Tarih konusunun İlber Ortaylı merkezli olarak, belli bir popülerlik ölçeğinde sürekli gündemde olması, sokağı beklendiği kadar geliştirecek mi, bunu ilerde göreceğiz.
İlber Ortaylı’nın, nam-ı diğer İlber Hoca’nın tarih bilimi alanındaki yeri tartışılmaz. Ülkemizin tarihle imtihanında ne denli bol sıfıra mazhar olması gerçeği nedeniyle, üstat Ortaylı’nın ülkemiz için önemli bir bilim insanı olduğunu söylemeye gerek yok. Bu imtihan özellikle ve sürekli olarak sınıfta kalma, çakma ile birlikte yapışık ikiz gibi olduğu dikkate alındığında, daha nice hocalara ihtiyaç duyulduğu açıktır…
Tarih konusunun İlber Ortaylı merkezli olarak, belli bir popülerlik ölçeğinde sürekli gündemde olması, sokağı beklendiği kadar geliştirecek mi, bunu ilerde göreceğiz. Ama akademik tarih düzleminde tartışılmaz bir köşe taşı olduğu ve hep öyle olacağı bilinen bir olgudur.
“Sokak” daha çok popüler tarih ile tavlanır ki, bu da başka bir gerçek. Baştan belirtelim ki, bu yazıda popüler tarih nitelemesi asla olumsuz anlamda kullanılmamıştır. Her zaman vurguladığımız; tarih konusunda övünmekte dünya birincisi olup, tarihi bilme konusunda ise sonlarda olma gerçeğimiz vardır. Bu nedenle, popüler tarihle ilgili kaynaklar oldukça işe yarar bir işleve sahiptir. Geçmişte Ref’i Cevat Ulunay ve Reşit Ekrem Koçu’nun eserleri, tarihin sokaktaki insana ulaştırılmasını sağlamıştır. Bu kitaplar, popüler tarihin ne denli ustalık işi eserlere yol açtığı sağlam örneklerdir.
Son zamanlarda, görünüşte tarihselmiş gibi sunulan televizyon dizileri, tarihle imtihanımızda veya ilişkimizde temel kaynağımız haline gelmiş durumda. Bu konuda kanallara bir önerimiz olabilir: Dizi sonunda izleyiciye birer tarih lisansı diploması versinler ki, dünya ölçeğinde lisanslı tarihçi oranımız artsın. En azından diplomalı cahiller olalım. Devam zorunluluğu da nasılsa sorun olmaz. Çünkü her bölüm kaçırılmadan izlenmekte! Böyle bir aşamada işte popüler tarih bile dede ilaç olabilmekte. Öyle ki, mevcut durumdaki olumsuz tablo, popüler tarihe akademyanın olumsuz bakışını belki biraz törpüleyebilir.
Kabataslak çizdiğimiz bu tabloda bir de “İlber Tarihi” var. Bir ayağı akademik tarihte, bir ayağı popüler tarihte. Sözü bu kadar uzatmanın nedeni, İlber Ortaylı Hoca ve onun “Türklerin Altın Çağı” adlı kitabına dair eleştirel yaklaşımımız… Bu kitaba ilişkin bazı eleştirilerimizde, tarih alanda, dolaşımda olan koyu cahilliğinin etkisiyle bir yumuşak geçiş kaygısı taşımışızdır belki. Ancak, kitabına önsözünde Hoca’nın yazmış olduğu, “meslektaşların ve okurların eleştirisine açık” biçimindeki icazetinden güç aldığımızı belirtelim. Hoca, bu önsözde amacının, yukarıda bizim de değindiğimiz gibi, tarih konusunda bir ilgi uyandırmak olduğunu belirtiyor.
İyi tarafından bakmak
Kitabın soru yanıt yöntemiyle oluşturulması, başta da belirttiğimiz gibi, herkesin okumasını sağlamak ve anlamasını kolaylaştırmak gibi bir özelliği var. Kitapta, yeni bir tarih yazımına girişildiği düşüncesi yer alıyor. Belli bir kronolojik ve tematik sistematiği olmasına karşın, farklı başlıklardan ve “istenildiği sorudan” okunmasının olanaklı oluşu, yenilik düşüncesinin bir sonucudur belki. Her ne olursa olsun, seçilen bu biçim, bir olumlu nitelik.
Türk tarihinde, Osmanlıyı merkeze koymakla birlikte, tarih eğitiminde, 12. yüzyıldan yirminci yüzyıla uzan süreçte, Cengiz, Timurlular ve Babürlülerle birlikte genel bir Türk kuşağının eş olarak ele alınmadığını saptaması (s.7-8) çok önemlidir. Türkiye’de Cumhuriyet-Modernite eleştirilerinde, Arap dünyasına sırt dönülmüş olması söyleminin samimiyeti veya akademik doğruluğu açısından önemli bir başlık ve turnusoldür bir bakıma. Çünkü, Cumhuriyet sonrası “Araplara sırt dönülmesi” tartışması bir yana, bu eleştiri sahiplerinin, Osmanlı dışındaki Türklere ve Türk tarihine gözlerin hepten kapalı olması gibi bir durum vardır aslında.
“Türklerin Altın Çağı” yeni bir tarih yazımı düşüncesine uygun biçimde, Türk tarihini anlatırken, Türklere dair tarih bilgilerini geniş bir yelpazede, geniş bir malumat demeti içinde sunuyor. Türklerin komşularını ve özel konum ve durumlara dair farklı saptamaları da içererek. Örneğin Akdeniz’in Türk gölü olması efsanesine de (s.28) bu arada neşter vuruyor. Kitabın hem kapsamlı hem de kısa ve özet olması; popülerlikle birlikte akademik olanı sentezlemesine, bir “İlber tarihi” nitelemesini yapmamız mümkündür.
Bazı sorunlar, Hoca’nın affına mağruren…
Pek çok olumlu yanına ve yeni bir tarih yazım iddiasında bulunulmasına karşın bazı eski yanlışlar ne yazık ki İlber Hoca’da da var!
En başta, Yavuz Sultan Selim meselesi. Osmanlı tarihi içinde Yavuz Sultan Selim elbette çok önemli bir kişiliktir. Ancak onun önemi, bazı tarihi gerçekleri de telafi etmez. Anadolu’da Alevi/kızılbaş kıyımı bu dönemde yaşanmıştır. Hoca bunu reddetmiyor, ama telafi etme çabası içinde olduğu görülüyor. Kitap için büyük bir gediktir bu bakış açısı. Bu konuda, kabul edilebilir olmasa bile, yazarın resmi tarih çerçevesinden baktığı düşünülebilir. Ama, Yavuz konusunda bir büyük eksiklik daha yapılıyor; Yavuz’dan sonra dört asır, Doğu ve Ortadoğu’nun sulh içinde olduğu ileri sürülüyor. Hem de “sulh içinde 4 asır” biçiminde sayı ile (s.234, 248, 250) yazılarak. Yeri geldiğinde tarih eğitimine ve yanlış yaklaşımlara ağır bir biçimde “çakan” Hoca (s.183) Yavuz dönemi için oldukça esnek bir tutumla, meselenin etrafından dolanarak geçmeyi seçiyor gibi bir görüntü veriyor.
Doğu ve Ortadoğu’ya baktığımızda, Celali isyanlarından, Yemen’de Zeydi isyanlarına, Arap vilayetlerindeki ve Anadolu’daki vali isyanlarına varıncaya kadar, ortalık hep karışmış. Kan ve çatışma eksik olmamış. 1566’da Yemen’de İmam el-Muhtar ayaklanması, 1630’da yine Yemen isyanı, 1800’lerin başında Vehabilerin Mekke ve Medine’yi işgali, yakıp yıkmaları, Nadir Şah’ın 1733’de Badat’ı kuşatması gibi daha bir çok kanlı savaş, isyan ve ayaklanma bu dört asırlık dönemde yaşanmıştır. Buradaki sulh, aslında galiplerin sulhudur. Ki bu konu çok su kaldırır bir durumdur.
Bunların dışında, Hoca’nın yanlışlığından geldiğine inanmadığımız, tamamen editöryel hatalardan kaynaklanan sorunlar var: St. Jean Şövalyeleri’ne, bunlar daha Rodos’ta iken ve adları bizim tarihimizde Rodos Şövalyeleri olarak anılırken, “Malta şövalyeleri” denmesi (s.202) gibi eksiklikler, kitaba ciddi bir hasara sebebiyet veriyor doğrusu.
Yine, çözümü zor cümleler (s. 247) ve yoğun bir tekrara rastlıyoruz. Özellikle Fatih ve Yavuz bahsinde. Bunların da birer editöryel eksiklik olduğunu düşünüyoruz. Bu tekrarlar, en azından kitabın akademik veçhesine zarar veriyor.
Son bir konu, kitabın adı; ‘’Türklerin Altın Çağı’’ nitelemesi çok ciddi bir içeriği gerektirir. Osmanlı tarihi alanında 15. Ve 16 yüzyıllar için “Osmanlı yüzyılı” dendiği de bir vakadır. Ama bu “Altın Çağ” adlandırması için yeterli değildir. Çünkü, bu iki yüzyıl, imparatorluğun hep bir kurma/geliştirme sürecine tekabül eder. Yani durmuş oturmuş ve tamamlanmış bir dönem söz konusu değildir. Bu bakımdan adlandırma sorunludur. Nitekim İlber Ortaylı bu adın kitaba “naşir tarafından uygun görülüp verildiğini” bir televizyon programında açıklıkla söylemiştir. İşte burada popüler tarih meselesinden, popüler olanın tuzağına düşmekten söz edebiliriz. İlber Hoca’dan böyle bir “cahilce” davranış beklemeyiz çünkü!
Editör meselesi
Yukarıda İlber Hoca’nın kitabının editöryel meseleden dolayı aksadığını belirtirken aşırıya kaçmadığımızı düşünüyoruz. Bu önemli bir mesele çünkü. Bir farklı örnek bu savımızı destekler niteliktedir: Murray Bookchin “Özgürlüğün Sosyolojisi” adlı kitabının 1991 baskısının önsözünde yazar; editörün emekli olması, kitabın önceki basımını yapan yayınevinde basılamaması için kesin ve mutlak bir engeldir. Oysa çok uzun zaman üzerinde çalışmıştır. Yeni baskısını yapmak istemektedir. Ama editörün emekli olması, önceki baskıyı editörün çalıştığı o firma yapmış olsa bile, yeni baskı için yayınevinin şansı hiç yoktur. Bizim yayın dünyamıza ne kadar uzak bir durum…
Bu arada belirtmek gerekir ki, kitabın sorulara yanıt biçiminde, bir görüşme biçiminde olması, yayına hazırlayanları ve bir editörünün olması ile, belirttiğimiz “editöryel mesele” bir ve aynı değil. Mesele, yayıncının kitaba isim koymasından başlıyor, editör ve yayına hazırlayanların “tirani” yetkilere sahip olamamasına kadar uzanıyor.
Alanında bir “kutup” olanı eleştirmek!
Yukarıda saydığımız nedenlerle, ayrık tuttuklarımız dışındaki sorunlar için, her şeye karşın Hoca’ya kusur bulmak, kitap ve yayın alanındaki mevcut gerçekliğimiz nedeniyle biraz zor.
Bu aksaklık, eksiklik ve yanlışlıklar, kitabın okunmamasını gerektirmiyor. Bunlara karşın önemli bir kitap. Kitabın az okunduğu, tarihin pek bilinmediği somut koşullarımızda, böyle kitaplara ihtiyacımız var. Ama gördüğümüz ve kişisel olarak yanlış ve eksik olarak değerlendirdiğimiz konuları da, en azından kendimize ve okura saygı bağlamında dile getirmek zorundayız.
Belki de konu İlber Ortaylı olunca, bu denli sakınımlı ve eleştirin etrafından dolanan bir dil kullanmışızdır. Kim bilir!
|
- Azerbaycan Şiiri ve Çağdaş Bir Derviş, İbrahim İlyaslı - 1 Kasım 2018
- Paslı Bir Kelime; Umut - 15 Eylül 2018
- Zor Olanı Yazmak; Kırgın Çocuklar Mevsimi - 1 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI