
Son dönemin özellikle öykü alanında dikkate değer adımlar atan yayınevlerinden biri olan NotaBene’den çıkan Ağrı Eşiği’ni Temel Karataş’la konuştuk.
Yeni öykü kitabı Ağrı Eşiği ile öykü raflarını özlenen bir hikâyeyle buluşturan Temel Karataş’la konuştuk. Karataş’ın öykülerinde rastladığımız şaşırtıcı eğretilemeler sohbet anında da karşımıza çıktı. “Akkor ampul aydınlığı simgeler, ama neon lambaları arasındaki otuz vatlık bir akkor ağrının ta kendisidir” diyerek tanımladı ağrıyı!
Bundan on iki yıl önce Yol Ağrısı ile hikâyeye adım attığında genç Orhan Kemal olarak anılmıştı Temel Karataş. Genç yaştaki bir öykücünün böyle “ağır” bir sıfatla anılmasının kendisi için zaman zaman bir yük olacağını da belirtmişti röportajlarında. Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülüne değer bulunan ilk kitabın ardından gelen Ufka Bakan Gemiler’in ardından üçüncü kitabı Poyrazın İşçileri ile Orhan Kemal Öykü Ödülünü de aldı Temel Karataş. Yani öyküsü nadir rastlanır bir nitelikte istikrar gösteren yazarlardan olmayı başardı. Gazetecilikten iletişimin farklı alanlarına geçen ve geçimini de yazıdan kazandığını belirten yazar, edebiyat dışında da başarılı işlerde yer almasına rağmen yazının perde arkasında kalmayı sürdürecek gibi görünüyor.
Son dönemin özellikle öykü alanında dikkate değer adımlar atan yayınevlerinden biri olan NotaBene’den çıkan Ağrı Eşiği’ni Temel Karataş’la konuştuk. Ancak edebiyattan öte, hayatı konuşmak çok daha iyiydi onunla.
Öncelikle, öyküde yeni nesillerle kıyaslanmayacak bir dil becerisi ve üslubu ilk kitaptan bu yana gözlemliyoruz. Bu sizin öykünüzün esasını mı oluşturuyor?
Aslında dil ve üslup edebiyatın esasını oluşturuyor. Ancak biliyorum sormak istediğiniz bu değil. Siz öne çıkan, bayrak tutan yanı mı, diyorsunuz. Ben yetersiz, eksikleri olan, kusurlu bir dille her edebi metnin yazılabildiğini, ancak öykünün bu hatalara karşı en toleranssız tür olduğunu düşünüyorum.
Yani eksik bir dil bilgisiyle roman, şiir yazılabilir mi?
Yazılabileceğini söylemedim aslında. Yazılabildiğini, dedim. İsim vermek uygunsuz olacak, ancak çok büyük yazarların kendisi kadar büyük kusurlarla yazabildiğini görüyoruz. Romanda bunlar pek göze batmıyor. Yapıyı da bozmuyor. Şiir ise zaten dilin ustalık alanı. İşte bu algının istismarıyla, bir cümleyi tam yazamayan, bir mısrayı öyle bir konduruyor ki, şiirin büyüklüğü onu yazarın dili gibi sunabiliyor. Öykü ise hem nesir hem yoğun. Çünkü kısa. Dil burada daha fazla öne çıkıyor. Bir cümledeki yanlış tercih ya da hata tüm metni yerle bir etmeye yetiyor. Yani bir beyaz noktanın en âlâ fotoğrafı değersizleştirmesi gibi.
Diyaloglarda da ancak Cumhuriyet dönemi usta öykücülerde görebildiğimiz beceriyi görüyoruz sizde. Ki bence Temel Karataş öyküsünün ayırıcı yanlarından biri. Farklı ağızlar aynı öyküde buluşup hayattaki gerçekliği neredeyse bire bir vermeyi başarıyor. Bu çalışılmış bir mesele mi?
