Anıl Mert Özsoy; “Bir yazarın en büyük sorumluluğu çağına karşı…”

“Yazdığım metinlerdeki karakterlerin iktidarla olan derdini kendilerini var edebilmek üzerinden ilerliyor. Birileri onların görsün istemiyorlar, birileri onlara baksın istiyorlar.”

Korku Yokuş Aşağıydı, Temmuz ayında Doğan Kitap etiketiyle okuyucu ile buluştu. Anıl Mert Özsoy’un kaleme aldığı, sokağı, hayatı deştiği, dilin, imgenin gücüne boyun büktüğü bir ilk kitap…

Korku Yokuş Aşağıydı, arabesk sancıları devletle, insanla ve toplumsal normlarla harmanlıyor. Şiirsel bir anlatım yerini sert bir finale bırakıyor. Var olmanın ötesinde, yok olmanın derdini yükleniyor Özsoy. Hesabı karakterlerin kendisi kesiyor. Kimse borçlu ayrılmıyor. Tabureye son tekmeyi yine söz vuruyor. Yine sokak, yine imgeler, yine hayat…

Özsoy’la politik bir damarla, gerçekliğin içinden çıkan öyküleri hakkında konuştuk.

Kitabınızda ilk göze çarpan şey, Zeki Demirkubuz filmlerinde de görülen arabesk bir hüzün… Yoksulluğa öfkelenen ve acısını çevresinden ya da kendinden çıkaran bıçkın adamların/kadınların öykülerinde sizi etkileyen şey ne oldu? Hepimiz kendi gerçekliğimize başkalarına da inandırmaya mı çalışıyoruz?

Zeki Demirkubuz’la aynı düzlemde anılmak gururumu okşadı, teşekkür ederim. Beni etkileyen en temel durum estetize edilmiş güzellik kavramıydı. Bunu yıkmak, “çirkin” olanı anlatmak gibi bir dertle kaleme aldım metinleri. Kadın ve erkek karakterlerin toplum karşısında yenilişi, bu yenilişe boyun eğişi… Bu mahcubiyet duygusuydu temelde etkilendiğim mesele.

Gerçekliği başkalarına inandırmaktan ziyade, kabul etmek diyebilirim.

Kitap beş farklı bölümden oluşan on dört öyküden oluşuyor. Bölümlerin isimlerine baktığımızda kesif bir yalnızlıktan bahsetmek mümkün gözüküyor. “Tenhaydı”, “Geceydi”, “Arka Sokaktı”… Bu kavramlar tekilliği simgeler çoğu zaman… Yazmak, çoğullaşmaya çabalamak mıdır?

Bölüm isimleri kitabın geçişleri olduğu kadar özet cümlesi niteliği de taşıyor. Yazmak benim için aynaya bakmak gibi. Gözlerini kendinden kaçıramazken ardında bıraktığın, kadrajın dışında gördüğün şeylerin peşini bırakmama hali. Bir yanda kendi hikâyeni anlatırken, öteki tarafta da seni, geçtiğin yollar, içine girdiğin hayatlar takip ediyor. Yazmak, çoğalmaya mecbur kalmak benim için. Azalarak çoğalmak, kevgirden geçirmek, çokken az ama sağlam durabilmek.

Kitaptan belirgin olan kavramlardan biri de “şiddet” mefhumu… Ülkenin içinde bulunduğu kıvrak ve dengesiz dönemi de düşünürsek şiddet hayatımızın tam ortasında duruyor. Mevcut durum öykülerden ziyade dilinize de yansıyor. Öfkenizin soyut ya da somut şiddete dönüşmesi ve bu durumun edebiyatınıza yansısı çağınıza karşı sorumluluk duyduğunuz anlamına gelir mi?

Bir yazarın en büyük sorumluluğu çağına karşı… Bu mefhuma metinlerimde özellikle dikkat ettim. Tanık olduğumuz çağda şiddetin her türlü haline maruz kaldık. Ciddi bir mesafe koydular aramızda. Son 5 yılda yaşadıklarımıza bakınca içinden çıkılmaz yangınlar gördük. Bu durum elbette metinlere de yansıdı. Edebiyat içinde kendimi yontmaya, dizginleme çalışsam da hissedilir bir şiddet duygusu kendini var etti. Kolay değil; kardeşimizi sokakta döverek öldürdüler, kardeşimizin annesini yuhalattılar.

“Çatısı Akmış Fotoğraflar” isimli öykünüzde, ele aldığınız kahramanların bir tablosunu oluşturuyorsunuz. Bu tabloda işçiler, kadınlar, Kürtler, translar, engelliler, evlatlar ve babalar bulunuyor. Kocaman bir ülkeyi resmettiğiniz söylenebilir mi?

Koca ülkenin, ezilen, devlete, faşizme maruz kalmış insanların resmi diyebiliriz. Onların “ötekisi”nin resmi…

Öykülerinizde “baba” mefhumu yokluğu, sahipsizliği simgeliyor daha çok. Muhafazakâr aile yapısı düşünüldüğünde “baba” çoğu zaman iktidarı ve erki temsil ederken, sizin öykülerinizde başarısızlığı temsil ediyor. Kaldı ki aynı durum iktidarı temsil eden devleti ve polisi de kapsıyor. Yoğun bir başarısızlık sembolü öykülerinizde bu kavramlar… İktidarla olan derdiniz nedir?

Baba, iktidarın aile içindeki temsilcisi… Bunu devletin argümanlarıyla yapıyor. Şiddet, para, yasaklar… Başarı ile övünüp, başarısızlıkta sizi bir kenara koyabiliyor, tıpkı devlet gibi. Hayatın diyalektiğine baktığımızda “baba” figürünü yenmek başlı başına bir özgürlük durumu olarak karşımızda durmuyor. Baba’nın rolünü devlet ele alıyor. Bu bir güçler dengesi. Pay edilmiş hayatlar durumu.

Yazdığım metinlerdeki karakterlerin iktidarla olan derdini kendilerini var edebilmek üzerinden ilerliyor. Birileri onların görsün istemiyorlar, birileri onlara baksın istiyorlar. Omurga meselesinden bakıyorlar iktidara. Hizayı kendilerinin belirleyecek olduğu bir ilişki düzlemi kurmak istiyorlar.

Son zamanlar politik olarak bakıldığında siyaseten sokağın temsili, direniş ve mücadeleyken sizin edebiyatınızda hüznün ve arabeskin karanlık ve puslu resmi olarak çiziliyor. Yılmaz Güney’in sinema için söylediği “Bir şey ancak zıttıyla anlatılırsa anlam kazanır.” sözü, edebiyat için de geçerli midir sizce?

Ustanın sözüne katılıyorum. Bu hayatın diyalektiği. Yazdığım metinlerde lirik bir dil kullanırken finallerde bundan uzak durdum. Bu noktada çağımın gerçeğinden kaçamazdım. Kabul etmeliyiz: Biz sokakta kaybettik. Sindik, evlerimize kapandık. Eleştirdiğimiz yorgun demokratlara benzedik. Bir araya gelip birbirimize içini döküp rahatladığını düşünen ama yastığa başını koyunca vicdanına yenilen insanlar olduk. İçinden geçtiğimiz bu felaket çağında sokak arabeskin karanlık ve puslu haline büründü.

“Korku Yokuş Aşağıydı” 25 yıllık bir ömrün birikimi ile yazıldı. Bu birikim on dört öyküye üleştirildi. Heybenizde başka neler var?

Çocuk kitabı yazmaya çabalıyorum. Anlatmak istediğim bir baba-oğul hikâyesi, en çok zamana yenilmiş bir baba-oğul hikâyesi…

  • Korku Yokuş Aşağıydı
  • Yazar: Anıl Mert Özsoy
  • Türü: Öykü
  • Baskı Yılı: Temmuz 2017
  • Sayfa Sayısı: 120 Sayfa
  • Yayınevi: Doğan Kitap
Vinkmag ad

Read Previous

Dirk Gently’nin Kutsal Dedektiflik Bürosu

Read Next

Aslında Bayan Blum Sütçüyü Tanımak İstiyordu

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *