Altay Öktem: “Hepimiz yaşadığımız toplumun, yaşadığımız çağın içindeki birer kurban değil miyiz?”
Edebiyatın çeşitliliğiyle derinleşen ve derinleştiren Altay Öktem, farklı dil ve kurguyla işlenmiş Thomas Düşerken romanı ile çıktı karşımıza. Anlatım gücü oldukça yüksek olan kitap, okurun aklını kurcalayarak sürükleyici bir anlatıyla başlıyor ve bitiyor. Kitap boyunca bizlere Paris’i, Münih’i ve İstanbul’u gezdiren sevgili Öktem ile Thomas’tan konuşurken biraz edebiyat biraz da insandan bahsettik.
- Gerçekle kurgunun iç içe geçtiği ve oyunun içinden bizi selamlayan farklı bir dille yazılmış bir kitap Thomas Düşerken. Thomas’la ilk buluşmanız nasıl oldu?
Thomas’la 2005-2006 yıllarında, Penguen dergisinde yazarken tanışmıştım. Maceraları ara sıra küçük anekdotlar halinde yazıların arasına sızıyordu. Bir de, yazının içinde kullandığım bazı fotoğraflara Thomas Dumas imzasını atıyordum. Bir çeşit hayali kahramandı yani. Dergideki yazılara son verince Thomas da ortadan kayboldu. Yıllar sonra fark ettim ki aslında kaybolmamış, hayalimde yaşamaya devam etmiş, hatta bilinçaltımda olgunlaşmış. Kısacası Thomas oldukça eski bir dost benim için.
“Toplumsal hayatın kurbanı”
- Thomas karakteri aslında kahraman değil bir kurban olarak çıkıyor karşımıza. Belki de kimine göre kahramandır. Size göre Thomas kimdir?
Aslında, kendi hayatının kahramanı Thomas Dumas. Toplumsal hayatın da kurbanı. Ama, bizim bu kavramlara yüklediğimiz anlam açısından bakarsak, ne gerçek anlamda kahraman, ne de kurban. Kısacası, bizden, bizlerden farklı biri değil. Hepimiz yaşadığımız toplumun, yaşadığımız çağın içindeki birer kurban değil miyiz? Toplum dediğimiz şey, asla kendisi olamayan, kendisi olmasına izin verilmeyen insanlar tarafından oluşturulan bir topluluk değil mi zaten?
- Thomas’ın hikâyesi 2. Dünya savaşıyla başlıyor. Kitap boyunca 2. Dünya savaşı değil ama bize eşlik eden sürekli bir savaş var. Bir insanı dışlamak, linç etmek, haklarını elinden almak da bir çeşit savaş değil midir? Bunun örneklerini nasıl yaşıyoruz?
Evet, Thomas’ı etkileyen en önemli olaylardan biri, 2. Dünya Savaşı’nın başladığı anda, başladığı yerde, tam da o noktada olması. Bu belki bir çocukluk travması olarak kalıyor ve roman boyunca sık sık savaşa gönderme yapılmıyor ama savaşın etkisi, Thomas’ın üzerinden hiç eksilmiyor. Ve söylediğiniz gibi savaş değişerek, dönüşerek de olsa devam ediyor. Her toplum görmezden gelerek, yok etmeye çalışarak, hatta linç ederek kendi savaşını sürdürüyor. Zaten toplum dediğimiz kavram böyle bir şeydir; kendinden olmadığını düşündüğü kişileri linç ederek var olan bir şeydir toplum.
“Gücü elinde tutanlar tarafından oluşturulan kurgu, gerçeğin yerine geçiyor.”
- “Belki sizi lanetleyenler daha da çoğalacak, nefret edenler artacak. Sonra bir anda sizi savunanlar, derken idol haline getirenler çıkacak sahneye. Onlar kendi aralarında kavgaya tutuşacak, birbirlerine girecekler” dedirtiyorsunuz Thomas’ın arkadaşı Anders Bauman’a. İçinde bulunduğumuz toplum tam da bu, diyor insan. Bu konuya neler eklemek istersiniz?
Aslında her dönem ve her toplum için geçerli bu. İnsanın güç’le olan ilişkisinin genetik olarak kodlarında olduğunu düşünüyorum. Zaten iktidar kavramı da bundan doğuyor. Genel algı dediğimiz şey de bir güç, bir iktidar alanı oluşturuyor. Birini hedef haline getirip genel bir nefret algısı oluşturursanız hiç düşünmeden sürüye katılır, ondan nefret eder herkes. Ama nefret ettiğiniz kişi zaman içinde çok güçlenir, kendi çapında bir iktidar olursa, bu sefer toplu olarak aynı kişiye tapınmaya başlarsınız. Bükemediğin eli öpeceksin misali.
Günümüzde toplum mühendisliği sayesinde, insanın doğasındaki bu özelliği manipüle ederek bir algı yönetimi yapılıyor. Böylece gerçek önemsizleşiyor, bize sunulan algı gerçekmiş gibi görünüyor. Gücü elinde tutanlar tarafından oluşturulan kurgu, gerçeğin yerine geçiyor. Farkındaysanız gerçekle kurgu arasındaki o ince çizgi konusuna geldik yine. Ben de gerçekle kurguyu çok fazla iç içe geçirip okurun algısıyla oynamayı denedim bu romanda. Nefret edenlerin bir kısmının algı değişince daha önce nefret ettikleri şeyi alkışlamaya başlamaları, alkışlayanlarla nefret edenlerin birbirleriyle kavgaya tutuşmaları sadece Maria ile ilgili bir durum değil. Toplumların genel yapısı.
- Thomas’ın 4. boyutu yakaladığı ve fotoğraf sanatına yeni bir görüş kazandırdığını okuyoruz sonra da o fotoğrafları görmek istiyoruz. Bize bu 4. boyut kavramından bahseder misiniz?
Biliyorsunuz, üçüncü boyut derinleştirildiğinde, yani zaman ve hız eklendiğinde dördüncü boyuta ulaşılır. Thomas Dumas derinliğin dördüncü boyutunun fotoğrafını çektiği andan itibaren, yani romanın daha ilk sayfasında bir roman kahramanı olmaktan çıkıp gerçek bir kişiye dönüşüyor. Zaten dördüncü boyut, bir anlamda da zihnin, beden öldükten sonra yaşamaya devam ettiği boyuttur. Gerçeklikle kurgu arasındaki o ince çizginin dördüncü boyutla doğrudan ilişkisi var. Zaten roman boyunca Anders ile Maria Thomas Dumas’ın izini sürüyor ancak hem dönemsel hem de kavramsal olarak derine, hep daha derine iniyorlar. Sonunda tüm bu karakterlerin sahte mi, iç içe geçmiş kişilikler mi yoksa gerçekten yaşamış insanlar mı olduğuna karar veremeyeceğimiz bir noktaya geliyoruz. Yani romanın bir yandan da bir dördüncü boyut alegorisi olduğunu söyleyebiliriz.
“Kaynak yazarın deneyimidir.”
- Neden kollarını kullanamayan bir fotoğrafçı olarak anlattınız Thomas’ı?
Orada iki ayrı metafor var aslında. Birincisi, mutlulukla çok az karşılaşan birinin bünyesinin o mutluluğu kaldıramaması. Hayatında yaşadığı en büyük sevinç dilsiz kalmasına, İkinci büyük sevinç de kollarına felç gelmesine neden oluyor. Aslında tıbbi olarak her ikisi de mümkün değil. Gerçekliğin kırıldığı, absürtlüğe yaklaşıldığı bu anlar, bir çeşit mutsuzluk alegorisi olarak da görülebilir. İkincisiyse, Thomas’ın hiçbir güçlük karşısında geri adım atmadığını göstermek için önemliydi bu. Bir fotoğrafçı için, hele de kendini fotoğrafla ifade eden, fotoğrafı kendi “dil”i olarak kullanan biri için kollarını kullanamamak büyük bir trajedi. Ama Thomas bunu sorun etmiyor, yere yatıp fotoğraf makinesini ayaklarının arasına sıkıştırıp, ayak başparmağıyla deklanşöre basarak fotoğraf çekiyor. Vazgeçmiyor. Yani kollarını kullanamadığı halde hayata tutunuyor. Hem de sıkı sıkı tutunuyor.