Aslında farkına varmadan çalışılagelen bir mesele… İnsana, yaşadığın coğrafyaya, kültürlere duyarlılık… Temelinde, annemle babamın tamamen farklı coğrafya ve farklı kültürlerden gelmesi yatıyor. Evde iki ayrı Anadolu ağzı vardı. Orta Anadolu ve Doğu Anadolu. Bunları doğal olarak bilirim. Ötesi ise biraz birikim biraz da uğraşla oluyor. Uğraştıran yanı, mühendislik kısmı. Kabul etmeliyim ki yalnızca sezi ve gözlemle olacak iş değil. Yani kastettiğim, bir bölgenin yerel kelimelerini ve deyimlerini kahramanlarının ağzına serpiştirirseniz ortaya edebiyat ya da öykü değil ucuz yapım yerli televizyon dizisi senaryosu çıkar!
Görülen dili de belirliyor
Yalnızca coğrafyada ve kültürde değil, meslek grupları, gelir grupları, siyasal gruplar gibi alanlarda da görüyoruz bu çeşitliliği. Kahramanlar gerçekten kendi doğal ortamlarında gördüğümüz gibiler… Özellikle emeği, azınlıkları, haksızlıkları kimi zaman yüzeyde kimi zaman derinde mutlaka görüyoruz öykünüzde.
Aslında tüm bunlar hayatın neresinde durduğunuzla yakından ilgili. Ben steril bir ortamda dünyaya gelip, pamuk gibi yumuşak bir hayata akmadım. Yani bu anlamda azınlıktan değil çoğunluktanım. Hepimiz gibiyim. Peki ben hepimiz gibiysem, neden benim yazdıklarım, kahramanlarım, mekanlarım, dilim farklı geliyor? Asıl bu sorulmalı. Yalnızca bana değil, bu dediğiniz nitelikleri taşıyan bütün yazarlara “sahi nasıl görüyorsun bunları arkadaş?” diye sorulmuştur hep. Ben de diyorum ki, yahu siz niye görmüyorsunuz? Otomobil pencerenize atlayan bebeleri, atölye ile gecekondu arasında mekik dokuyan işçileri, direksiyon, makine başında ter üstüne ter dökenleri… Bunlar bir tek bana mı görünüyor? Vaktinde Orhan Kemal’e, Yaşar Kemal’e ne bileyim, Kemal Tahir’e mi görünüyordu yalnızca? Demek ki görülen ayrıntı -ki aslında genel resimdir bakışa göre- dili ve üslubu da beraberinde getirebiliyor. Görülen, dili de belirliyor.
Neonlar içindeki ampul ağırdır
Bu dil ağrının dili mi? Ağrı sıkça kullandığınız bir şey, bir olgu… Ya da size sorayım, nedir sizdeki ağrı?
Ağrı hayatın kod adı. Başka bir şey değil. Yani arabesk ya da tıbbi bir kavram değil(!)
Tam üstüne söylediniz, diyecektim ki ironi, mizah da var bu ağrıda. Az önceki gibi, yani tıp ve arabeski buluşturabiliyorsunuz olmadık yerde. Buna gülebiliyoruz işte…
Tam üstüne söylediniz siz de! Diyecektim ki, hayatta bunların hepsi var. Ağrı neydi? Hayat. Yani tüm bu duyguların toplamından çıkan resim ya da nihai fotoğraf güldürmüyor, ağlatmıyor da, sinirlendirmiyor, kinlendirmiyor. Nihai fotoğraf ya da bu duygu harmanının ürünü ağrıdır. Mekân, zaman… Bunları görmezseniz, fonu seçemezseniz duyguyu seçmek zor olur. Mesela ampul nedir? Otuz vat bile olsa, aydınlatır, ışık verir. Karanlıktan kurtarır. Simgeledikleri bunlar. Şimdi alalım o ampulü. Bakın şöyle bir yerde görelim: Neon ışıklar içinde cılız yanan bir akkor ampulü gördünüz mü? Neyi aydınlatıyor? Ancak kendini. Buradayım demeye bile gücü yetmiyor. Neydi ampul? Neyi simgeliyordu? İşte ağrı budur.
Öyle ki bundan on iki yıl önceki ilk kitabınızla bile “klasik hikâyeyi yeniden diriltecek yazar” gözüyle görüldünüz kimi kesimlerce. Ancak takip edebildiğim kadarıyla edebiyat üzerine konuşan ya da bu alanda çalışan biri değilsiniz.
İlginçtir, bu sözü söyleyen ve yazan değerli öykücü Necati Mert, benim Türk dilinde okuduğum en iyi öykülerin, denemelerin yazarıdır. Yaşayan Sait Faik’tir, yaşayan Salah Birsel’dir… Bu büyük isimlerin bir kısmında da büyüktür. Hal buyken değerli üstadımızın gücü bile düşen öyküyü yerinden kaldıramaya yetmedi(!) Demek ki nasıl sağlam düştüyse… Yani, lütfetmiş iyi düşüncelerini dile getirmişler bunları diyenler. Ben kendi kıyımdan yüzüyorum. Hepsi bu. Edebiyat meselesine gelince… Anlamadığım bir şey var. Özellikle genç yazarların, yazdıkları üzerine röportaj verip ne yazdıklarını, neyi kastettiklerini anlatmaları. Yahu, bunu kitabında aktaracaksın. Ne anlattığını yeniden anlatma ihtiyacı duyuyorsan o iş olmamış. Ama gel gör ki, sayfa sayfa fotoğrafları basılıyor bunların. Meşhurlar yani. Ben edebiyatı bilmem. Bu nedenle çok şımarık bir günümde değilsem konuşmam.
Reyting getiren malzeme değilim
Genç yazarların meşhur olmaları sizi kızdırıyor mu? Siz neden yoksunuz hiç ortada?
Ben ortadayım. Hepsinden çok ortadayım. Bahariye’deki çaycıdayım. Orta yerde. Çayı iki lira yaptılar, tartıştım. Küstüm. İki liraya çay olmaz dedim. Onlar da “kira çok be ağbi, senden bir buçuk alalım” falan dediler. Ortada olmak bu. Sizin ortadan kastınız neydi? Hatta bazen Moda tiyatrolarından çıkarken ya da köpeklerini gezdirirken önümden geçiyorlar. Trendlere tam uyuyorlar. Dizi starı gibi giyinip illa ki Moda’da ya da Cihangir’de oturuyorlar. Benim bir zamanlar ünlü bir dondurma markası için yazdığım basın bültenlerindeki tenage tavsiyelerime tam uymuş gibiler! İmza isteyecek oluyorum. Bakıyorum benden başka tanıyan yok, vazgeçiyorum! Kimseye kızdığım yok yani. Ben prim yapmıyorum, o yapıyor. Yani reyting getiren malzeme değilim! Reyting nerede medya-magazin orada.
Kitaba geçmek istiyorum ama bir türlü geçemedim… İlk dönemlerde sokağı ve taşrayı daha çok kullandınız. Özellikle zor bir alan olan argo kullanımı etkileyiciydi. İkinci kitapta biraz daha kente dönüşü gözlemledim. Ama emek ve öteki her daim esas maya gibi sanki. Ağrı Eşiği’nin farkı ikinci bölümdeki kısa metinler mi? Öykü diyelim mi bunlara da?
Zamanla kente dönüş doğru bir tespit. Ben de fark ettim bunu. Oysa ne yaşam alanım değişmiş ne ortamım. Nedenini bilmiyorum. Önemli de değil. Belki mekân olarak taşra malzemesini bitirmişimdir. Tekrara düşmek iyi değil. Ağrı Eşiği’ndeki o kısalara ne diyeceğimi bilemedim ben de. Ama yeri, nereden çıktığı belliydi. Onları birkaç defterden derledim. Çünkü ağrının eşiğini yükselten metinlerdi onlar en kısa tabirle. Ya da okurun eşiğinin yüksekliğine göre, ağrı olmayanla ağrı arasındaki eşik. Defter notları ya da defterden demeyi uygun buldum kendi özelimde. Başkaları ne der bilemem. Bazıları kısa kısa öykü ya da kıpkısa öykü… Ne bileyim, kısalama diyelim gitsin. Bu iyi oldu(!)
- “Ağrı hayatın kod adı” - 8 Aralık 2016
FACEBOOK YORUMLARI