Beri Zaman Mahallesi… Geçtiğimiz ay Yazılama yayınevinden çıkan Ahmet Antmen’in yeni romanı…
Bir tarihsel kesit olarak karşımıza çıkan bu romanda; bir yandan dönemin kendi koşullarıyla kendini nasıl hazırladığına bakış fırlatırken bir yandan da bu koşulların insan hayatında ne denli derin izler bıraktığına tanıklık ediyoruz. Ve Sayın Ahmet Antmen ile gerçekleştirdiğimiz söyleşimizin konusunu da bu oluşturuyor.
Buyurun birlikte bakalım Ahmet Antmen’in gözünden Beri Zaman Mahallesi’ne…
Romanda iki kesime de bir bakış var ve ana unsuru çatışma oluşturuyor. Gerek karşıt gerekse aynı grupların arasında olan çatışma… Bu fikirle mi yola çıkmıştınız romanı kaleme alırken yoksa yazma süreciyle mi şekillendi bu unsur?
Öncelikle bu sorunun romana dair çok iyi bir giriş sorusu, bir ilk soru olduğunu söyleyerek başlamak isterim. Beri Zaman Mahallesi, henüz ithaf kısmında, “aynı” olarak nitelediğiniz grup içerisinde peşinen bir ikiliği vurgulayarak başlıyor. Kesişim kümesi saklı kalmak kaydıyla, devrimcilere ve geride mezar taşından başka şey bırakmayanlara ifadesiyle açılıyor. Kitabın içerisinde farklı bir bağlamda dillendirilen, “Taze acı ikiye bölünmez, iki tarafı da bir vururdu.” cümlesi bahsi geçen bu iki grup için ayrı ayrı ve tümleşik olarak dikkate alınabilir. Ancak romanın bütününde, gerek “aynı” gerekse “karşıt” arasındaki ve bu grupların kendi içlerindeki çatışmaları dualist bir yapı içerisinde vermekten bilinçli bir biçimde kaçındım. Bireylerin en kötü sonuçlara çıkan yollardaki serüvenlerini bile siyah-beyaz gibi kesin çizgileri olan bir yaklaşımla aktarmadım. Örneğin, “Bu tip insanları ben bu kadar anlamaya çalışabilir miydim, bilemiyorum.” diyenler oldu. Ben nihai durumdan ya da varış noktasından çok, oraya gidilen yolu ön plana çıkarmayı tercih ettim. Böylesi bir tutumu neden mi takındım? Birincisi, ben bu karakterleri, evet belki en kötülerini bile bir olmuşluk evresinde değil, oluşum sürecinde aktarmayı tercih ettim. Diğer türlüsü, en kötü durumda dâhi gözümüzde ışıldayan o değişim, dönüşüm umudunu diri tutmamızı imkânsızlaştırırdı. İkincisi, salt olumlu ya da salt olumsuz karakterler ancak biçim merkezci bir bakışın sonucu olabilir. Ben, toplumcu bir edebiyatçı olarak ister istemez içerik merkezci bir akımı ve içeriği esas alan bir içerik-biçim uyumunu yakalamaya çalıştım. Çatışma öğesinin ana unsur olması bu nedenle son derece doğaldır. Aynı grup içerisindeki çatışmaları vurgulamak da hem gerçekçi duruşun bir çıktısı hem de nostaljik mükemmeliyete ya da methiyeye bir karşı duruştur. Beri Zaman Mahallesi geçmiş bir zamanda da geçse, özellikle dil kullanımı, karakterler, kişilerarası ilişkiler ve olaylar söz konusu olduğunda geçmişe övgünün uzağında duruyor. İnsanı bir olanağın keşfine değil, bir arayışın zorlu güzelliğine davet ediyor.
“5000 yıldır değişmedi. İktidar, daha güzel ve başka bir dünya düşünü barındıranları susturmanın, yok etmenin adı oldu.” diyor sayın Umut Ünalan kitabınızın tanıtımında. Kitaptaki çatışmanın çıkış noktasını da aslında bu iktidar şiddeti oluşturuyor. Peki, size göre bu baskıcı ve ses kesmeye yönelik tutum iktidarın kendi yapısından mı yoksa iktidar algısından mı kaynaklanıyor?
