
1930’lu yıllarda işçi sınıfı edebiyatı, Jack Conroy, Meridel Le Sueur, Tillie Olsen ve Agnes Smedley gibi yazarların da içinde bulunduğu proleter edebiyat akımı esnasında büyüdü. Büyük Buhran Dönemi Amerikası’nda yoksulluktan muzdarip kadınlar ve iş istikrarı olmayan fabrika işçileri hakkındaki hikâyeleri anlatan doğası gereği, bu dönemin yazılarının çoğu sol kanatlı dergilerle ortaya çıkan radikal solcu ideolojiye katkıda bulundu.
Yazar: Amanda Arnold | Çeviri: Gamze Öztürk | Kaynak: ceviriyoruz.org
Rebecca Harding Davis, okurlarına keyifli bir deneyim vadetmiyor- okuru avutmak pek umrunda değil. “Gözlerinizi kaçırmayın, görmek istemediğiniz şeyleri göstermeme izin verin.” diye belirtiyor.
“Sizden tiksintinizi saklamanızı, temiz kıyafetlerinizi umursamamanızı ve benimle birlikte buraya; sisin, çamurun ve kirliliğin en yoğun olduğu yere gelmenizi istiyorum.” şeklinde talep ediyor Iron Mills’in ilahi bakış açısına sahip anlatıcısı, kirli tersanelere ve kömür gemilerine bir pencereden bakarak. “Bu hikâye, size muhtemelen bizim hakkımızdaki kalın sis tabakası gibi kirli, karanlık ve ölüme hamileymiş gibi görünecek; fakat eğer gözleriniz benimkiler gibi daha derine bakacak kadar özgürse, o günün kesinlikle geleceği vaadiyle parfüme boyalı şafak o kadar da adil olmayacak.”
1861 yılının nisan ayında Amerikan The Atlantic dergisinde yayınlanan Life in the Iron Mills yayımlanmasından yaklaşık on yıl sonra yazı dizininde, işçi sınıfı anlatıları olarak geçen, “edebiyat” olarak sayılmayan ve bugün de hala her zaman edebiyat olarak kabul edilmeyen ufuk açıcı, özgün bir metindir. Harding Davis’in, Batı Virginia’da çocukluğunun geçtiği Wheeling kasabasındaki demir ve çelik fabrikalarından esinlenen kısa romanı “metal kazanlarını kaynatmaktan kamburu çıkmış”, “donuk, sersem yüzlü” adamların hikâyesinin anlatıyor. Harding Davis’in amacı bu eserinin orta sınıfın sempatisini kazanmasıydı. Yayımlandığında popüler olmasına rağmen, 1960’ların ortalarına, başka bir işçi sınıfı yazarı, Tillie Olsen, ortaya çıkarana kadar gözden kaybolmuştu.
İşçi sınıfı metinleri, edebi liyakat ve akademide henüz önemli bir yere sahip olmamaları gibi sorunlardan dolayı, herhangi bir kanonda kendi yerini belli etmek, hatta yalnızca kütüphanelerin ya da küçük bir grup akademisyenin dışına çıkabilmek için mücadele içindedirler. Yine de geçtiğimiz elli yılda, özellikle hem eski hem de yeni işçi sınıfı anlatılarını yayımlama amacıyla birkaç yayınevi kuruldu. Doksanlı yılların ortalarından beri, Amerikan üniversiteleri yavaş yavaş hem akademide yeterince temsil edilemeyen hem de evrensel olarak yanlış anlaşılan anlatıları incelemek amacıyla işçi sınıfı programları açmaya başladı. Bu çabalar, on dokuzuncu yüzyılın başından bu yana yıllarca sürekli olarak üretilen fakat göz ardı edilen kendine has bir edebiyat kanonunu neyin oluşturabileceğinin anlaşılmasını sağlamaya çalışmaktadır.
Argüman, kurgusal ya da kurgusal olmayan hikâyelerin ortaya çıkarılmasının oldukça önemli olmasıdır fakat buna katılmıyorsanız, aynı argüman “yüzleşmesi bu kadar zor olan şey ne?” sorusunu yöneltebilir.
Davis’in de yazdığı gibi “Acı ve kıskançlık, burada sizi götürdüğüm bu yerde kendi evinizde ya da kendi kalbinizde -onların bazen yakaladığı kalbinizde- olduğundan daha az acımasız gerçekler mi?”
Neredeyse her işçi sınıfı edebiyatı çalışması aynı soruyla başlıyor: “İşçi sınıfı edebiyatı derken neyi kastediyoruz?” İşte Paul Lauter 1979 yılında yazdığı Radical Teacher dergisinde yayımlanan Working-Class Women’s Literature: An Introduction to Study isimli makalesine bu soruyla başlıyor. Lauter, bu edebiyatın işçi sınıfı hakkında mı, işçi sınıfı tarafından mı ya da işçi sınıfı için mi yazılan bir edebiyat olduğunu soruyor. Bu soruyu cevaplamak için ilk önce işçi sınıfını tanımlıyor: Para karşılığında kendi emek gücünü satan; Marx’ın ifadesiyle “O çalışmayla, kendilerinden alınacak olan artı değeri üreten” kendi emeklerinin doğası ve ürünleri üzerinde nispeten çok az kontrolü olan ve “profesyonel” ya da “yönetici” olmayan kişilerdir.
Fakat Lauter’in bu yorumu evrensel olarak kabul görmemektedir. Carole Snee 1979 yılında yazdığı Culture and Crisis in Britain in the ’30, isimli makalesinde işçi sınıfı tarafından üretilen yazının doğası gereği işçi sınıfı olduğunu savunuyor. Marx’ın sınıf bilinci kuramına da değinen Snee, bu kategoriye ait olmak için yazarın bu farkındalığa sahip olmasının gerekli olmadığını belirtiyor.
Dr. Sherry Linkon’la olan söyleşime onun kendi işçi sınıfı tanımını sorarak başladım, güldü, belli ki bu soruyu bekliyordu. Georgetown Üniversitesi’nde çalışan İngiliz Profesör Linkon’un araştırması işçi sınıfına odaklanmaktadır; eskiden İşçi Sınıfı Öğrencileri Merkezi’nde (Center for Working-Class Students) yönetici yardımcılığı yapmıştır. Çalışmasında temel sorunun karmaşasını açıklamaya çalışıyor: Ekonomi ya da siyasetle ilgili çalışmalar örneğin üniversite eğitimindeki ayrımı temel alırken, Linkon aynı zamanda gelir, sosyal statü ve yapılan işin türünü de dikkate alıyor. Bir işçi sınıfı mesleği, inşaat gibi ağır bir iş ya da veri girişi gibi masa başı işi de olabilir.
Linkon, “İşlerin ortak noktası emeğin ve geleceğinin üzerindeki otorite eksikliği” diye belirtiyor ve sonuç olarak, işçi sınıfı edebiyatını işçi sınıfı bakış açısından gelen bir şey olarak görüyor. “Fakat sınıfın bununla ilgili, insanların konuşmasını zorlaştıran, bir dizi gerginliği var. Amerikan ideolojisi ve Amerikan rüyası, Amerika’nın fırsatlar ülkesi olması sebebiyle, yeterince sıkı çalışan herhangi birinin işçi sınıfında olmaması gerektiğini söylüyor.”
Linkon’un de Georgetown Üniversitesi’nin İşçi Sınıfı Görüşleri sitesinde belirttiği gibi işçi sınıfı edebiyatı, aynı zamanda esas temaları ve konuları tarafından da tanımlanmaktadır: “İşe odaklanmak, işçi sınıfı hayatının maddi ve toplumsal koşullarının doğru temsili, mevcut iktidar yapısına karşı direniş [ve]yukarı hareketliliğin standart orta sınıf anlatılarının reddi ya da eleştirisi.” Linkon, işçi sınıfı anlatılarının soy ağacının 18. ve 19. yüzyıl köle anlatılarına, özellikle de 1830’larda, yazarların açık arttırmalar, kendi aileleri ve köleliğin kaldırılması hareketiyle birlikte doğan özgürlük arzusu hakkında yazdıkları hikâyelere kadar dayandığını ortaya çıkarmıştır. 1831 yılında Nat Turner, asılmadan hemen süre önce yayımlanan The Confessions of Nat Turner isimli kitabını sözlü olarak aktarmıştır. Yaklaşık 50.000 nüshanın basılmasıyla, zamanının en çok okunan köle anlatısı haline gelmiştir.
“Şarkılar ve ilahiler gibi halka ait bir şekilde, ortak paylaşılan işçi sınıfı sanatı, sanatçının ve izleyicinin tek ya da aynı olduğu yaşayan ve paylaşılabilen ürünler yoluyla sınıf bilincini ele almaya çalıştı.”
Bu noktadan sonra ortaya çıkan işçi sınıfı metinleri az çok boşluktaydı. 1840’tan 1845’e kadar, Massachusets eyaletinin Lowell şehrindeki dokuma fabrikasının kadın işçileri, “fabrika operatörlerine karşı ön yargıyı azaltmayı hedefleyen işçi kadın kahraman” hakkındaki kısa öykülerden, “fabrika hayatının sıkıcı tekdüzeliğinden” doğada rahatlık arayışı hakkındaki makalelere kadar her şeyi kapsayan The Lowell Offering isimli aylık bir dergi yayımladılar. Ancak 19. yüzyılda işçilerin okur yazarlık oranının düşük olması sebebiyle, işçi sınıfı edebiyatının en yaygın türleri, sokak edebiyatı olarak var olan sözlü anlatımlardı. Bu hikâyelerin yazarlarının amacı, kazanç sağlamak ya da bireysel yaratıcılık değildi; şarkılar ve ilahiler gibi halka ait bir şekilde, ortak paylaşılan işçi sınıfı sanatı, sanatçının ve izleyicinin tek ya da aynı olduğu yaşayan ve paylaşılabilen ürünler yoluyla sınıf bilincini ele almaya çalıştı.
1930’lu yıllarda işçi sınıfı edebiyatı, Jack Conroy, Meridel Le Sueur, Tillie Olsen ve Agnes Smedley gibi yazarların da içinde bulunduğu proleter edebiyat akımı esnasında büyüdü. Büyük Buhran Dönemi Amerikası’nda yoksulluktan muzdarip kadınlar ve iş istikrarı olmayan fabrika işçileri hakkındaki hikâyeleri anlatan doğası gereği, bu dönemin yazılarının çoğu sol kanatlı dergilerle ortaya çıkan radikal solcu ideolojiye katkıda bulundu. 1920’li yılların sonlarında, ABD Komünist Partisi’nin John Reed Kulüpler Federasyonu proleter sanat üretmeye başlamıştı ve 1935 yılında Amerikan Yazarları Birliği ilk kez bir araya geldi. Bazıları tarafından çok politik bazıları tarafından çok edebi olduğu düşünülen Le Sueur, dönemin ileri gelen tartışmasının merkezindeydi: Edebiyatın, devrimci bir kültürün içindeki rolü nedir?
1960’lı yıllarda bu metinlerin bazıları yeniden canlanacak olsa da çoğu II. Dünya Savaşı sonrası Beat Kuşağı ve realist modern edebiyat altına gömülerek eskimeye mahkum olmuştu. Bu nedenle, bazı bağımsız yayınevleri, kendilerini bu unutulmuş şiir ve romanları ortaya çıkarmaya adayarak bu duruma müdahale etmeye başladı. 1970 yılında, Florence Howe, Feminist Press’i kurarak eski işçi sınıfı kadınlarının metinlerini araştırmaya koyuldu. Benzer şekilde, 1975 yılında, John Crawford, New York’ta daha çok kadınlar ve beyaz olmayan yazarlar tarafından yazılmış olan yenilikçi ve işçi sınıfı metinlerini yeniden yayımlayan West and Press’i kurdu.
Akademisyenler, 1930’lardan sonra işçi sınıfı edebiyatının değerini yitirme sebeplerini tartışmaktadırlar. 1995 yılında yayımlanan Better Red: The Writing and Resistance of Tillie Olsen and Meridel Le Sueur kitabında, Constance Coiner “şimdilerde ırk, cinsiyet, sınıf, etnik köken, cinsellik ve sakatlık gibi tanıdık konuların arasında yer alsa da [akademide]sınıf, bunların arasında en az bahsedilen konudur.” diyor ve “İşçi sınıfından bir ya da birkaç kişi profesör kademesine kadar çıkabiliyor, işin iç yüzünü bilen birinin hassasiyetine sahip çok az kişi ciddi çalışmalara girişebiliyor ve müfredatı şekillendirebiliyor.” şeklinde ekliyor. Marksist feminist bir yazar ve aktivist olan Lillian Robinson fikrini, özellikle de üniversitelerin İngilizce bölümlerinde “analitik kategorinin varlığını inkar etmek için yapılan en büyük ve en acımasız girişimler, sınıf konusunda ortaya çıkar.” şeklinde belirtiyor.
Alan Wald, işçi sınıfı metinleri etrafında dönen çalışmaların eksikliğinin okuyucuları “grevler, isyanlar, kitlesel hareketler, iş tecrübeleri, ünlü politik yargılamalar, politik taahhütlerin sorunları hakkında yazdığı kadar, savaşı, sınıf bilinci, enternasyonalist, sosyalist-feminist ve ırkçılık karşıtı bakış açısından aşk, sınıf cinsellik, aile ve savaş hakkında da yazan yazarlara erişim sayesinde kendi kültürel aktivitelerinin özgün tarihinden” mahrum etmesi olduğunu yazarak, edebi çalışmalardaki sınıf tartışmalarının eksikliğini anti-komünist, kapitalizm taraftarı ideolojiye bağlıyor.
Fakat Coiner’in kitabının yayımlanmasından kısa bir süre sonra işçi sınıfı edebiyatı nihayet akademik bir alan olarak ortaya çıktı. New York State Üniversitesi İşçi Sınıfı Yaşam Araştırma Merkezi eski başkanı Michael Zweig, 1990’larda işçi sınıfı çalışmalarının doğumunu, 1980’li yıllardaki sanayisizleşme hareketinden sonra “işçi sınıfının biçimlendirilmesinde merkezi rol oynayan işin yapılarına ve deneyimlerine zarar vermeye başlayan ekonomik yeniden yapılanma” ile bağlantılı olduğunu söylüyor.
Zweig İşçi Sınıfı Çalışmaları Dergisi’nde şöyle belirtmiş: “İşçi sınıfı çalışmaları, kapitalizmin etkisi altındaki böyle bir kriz ortamında meydana çıkmıştır.” ve şöyle devam etmiştir: İstikrarsızlık, korku ve karmaşaya sebep olmaktadır. Eski bir düzenin bunalımı bilgide krize ve entelektüel karışıklığa yol açmaktadır.
Tüm bunlar, 2004 yılında, bu çalışmaya adanmış az sayıdaki üniversite programlarından biri olan SUNY İşçi Sınıfı Çalışmaları Derneği’nin kurulmasına katkıda bulundu. Youngstown State Üniversitesi’nin, Ohio eyaletindeki İşçi Sınıfı Çalışmaları Merkezi 1996 yılında ortaya çıkan ilk programdı, benzer bir programı benimseyen en son üniversite ise Teksas’ın McKinney şehrindeki Collin Üniversitesi’dir.
İşçi sınıfı edebiyatının tanımı ve kanonu değiştikçe, metinleri nitelendirme ve çözümleme yönteminin de değişmesi gerekmektedir. Unutulmuş işçi sınıfı edebiyatı ile yakından ilgili La Sueur ve diğer yazarların eserleri kesinlikle incelemeye değer olmakla birlikte, 1990’lı yıllardan bu yana, akademisyenler buna bağlı olarak kadınların, etnik ve LGTBQ edebi kanonlarının bir parçası haline gelen metinlerdeki sınıfsal faktörlerin yeniden değerlendirilmesinin gerekliliğinin farkına vardılar. Paula Rabinowitz’in Women’s Revolutionary Fiction in Depression America kitabında yazdığı gibi “1930’lu yılların devrimci kurgusal metinleri, sınıfı temel olarak cinsiyete dayalı ve cinsiyeti de temel olarak sınıflandırılmış bir şekilde anlatmaktadır.” diyor. Sınıf ayrılmaz bir şekilde ırkla, cinsiyetle, cinsellikle, etnik yapıyla ve sakatlıkla bağlantılıdır; giderek daha çok ırklı bir hale gelen işçi sınıfının 2032 yılına kadar çoğunlukla beyaz olmayan kişilerden oluşacağı tahmin ediliyor. Ötekileştirilmiş grupların kapitalizm ve cezai adalet sistemi ile olan ilişkilerinin anlaşılabilmesi için sınıf göz ardı edilemez.
“İşçi sınıfı edebiyatının tanımı ve kanonu değiştikçe, metinleri nitelendirme ve çözümleme yönteminin de değişmesi gerekmektedir.”
Linkon şöyle belirtiyor: Eğer ırkçılığın, heteronormatifliğin ya da ataerkilliğin uzun tarihinden bahsedecekseniz, bazı Afrikalı Amerikalıların üst sınıftan olması ya da bazı kadınların profesyonel bir şekilde [tarihsel olarak erkekler tarafından sahiplenilen rollere]yükselmeleri sizi pek ilgilendirmiyor. Sınıfı merkeze aldığınızda gruplar arasındaki dayanışmayı da anlaşmazlığı da görebilirsiniz.
Linkon’ın tartıştığı şey oldukça gerekli. Aynı zamanda iyimser düşündüğü zamanlarda, yenilenen sınıf çalışmalarını Trump başkanlığından çıkarılabilecek iyi bir sonuç olarak görmektedir. Linkon, yalnızca bir ay içerisinde, Joseph Varga’nın İşçi Sınıfı Çalışmaları Derneği’nin 2017 konferansı için Indiana eyaletinin Bloomington ilçesine gidecek; konferansın üçüncü gününde Michelle M. Tokarczyk’in, 1960’lı yıllarda genç bir kız ve ailesinin Brox’tan ayrılmalarını aktaran bir şiir koleksiyonu olan, Bronx Migtations isimli kitabının tartışmasını başlatacak.
ILR Yayınevi’nin yayın yönetmeni, çalışma alanı ve emek anlatılarının önde gelen yayıncısı olan Frances Benson, Bronx Migrations kitabının da bir parçası olduğu bir trend hakkında konuştu: İşçi sınıfı anı yazıları ve kurgu talebinde artış. Bugün bu metinleri yayımlayan pek az yer var: Ohio’daki Bottom Dog Press, Apalaş Dağları ve Orta Batı Eyaletleri’ndeki çalışmaları yayımlıyor ve ILR, Feminist Press, West End Press ile birlikte Working Lives isimli bir seriye sahip.
Bensen, “Akademik çalışmalar, sosyal sınıf farkındalığı yaratmak için, işçi sınıfına mensup insanların seslerinin bizim çabalarımızın merkezinde olması gerektiğini vurguluyor. Edebiyat ise bunu gerçekleştirmenin en iyi yollarından bir tanesidir.” şeklinde belirtiyor. Nüfus istatistikleri, üniversite eğitimi olmayan istatistikten ya da Trump’a oy veren yüzdeden daha fazlasını gösteriyor. Temel düzeyde işçi sınıfının insanlardan oluşması yeterli olmalıdır.
Barbara Jensen Reading Classes On Culture and Classism in America adlı kitabında şöyle yazmaktadır: “Sınıfçılığın en yaygın şekli bencilliktir.” Rebecca Harding ise Life in the Iron Mills adlı kitabında bizden sadece yüzümüzü başka tarafa çevirmememizi istemektedir.
Yazar: Amanda Arnold
Çeviri: Gamze Öztürk
Kaynak: http://lithub.com/the-forgotten-history-of-american-working-class-literature/
- Netflix Türkiye mayıs programı belli oldu - 23 Nisan 2022
- Halsey’den İstanbul konseri - 23 Nisan 2022
- Sepultura Türkiye’ye geliyor - 23 Nisan 2022
FACEBOOK YORUMLARI