-gerilim müptelaları için ideal bir kitap.
Biz Türkler, Türkiye dışında bir yerlerde “bizden” bahsedildiğinde çoğunlukla gururdan göğsü kabaran bir milletiz. Misal, yabancı bir dizide bize ait herhangi bir şeyin adı üç beş saniyeliğine geçtiğinde günlerce bunu konuşur, tartışırız; kötü bir şekilde bahsedilmiyorsa diziyi adeta göklere çıkarırız çünkü onda “bize ait” bir parça vardır ve bu, diziyi hızlı bir biçimde benimsememize, hatta sahiplenmemize yeter de artar bile. Eh, hal böyleyken koskoca bir kitabın, hem de ödüllü bir kitabın kapağında “Ağrı Dağı” yazdığını gördüğümüzde ne yaparız? Tahmin edebileceğiniz gibi, normalde olduğundan fazla ilgi gösteririz. Bu yazının geri kalanı, Türklüğün bu “bug”ına kapılma ihtimali olan okurlar için; çünkü Ağrı Dağı beklediğiniz gibi olmayabilir.
Adam Holzer ve Meryem Karga dünyayı dolaşıp tırmanışlar yapan, daha sonra bunları kitaplaştıran maceracı bir çift. Nişanlı çiftimiz evlilik hazırlıkları yaparken bir telefon alıyorlar; Türkiye’de, Ağrı Dağı’nda şiddetli bir deprem olmuş ve içinde Nuh’un gemisinin olabileceği söylenen bir mağaranın ağzı ortaya çıkmış. İşi gücü, nikahı düğünü unutup bir koşu Ağrı’ya gidiyorlar çünkü eğer Nuh’un gemisi efsanesi gerçekse bunu dünyaya gösteren ilk kişiler olmak istiyorlar. Pek çok bürokratik işlemden sonra, Adam ve Meryem’e çeşitli ülkelerden ve Birleşmiş Milletler de dahil uluslararası kurumlardan gelen uzmanlardan oluşmuş bir ekip veriliyor.
Ekip, mağarada konuşlanıyor ve çalışmaya başlıyor. Gemi gerçekten de Nuh’un gemisi. Ama daha tuhafı, gemide tabuta benzer tahta bir kutu bulunuyor; içinde boynuzları olan ve oldukça şeytani görünen bir “şey”in cesedi var. Ne oluyorsa kutunun açılmasından sonra oluyor ve birdenbire ekipteki insanlar teker teker kaybolmaya başlıyor. Önce hiçbir ceset izine rastlanmazken günler geçtikçe vahşetin dozu artıyor ve etraf kurbanların kanlı cesetlerinden geçilmez oluyor. Bütün bunların sorumlusu meğerse kutuda buldukları cesedin ruhu, insanların içine girip çıkmayı iş edinmiş “iblis”, yani şeytanmış. Kitap, ekipten yalnızca bir avuç insanın hayatta kalması ve peşinden gelen ufak bir sürprizle böylece sonlanıyor.
Bir iblisin icraatları
Yukarıda bahsettiğim “bug”a sahip pek çok Türk’ten biri olarak kitaba çok hevesli bir şekilde başladım. Çünkü kutsal kitaplarda yer alan bir hikâyeyi alıp modern bir romana yedirmek kolay bir iş değil. Bir kere bu dinlere inanan milyonlarca insanı aşağılayacak bir şekilde yazmamak için çok büyük özen göstermek, ayrıca hikâyeyi çarpıtmamak da gerekir. Burada yazarın dini bir öyküyü aşağılamak gibi bir amacı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Christopher Golden bundan kıvrak bir manevrayla kurtulmayı başarmış çünkü kitabın odak noktası, başta okura sunulduğu gibi Nuh’un gemisi efsanesi değil, bir iblisin icraatları.
Peki, okurun beklentisi bu yönde mi? Kesinlikle hayır. Kitabın ilk yarısında çizilen yol, okuru yarı mitolojik yarı gerçekçi kurgu bir hikâye beklentisine sokuyor. Bu yüzden, daha çok Nuh’un gemisi efsanesiyle ilgili mantık çerçevesine oturtulmuş, orijinal hikâyenin devamı niteliğinde bir roman bekleyen okurlar haksız diyemem. Ancak ikinci yarıdaki keskin dönüşlerle bu beklenti buhar olup uçuyor, kitap mitolojik tabanlı bir gerilimden, şiddet dozu yüksek bir korku romanına evriliyor.
Golden, ırklar arası bir karakter yelpazesi yaratmayı başarmış, kitapla ilgili söyleyebileceğim en olumlu şey sanırım bu. Türk, Kürt, Amerikalı, İngiliz, Uzak Doğulu, kısaca pek çok ırktan insan kitapta mevcut; daha da güzel olanı, bu ırkların hiçbirinin bir diğerinden üstün gösterilmemiş olması. Ama bu iyi niyetli çeşitliliğin ufak bir eksiği var: Karakterlerin neredeyse hepsi derinliği olmayan, yüzeysel “tip”ler. Okur, başkarakterler Adam ve Meryem’le bile bağ kurmakta zorlanabilir. Buna ek olarak, olayların birbirini takip ediş hızı da gözden kaçacak gibi değil. Çok sakin seyreden bir sahne, sanki romantik bir film izlerken yanlışlıkla kanal değiştirip bir cinayet davası belgeseline denk gelmişsiniz gibi kanlı bir biçimde sonlanabiliyor. Bir ek olarak, cinayet sahnelerinin oldukça gerçekçi bir şekilde betimlendiğini korku sever okurlar için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Uzun lafın kısası, Ağrı Dağı kişisel olarak beklentimi pek karşılamasa da kendini kaptırıp bir çırpıda okumayı sevenler ve elbette korku-gerilim müptelaları için ideal bir kitap. Üstelik Bram Stoker En İyi Roman ödüllü ve bol görsel efektli bir Hollywood filmi için uygun bir aday olduğu şimdiden konuşulmaya başlanmış bile. Yani gelecekte yazarın ve kitabın adını daha çok duyabiliriz, hazırlık yapmak isteyenlere duyurulur!
Keyifli okumalar…
![]()
|
Okuma önerisi!![]() Doğuş Sarpkaya’nın incelemesi; “Gerçekliğe Dönüş”
|
- Ağrı Dağı’nda Var Bir Şeytan - 30 Haziran 2018
- Görünmez Adam; Hiç eskimeyen bir anti-kahraman! - 23 Kasım 2017
- Modern Lindisfarne: Sefer - 14 Ekim 2017