Tüm anlatı iyi olanın kötü kabul edilen ile dirsek temasını hissettirir okura. Kötü, yanlış, yasak gibi kavramların doğaya ait bir seçim mi olduğu yoksa zamana ve mekâna ve çıkarlara göre mi belirlendiği, yazarın sessizce avcumuza bıraktığı bir diğer soru işareti.
Hades, Yunan mitolojisinde Yeraltı Tanrısı olarak bilinir; kötülüklerin, karanlığın, ölümün dünyası ondan sorulur. Rivayet odur ki; Hades de Zeus gibi insanlara düşler gönderir. İşte yeraltı edebiyatı, bu kara düşlerin izdüşümüdür belki de. Öteki olanı anlatır; karanlığı, kötülüğü, istenmeyenleri, aykırı olanları. Bu edebiyat türüne ait birçok eser, gerçeği olduğu gibi, süslemeden önümüze sererken dünyanın sadece iyilik ve güzelliklerden oluşmadığını duyumsatır okura.
Otomatik Portakal, insanın iyi ve kötü yanlarının mücadelesini anlatırken bu kavramları sorgulatan, düşündüren, önyargılarımızın kabuğunu kırarak farklı bakış açısı kazandıran ve tam da bu nedenlerle kendisine atfedilen “kült eser” olma özelliğini hak eden bir kült eser.
Yeraltı edebiyatını ana akım yazınsal ürünlerden hem dil hem de içerik açısından ayıran bazı temel özellikler olduğu kabul edilmektedir. Küfür, argo ve günlük hayatta karşılaşmadığımız ayrı bir jargon kullanımı, türün yaygın bir özelliği. Hatta yer yer okur kendisine yabancı, aşina olmadığı bir dilin içinde bulmakta kendisini. Uzun ve edebi betimlemeler yerine kısa, net, vurucu, çıplak bir dil karşımıza çıkıyor. Bu anlatı özelliği de gerçekliğin örtüsüz bir şekilde göz önüne serilmesini, makyajsız yaşamın dolaysız anlatımını sağlıyor denilebilir.
Öteki sayılanı anlatırken cinselliği, şiddeti ve kötülüğü örtbas etmiyor; aksine olduğu gibi gün ışığına çıkartıyor. Kurguda yer alan şiddet ve kötülük olguları fantastik bir dünyaya değil günlük yaşama dair. İşte tam da bu nedenle okuru huzursuz etme iddiasında; hayatımızda yok saymaya, görmemeye, bilmemeye çalıştığımız karanlık yüz ile karşılaştırıyor bizi. Bir çeşit yüzleşme ve hesaplaşma bu ve cesaret istiyor.
İnsan, içindeki tüm karşıtlıklarla bir bütündür. İyilik kadar kötülük de bize aittir. Bu yanımızı yok saymak, görmezden gelmek ise bir çözüm değil aksine çözümsüzlüğün ilk adımıdır. Zira “İnsanın sadece bilincinin kendisi hakkında bildikleri kadar kötü olduğuna evrensel çapta inanıldığı için, kişi kendisini zararsız zanneder ve kötülüğüne bir de aptallığı ekler.” dediği gibi ünlü psikiyatrist Jung’un, inkâr etmek sadece başını kuma gömmek anlamına gelir. Hem psikoloji hem de edebiyat insanın içinde yaşayan bu kötücül parçayı aydınlatmaya, anlamaya, anlatmaya çalışır uzun yıllardır.
“Erdemi tanımak için önce ahlâksızlıktan haberdar olmalıyız.” der Marquis de Sade. Dil ikili karşıtlıklardan oluşur. Soyut kavramları anlamlandırabilmek için zıttı ile beraber düşünmemiz gerekir: Çirkin güzelin, yanlış doğrunun, kötü iyinin anlam ikizidir. Psikolojik açıdan bakıldığında da geçerlidir bu ikili karşıtlık ve Jung tarafından “gölge” ve “maske” kavramları ile tanımlanmıştır. Gölge, insanın içinde yer alan arkaik, ilkel, dürtüsel alandır; karanlık ve kötücül yanımız… Maske (persona) ise gölgenin giydiği kıyafettir bir nevi. İçsel dürtülerin medeni bir form kazanmasını sağlar. İnsan toplum içinde var olabilmek adına sosyalleşmek zorundadır. Bu da ilkel benliğin maskelenmesi ile mümkündür. İşte “Otomatik Portakal” tam da insan ruhunun bu sembolik bileşenlerinin, gölge ve maskenin anlatımıdır.
Kitapta Alex adlı bir çete reisinin hayatı ben anlatısı ile aktarılıyor. Aslında bir anti kahramandır Alex. Çete arkadaşları ile birlikte sırf zevk için kötülük eden, sokaklarda dehşet saçan, orantısız şiddet uygulayan, uyuşturucu kullanan anti sosyal bir gençliğin insanı dehşete düşüren anlatısı bu.
Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm kötülüğün anlatısı: Tecavüz, orantısız şiddet, soygun hatta cinayetten bile keyif alan, ahlak ve erdem gibi değerleri hiçe sayan sosyopat bir gençliğin hayatı. Suç ve şiddetin kol gezdiği sokaklarda güvensiz, korku dolu bir yaşam, insanın nefesini daraltıyor. Ama muhtemelen Anthony Burgess’in vermek istediği tam da bu rahatsızlık hissi. Diken üstünde oturmasına yol açtığı okurun sessiz bir çığlıkla karşı çıkmasını amaçlamakta. Kötünün şiddeti ile karşılaştırarak iyinin arayışına ve anlamına doğru yönlendiriyor âdeta.
İşte ikinci bölümle birlikte bu kadim sorgulamanın girdabına kapılıyor okur. İyi nedir? Zamana ve duruma göre değişebilir mi? İnsanın içinde doğuştan var olan bir erdem midir yoksa sonradan kazanılan bir davranış şekli mi? Zorla ve ya baskıyla ile yaptırılan iyilik, kişiyi “iyi insan” yapar mı? Çıkar beklenerek yapılan ikiyüzlü hayırlar, iyilik olarak değerlendirilebilir mi?
Bu bölümde toplumsal kurallara uymaya çalışan Alex ile tanışıyor okur. Gölgenin yerine geçen maske ile… İlk bölümde tanıdığımız, suçu doğal bir eylem sayan, gözünü kırpmadan insanlara zarar veren, şiddeti arzulayan Alex yoktur artık; O, toplumsal uzlaşı arayışı içinde, cezadan korkan bir karakter haline gelmiştir. Ancak ilk bölümde yer alan Alex’i bile tercih edecek bir ikilem içinde buluruz kendimizi; yeni kahramanımız artık özgür iradesini ve seçim hakkını kaybeden uysal bir robottur çünkü. “Seçme şansı, diye gürledi kalın boğuk bir ses. Kodes papazından geldiğini dikizledim. Aslında seçme şansı yok değil mi? Kendisini öyle iğrenç bir şekilde küçük düşürmesine yol açan şey, kendi çıkarlarını düşünmesi, fiziksel acıdan korkması. Hiç samimi olmadığı çok barizdi. Evet, artık bir kabahat işlemiyor. Ama ahlaki seçimler yapabilecek bir varlık olmaktan çıktı.”
Bir cinayet sonrası hapse giren Alex burada bir hükümet projesi ile “iyi” insan haline getirilecektir. Artık suçluları topluma kazandırma adı altında kendisine ait isim ile değil bir rakam ile anılmaktadır: 6655321. O, kişiliği değiştirilen, otoritenin üzerinde her türlü yaptırım hakkına sahip olduğu bir varlıktır. Michel Foucault’un “Hapishanenin Doğuşu” eserinde dediği gibi bir azap ve gözetim altında tutma yerindedir. Burada topluma kazandırılacak, “iyi” olması için ne gerekiyorsa yapılacaktır. Ancak bir tür şartlandırma ile yapılan bu uygulama içsel bir değişim sağlamadığı için etkili olabilir mi? İyilik ve toplum düzeni adı altında bile olsa kişinin özgür seçim hakkını elinden alma hakkına sahip olunabilir mi? Eğer böyle bir hak otoriteye verilirse, bunu kötüye kullanmayacağından emin olabilir miyiz? Kişisel özgürlüğümüz toplumsal düzen adına feda edilebilir mi?
Toplumsal yaşamın en temel mücadelesi kişinin özgürlüğünü güvenlik ile değiştiği yerde başlar. Bir distopya yani anti-ütopik roman bakışıyla da okunabilen eser bu sorularla birlikte diğer distopik kitaplarla özellikle de “1984” ve “Cesur Yeni Dünya” ile bir benzerlik kazanmaktadır. Cesur Yeni Dünya’da genetik kodlama ile üretim bantlarında “üretilen” ve otoritenin amacına hizmet edenler, sorgulamayan ve dolayısıyla suç işlemeyen kişilerdir. 1984’te ise düşünmek bile suçtur; düşünce polisi kavramı ilk kez bu romanda kullanılmıştır. Otomatik Portakalda da, ilaçlar ve hipnotik şartlandırma ile suç işlemesi engellenen Alex ile karşılaşırız. Bunun insanlık dışı olduğunu düşünürken ilk bölümdeki açık, perdesiz, rahatsız edici suç anlatımı ile yüzleşmek zorunda kalırız. Bu ikilemin içinde aslında hepimizin Pavlov’un köpekleri gibi şartlandırıldığımızı, acıdan ve cezadan kaçınmak için toplumsal kurallara boyun eğdiğimizi bir kez daha hissederiz tüm hücrelerimizde. Bunun diğer zıt kutbunda ise bireysel özgürlük adı altında yıkılan düzen, kuralsızlık ve hatta şiddet ile karşılaşma ihtimali yer almaktadır. Tanımlandığında çok cazip ve süslü görünen kavramların insan eliyle eğilip bükülmesinin yarattığı yıkıcılıkla ve anlam kaymasının bizi getirdiği kaosla yüzleşiriz, çaresizce.
Tüm anlatı iyi olanın kötü kabul edilen ile dirsek temasını hissettirir okura. Kötü, yanlış, yasak gibi kavramların doğaya ait bir seçim mi olduğu yoksa zamana ve mekâna ve çıkarlara göre mi belirlendiği, yazarın sessizce avcumuza bıraktığı bir diğer soru işareti. Ve şiddetin bazen, çıkarlar doğrultusunda adaleti sağlamakla yükümlü kişilerce bile mazur görülebileceği olasılığı: “İkisi de biraz düşünceli göründüler: sonra Dr. Brodsky dedi ki: “Sınırlamak her zaman güçtür. Dünya bir bütündür, hayat bir bütündür. En hoş ve harika eylemler biraz şiddet içerir… Örneğin, sevişme eylemi; örneğin, müzik.”
Kitabın üç bölümünü yaşama ait üç aşama olarak ele alabiliriz: İlk bölümde, ben merkezcil, toplumsal kuralların farkında olunmayan bebeklik dönemi; ikinci bölümde sevilmek, onaylanmak, cezadan ve dışlanma ihtimalinden korunmak amacı ile kurallara boyun eğilen, dürtülerin törpülendiği, akıl ve sağduyu ile hareket edilen gençlik yılları; üçüncü bölümde ise hayat tecrübelerinin egemen olduğu olgunluk yılları sembolize edilmektedir âdeta.
Kitabı okurken yazarın/çevirmenin kullandığı dile yani yeraltı edebiyatına ait jargon ve argoya aşina olmayan, bazı kelimeleri ilk kez duyan okur için biraz tökezletici olduğunu belirtmem gerekir. Ancak dile alıştıkça akıcı, net, çıplak bir anlatı şölenine dâhil oluyor insan. Anlamı çoğaltan, insanı gerçek yüzü ile karşılaştıran, içimizdeki karanlığa ayna tutan, sorgulatan, uyandıran bir eser. Keyifli okumalar ve derin sorgulamalar dilerim…
“Bildiğim başka bir şey daha var
-Ki bilmeli benim gibi herkes de-
İnsanın kardeşlerine ettiğini
İsa Efendimiz görmesin diye
Utanç tuğlalarıyla, parmaklıklarla
Örüldü yapılan her hapishane.”
Reading Zindan Baladı – Oscar Wilde
- Otomatik Portakal
- Yazar: Anthony Burgess
- Çeviri: Dost Körpe
- Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
- Sayfa Sayısı: 168
- Baskı Yılı: 2007
- Bu Kitabı Ateşten Koruyun: Fahrenheit 451 - 26 Nisan 2018
- Sonuçta bir direniştir yaşamak; Ernesto Sabato Üzerine - 31 Mart 2018
- Nefes Kesici Bir Gerilim: Kurtulan Kızlar - 21 Mart 2018
FACEBOOK YORUMLARI