- “Romanlarda anlatılan öyküler nereden çıkar? Konular romancının aklına nasıl gelir? Bütün öykülerin özünde onları yaratan kişilerin deneyimleri vardır; …kaynak, deneyimin ta kendisidir” der Mario Vargas Llosa. Gerçekten de kaynak deneyim midir?
Elbette, kaynak yazarın deneyimidir. Sadece deneyim de değil, yazarın algısı, hayata bakış açısı, ideolojisi, özlemleri, beklentileri, kişilik özellikleri gibi birçok etken, hem metnin konusuna, hem de hikayenin işleniş biçimine, hatta kahramanların özelliklerine kadar birçok faktörü belirler. Tam tersini iddia edenler, romanın teknik bir konu olduğunu ve romanın kurgusunda ve yarattığı karakterlerde yazarın kendisinin izini aramanın yanlış olduğunu savlayanlar da var. Yazarın da bir insan olduğunu ve gerek bilincini gerekse bilinçdışının etkisini bir kenara bırakarak tamamen mekanik bir şekilde edebiyat metni üretilebileceğini iddia eden görüşlere karşın Mario vargas Llosa’nın görüşü bana çok daha yakın geliyor.
“Önemli olan, yazmanın tanrı vergisi bir yetenek değil, bir tercih ve bir bağlanma biçimi olduğunun farkına varmaktır.”
- “Dünyaya dışarıdan bakmak bir yana, kaç kişi aynada kendini uzun uzun seyretmeye tahammül edebilir ki?” Bu neden böyle, insan neden kendisinin çıplaklığına tahammül edemez?
İnsan, evrimleşme esnasında kendine yabancılaşan tek türdür. Aynı zamanda, kendine tahammül edemeyen bir canlıdır insan. Kendini olduğundan daha güzel göstermeye çalışması da, kendini yeterince güzel görmemesinden kaynaklanıyor. Bu bir yöntem olabilir; aynanın karşısına geçip uzun uzun kendini seyretmek ve kendinle barışmaya çalışmak. Fiziksel olarak barışan kişi ruhsal olarak da barışır. Neysek oyuz ve bu halimizle güzeliz aslında. Bu düşünceyi kabullenebilirsek, hem başka insanların, hem de dünyanın yakasını bırakabiliriz. İnsan, kendini kanıtlayabilmek, var olduğunu etrafa gösterebilmek için yok ediyor aslında. Kendimizle barışabildiğimizde dünyayla da uzlaşırız.
- Yazar-Metin/ Okur-Metin/ Yazar-Okur ilişkileri hakkında neler söylemek istersiniz?
Yazarlığın sihirli ya da ulvi bir alan olduğunu düşünmüyorum. O yüzden de, edebiyat hayatımın daha ilk günlerinden itibaren gündelik hayatı ve sokağı çok önemsedim ve hep ön planda tuttum. Hatta, bir dönem “her okur yazardır, her yazar zaten okur” demiştim. Herkes, hayatının en azından bir döneminde bir şeyler yazmıştır muhakkak. Bazı kişiler yazmayı bir yaşam biçimine dönüştürür ve bunu hayatının merkezine koyar. Bazıları da yazmaktan uzaklaşır, kendini ifade edecek başka alanlar bulur.