Ben çoktanrılı dinlerin bir boyutta yaşamını sürdürdüğünü düşünüyorum. İnsan, binlerce yıllık alışkanlıklarını, yerleşik değerlerini ve kutsal bildiği varlıkları bütünü bütününe terk edemiyor kuşkusuz. Bugün psikanalizden romantizme uzanan geniş bir entelektüel yelpazede insanın özüne dair tartışmaları görüyoruz. Sosyal sözleşme kavramı üzerindeki farklı bakış açılarını anımsayalım. Hobbes’un Leviathan’ınından taşan baskıcılığı, Rousseau’nun eşitlikçi ve özgür toplum dünyasındaki naif tutumu, Bentham’ın acımasız rekabetçiliği temelini hep insanın özüne, diğer bir deyişle “id”ine yönelik saptamalardan alır. Toplumsal, bireysel ve türsel dönüşüm arasında bir koşutluk kurmaya çalışır bu düşünce biçimlerinin hepsi. Sosyalistler ise insanın özüne değil, özsel yolculuğunda ilk andan bugüne geçirdiği dönüşüme mercek tutmanın faydalı olacağını vurgular. Bu dönüşüm şüphesiz ki yüz binlerce yıla yayılmış tezlerin ve anti-tezlerin izlerini taşır. İktidar, tarih boyunca kazandığı özellikleri insanın kendine yüklediği anlamlarda pekiştirmiştir. Kuraklık, su taşkınları, depremler, hastalıklar gibi doğal ya da savaşlar, istilalar, teknolojik hezimetler gibi beşeri sebeplerle yerleşik yaşama geçişini sığınma, barınma ve korunma ihtiyaçları ile pekiştiren insan rüzgâr, güneş, su, savaş, aşk tanrılarının ya da tanrıçalarının yanına bir de adını koymadığı bir tanrıyı eklemiştir: iktidar tanrısını. O da her tanrı gibi süreç içerisinde mazmunlaşmış, biçimselleşmiş bir kudrete sahiptir. Ama yine her tanrı gibi insanın ona yüklediği anlam olmadan çaresiz ve yetersizdir. Tapınanı olmayan dinlerin tanrıları tedavülden kalkar çünkü.
Beri Zaman Mahallesi bir tarih kesiti sunuyor bize, 80 darbesine giden süreci takip ediyoruz evladının ölüm haberini bile alamayan bir annenin gözyaşları, futbol sahasındaki çocukların adımlarıyla birlikte. Gerek faili meçhulleri gerekse kayıplarıyla oldukça karanlık bir dönem. Neden bu dönemi tercih ettiniz? “Cevap sorunun içinde saklı; karanlık bir dönem olduğu için” diyebilir miyiz?
Bu dönemi tercih etmem karanlık bir dönem olmasından ziyade, sonrasındaki karanlık dönemin miladı olmasındandır. Tarihin öyle bir noktasıdır ki bahsi geçen dönem, 1989’da Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne kadar gidecek bir karanlığın bireysel, ailevi ve toplumsal tarihteki bir dekadansın başlangıcı niteliğindedir. Bu dönemle açılan perde, aynı zamanda ve her şeye rağmen hayatın ve mücadelenin farklı mecralardaki devamlılığın, devrimci inadın ve insani özlemlerin gizil güçlenme dönemidir. Çocukların adımları o yüzden ve ne güzel ki en çok duyulandır.
Karakterlerin fikirlerinin yanı sıra duygularının da temeli karşımıza çıkıyor. Gerek Servet’in üniforma düşkünlüğünün çocukluk travmalarına dayanması gerekse Öner Bey’in çocuk sahibi olamamasından kendini Tanrı’yla ilişkilendirmesi olarak… Buradan yola çıkarak fikirleri şekillendiren şeyin edinilen bilgilerin değil temelde duygular olduğunu söyleyebilir miyiz?
Karakterleri oluştururken biraz da bilinç faktörünün oluşumunun gerçekçi bir tahliline ihtiyaç duydum. Çok ayrıntı vermeden söylemek gerekirse, Servet gibi bir karakterin Varoluşçuluk’ta olduğu gibi “fırlatılmış özünü” gerçekleştirmeye çalışan bir öz arayışçısı olması beklenemezdi. Onun bilinç sürecinin “kendiliğinden” bir süreç olması kaçınılmazdır. O, koşulların oluşturduğu bir kişidir. Doğal olarak da, varoluşsal kavgası ve tepkileri duygularıyla temellenmektedir. Öner Bey içinse durumun biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Öner Bey’in “kendiliğinden bilinci” ile “kendinde bilinci” arasında bir gerilim mevcuttur. İd ve süper-egosu arasındaki çatışkı onun karakterinin bir sentezini sunmaktadır. Dolayısıyla, onun duyguları dâhi bilinç faktörü ile çok iç içe bir yapıda salınmaktadır. Bu noktada, fikirleri salt bir bilinçle şekillendiremediğimizi, nesnel koşulların bizdeki yansıması olan duyguların çoğu noktada baskın çıktığını elbette ki söyleyebiliriz. Ancak kimi karakterler zaten bunu fark bile etmezken, diğerleri bununla bir savaş halindedir. Kimisi uyumlulaşma yolunu seçerken, kimisi de baskılamayı amaçlamaktadır. Ya da aynı kişi uyumlulaşma ve baskılama arasında bir denge arayışının yolcusu olabilir.
“İnsanlar dünyanın düz olduğuna inandıklarında ufuk çizgisinin ardını hesaba katmıyorlardı. Gözlerinin görmediği yer yoktu onlar için. Dünya düz kalsaydı ne Hatemi olurdu ne de Ali Uygur.” Servet karakterinden duyuyoruz bu sözleri. Bu bir inanç ve bilgi çatışmasının yansıması mı?
Pek tabii ki öyle. Aslında bu soru yukarıdakini bütünleyen bir soru. Servet gibi karakterler, ya da bilinci nesnel koşullar tarafından belirlenenler, bu belirlenimin sıkılığını tercih ederler. Bunun için de bilmek değil inanmaktır asıl olan. Ve ne kadar az bilirlerse o kadar çok inanıp, o kadar koşulsuz teslim olabilirler. Bu teslimiyet kendilerini de aklamaları için bir araç, bir aracıdır.
Deniz ve kuş (özellikle de martı) vurgusu dikkat çekiyor. Farklı insanlar ama aynı gökyüzü, aynı deniz, aynı kuşlara bakıyorlar farlı görseler de… Bu bir sonsuzluk ve özgürlük metaforu mu sizin romanınızda?
Kuşlar; özellikle martılar ve serçeler, şiirlerimdeki gibi romanımda da önemli bir yer tutuyor. Ama benim martılara bakışım İstanbul’dan değil de Çukurova’dan; Mersin’den olduğu için sanırım geleneksel algının biraz dışında. Biz, martıları ve serçeleri daha çok sokağımızın ortakları gibi görürdük. O kadar naif varlıklar değillerdi bizim için. Karşılıklı bağrıştığımız, peşlerinden koştuğumuz, peşimize düşen… Gerilimli bir ilişkiydi yani. Kayalıklardan düşüp yaralanmamıza sebep olan bir ilişkiydi. Biraz aşk, biraz dostluk gibiydi. Serçelerse, çocukluğumuzun sorguçları gibidir. Dolayısıyla, Beri Zaman Mahallesi’nde birer özgürlük ve sonsuzluk metaforu olarak nitelenebilirler. Ancak ötesi de var. Aşkın, dostluğun ve çocuksu soruların da kaynağı gibidirler. Yani belki de gözden düşmüş, çocuklara kalmış mitoloji kahramanları gibi.
“Ölümlerin sayısı arttıkça yaşayanların içindeki ölüm salgına dönüşür, yavaş yavaş toplumun tüm hücrelerine sızar.” Siz romanınızda beri zaman mahallesini anlatıyorsunuz. Fakat bugüne dönüp bakacak olursak dinamikler her ne kadar değişmiş olsa da ölüm salgını başucumuzda. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi “Hayat tekrarların tekrarından mı ibaret?”
Romanda bu cümlenin hemen öncesindeki iki cümle kanımca burada anlatmak istediğimi biraz daha belirginleştiriyor. “Ölüm çünkü bir kişiyle sınırlı değildir. Ölenin etrafından da
parçacıkları koparıp götürür.” Burada, insanın hem ölümle, ölümle ilk tanışmasıyla duyduğu dehşetli yabancılaşma ve anlamlandıramama süreci söz konusudur; hem de ölenin yaşamının etrafındaki kişilere bölüştürülmesi. Bu paylaşım, gidenin ardından saklanan tek bir nesnede, örneğin bir futbol topunda ya da tek bir gülüşte açığa çıkabilir. Bu paylaşım, düşüncelerin ve mücadelenin çeşitli evrelerinde bir dirence dönüşebilir. Bu paylaşım, sevgiliyi öperkenki hislerde dile gelebilir. Bu paylaşım, yıllar sonra senin ömrün pay edilirken, emaneti gururla taşımanın huzuruna dönüşebilir. Bu paylaşım, insanı sadece geride kalana değil kendi değerlerine de daha da sıkılayan bir bağı doğurabilir. Can Yücel, Ve ölüm ki benim bu ölümlü dünyaya gelmemle / Beraber dünyaya gelen maşallahı var oğlum, Ona ben analık ettim, onu ben elimde büyüttüm, diyor Requiem isimli şiirinde. Değişmeyen tek şey budur. Ölümü biz ellerimizle büyütürüz. Ama büyüttüğümüz bu çocuk bile asırlar içerisinde o kadar değişmiştir ki. Kimi ölü en sevdiğini yanında istemiştir, kimisi yakılıp doğaya karışmayı, türlü cennetleri vardır kimilerinin. Dolayısıyla, ölüm bile durmaksızın değişirken, bence hayatın tekrarların tekrarından ibaret olması mümkün değildir. Keşke olabilseydi. Çünkü o vakit hangi takıma karşı oynarsak oynayalım, ilkini değilse bile ikinci maçı kesin kazanırdık. Ya da ikinci maça hiç çıkmazdık. Bu kapsamlı ve nitelikli söyleşi için çok teşekkür ederim.
Asıl ben teşekkür ediyorum Sayın Antmen’e tüm sorularımı sabır ve samimiyetiyle yanıtladığı için…
- Beri Zaman Mahallesi
- Yazar: Ahmet Antmen
- Türü: Roman
- Baskı Yılı: Kasım 2016
- Sayfa Sayısı: 188 Sayfa
- Yayınevi: Yazılama Yayınevi
- Sıcak Kafa; “Sözlerin rengini hareketlerin makamına tercih etmeyen bir roman” - 4 Nisan 2018
- Olivia Laing anlatımıyla özel bir şehir: Yalnızlık… - 9 Mart 2018
- Bir Vakitsiz Kaybeden: Albert Karako - 19 Ocak 2018
FACEBOOK YORUMLARI