Önemli olan, yazmanın tanrı vergisi bir yetenek değil, bir tercih ve bir bağlanma biçimi olduğunun farkına varmaktır. Ayrıca, okumaktan vazgeçmemek bir erdemdir. Varoluşu kaçınılmaz bir kader olarak görenler, bir kere dünyaya gelmiş bulunduk, yaşayıp gidelim öyleyse, diye düşünürler. Varoluş kaygısını taşıyanlarsa kendini inşa etmeye çalışırlar. Okumak, kendini inşa etmenin ve yaşama anlam katmanın en önemli yoludur. Ve gerçek anlamda okur olmak, yazar olmak kadar zor ve çaba gerektiren bir uğraştır.
- Sizin roman kahramanınız kimdir, diye sorsam?
Mr. Meursault ve Zebercet. Biri Camus’nun Yabancı’sının, diğeri Anayurt Oteli’nin kahramanları. Şiir kahramanlarımı da söyleyeyim mi? Edip Cansever’in Ruhi Bey’i, Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sı ve Poe’nun Kuzgun’u.
- Bir isim, bir yer, bir kitap… Sizin vereceğiniz kelimelerle bir öykü yazmak istiyorum desem size ait birkaç ipucu kelimenizi bana emanet eder misiniz?
*Josef K., Küba, Kürk Mantolu Madonna. Zorlu bir öykü olacak ama şimdiden merak ettim…
———-
Alejandro, bu sahneyi tekrar edelim. Josef K.’yı cümleleriyle yaşat adeta. Diyalogdaki gücü hissetmek istiyorum.
“-Sımsıkı bir korse giymiş.
-Beğenmedim, zavallı ve kaba saba görünüşlü biri. Ama belki de size karşı yumuşak başlı ve sevecendir, resimden böyle bir sonuç çıkarılabilir. Böyle irikıyım ve güçlü kızlar genellikle yumuşak başlı ve sevecen olmaktan başkaca bir şey beceremezler. Ama kendini sizin için feda edebilir miydi?
-Hayır. Ne yumuşak başlı ve sevecendir, ne de kendini benim için feda edebilir Ayrıca şimdiye kadar ben de ondan birini, ne de ötekini istedim. Dahası, resme bile sizin kadar dikkatli bakmış değilim.
-Demek ki onu pek önemsemiyorsunuz?”
Tamam, bugünlük bu kadar yeter. Yarın görüşürüz arkadaşlar, dağılabilirsiniz. Alejandro, sen biraz kal. Bugün durgun gibisin, yarın daha iyi bir prova istiyorum. Son bölüme biraz daha odaklan. Kafkaesk olmalı sahne. O korkuyu, içsel çekişmeyi seyirci hissetmeli. Önce hisset, sonra hissettir. Yapman gereken tek şey bu. Daha çok prova yapacağız, güzel bir oyun çıkacak. Hakkını vermeliyiz oyunun. İnanıyorum. Haydi, şimdi git dinlen. Sabah da provaya geç kalma.
Ses kesiliyor ve işte şimdi içimi bitmeyecek bir korku sarıyor. Gücüm yettiği kadar bağırsam da ağzıma yapıştırdıkları bant yüzünden sesim içime kaçıyor, beni kimse duymuyor. Piç kuruları bunu hesap etmiş olmalılar ki ağzıma bu bandı yapıştırdılar. Özgürlüğün ülkesi Küba dedikleri bu mu? Daha geldiğim ilk günden başıma gelenlere bak! Neyse şimdi söylenmenin vakti değil. Oğlum Altay, nasıl kurtulacaksın buradan onu düşün. Anladığım kadarıyla bir tiyatro binasındayım. En son rengârenk evleri aydınlatan ay, fotoğraf makinam ve ben yürüyorduk. Başıma bir darbe aldığımı hatırlıyorum ama başka bir şey yok hafızamda. Ulan hadi bayılttınız, soydunuz, elimi ayağımı bağladınız, ağzımdan ne istediniz? Çantam hemen yan tarafımda, uzansam alacağım ama uzanamıyorum. İçinin boş olduğuna eminim. Belki pasaportumu bırakmışlardır. Bu geceyi atlatırsam sabah birileri beni görür mutlaka. Ya kimse görmezse? Görürler, görürler. İşin güzel yanı bu kötü durumun içinde Josef K.’yı duymam. Keşke o da beni duysa.
Kendi kendime konuşurken bir karartının yaklaştığını görüyorum. Olanca gücümle çırpınmaya başlayarak beni görmesini sağlıyorum. Elinde telefon ışığı olduğunu düşündüğüm ışıkla bana doğru geliyor. Kurtuluşumun bu kadar kolay ve çabuk olacağını hiç düşünmemiştim. Korktuğu ve durumu anlamaya çalıştığı belli. Yaklaştığında yanıma eğilip beni çözüyor ve neler olduğunu anlamlandırmak için birkaç soru soruyor. Sesinden onu tanımamla birlikte ilk sorum sen Josef K. mısın?, oluyor. Hayır, ben Alejandro. Yani evet Josef K. rolünü aldım bir süre önce. Ama yapabileceğimden emin değilim. Sen nereden biliyorsun?, diye soruyor. Cevap vermemi beklemiyor. Doğru ya, benimkisi de soru. Biz prova yaparken de buradaydın değil mi? Sesimden tanımış olmalısın, e tabii konuşamasan da duymak yetiyor bazen insana. Gülüşüyoruz. Sigarasından uzatıyor ve işte şu an tüm ihtiyacım olan bu! Derin bir içe çekişten sonra Josef K.’ya çok yakıştığını söylüyorum. İçten gelmeyen bir teşekkürü bırakıyor ortaya. Sen gelmeden önce Josef K.’nın beni duyması için dua ettim ve o da bana seni gönderdi. Bence ona inan. Seni seveceğinden eminim, yeter ki onu sev, diyorum. Öyle mi dersin? Belki de ona inanmam için seni göndermiştir, diyor ve az önceki kahkahasını içtenlikle atıyor. Çantamı işaret ederek boşaltmışlar mı?, diyor. Boşaltmışlar. Bir tek kitap kalmış. Benim ülkemde de böyle olurdu. Yani bence soyulan çantada sadece kitap kalırdı. Pasaportum da gitmiş, bari onu bıraksalardı. Çantanın içinde kalan tek şeyi elimden alıyor. Hiç bilmediği bir dili yine de güzel telaffuz ediyor ve kitabın kapağındaki adamı ve ardından da kitabın ne anlattığını soruyor. Kısaca Sabahattin Ali’den, Raif Efendi’den, Maria’dan bahsediyorum. Tüm dikkatiyle bana odaklanıyor. Hadi gel bir şeyler içelim, Raif’i ve Maria’yı biraz daha dinlemek istiyorum, belki Josef K.’dan sonra Raif Efendi ile de yol arkadaşı olurum, diyor. Kendimi hiç olmadığım kadar iyi hissediyorum. Bu gece uzun olacak anlaşılan. Özgürlüklerin ülkesi Küba dedikleri, işte tam da bu olsa gerek.
|
Okuma önerisi!Nalân Kiraz’ın incelemesi; “Bir Altay Öktem romanı; Thomas Düşerken“ Altay Öktem imzalı bu kısa roman Thomas Düşerken, kendisinin kitabın başında belirttiği üzere gerçek kişiler, mekânlar ve olaylar üstüne kurulmuş. Ancak kuru bir yaşam öyküsü olarak kurgulanmamış. |
- Çağatay Yılmaz’ın ilk öykü kitabı “Bizi Buraya Getiren Şeyler” - 24 Mart 2021
- Altay Öktem ile Thomas Düşerken romanı üzerine - 3 Mayıs 2018
FACEBOOK YORUMLARI