Her ne kadar yaşama dair acı ve hayal kırıklıkları, açlık ve yokluk yer alsa da mektuplarda, hayata küskün ve vazgeçmiş bir Joyce yoktur karşımızda.
James Joyce modern dünya edebiyatının en önemli sanatçılarından, eserleriyle ve özgün tarzıyla edebiyat tarihinin kilit taşı yazarlarından birisi şüphesiz ki. Bu nedenle Nora’ya yazdığı mektupları içeren kitabın dilimize çevrilerek yayımlandığını öğrendiğimde çok heyecanlandım. Biricik aşkı, hayat arkadaşı, kitaplarının ve şiirlerinin ilham kaynağı sevgili Nora’sına yazdığı mektuplardı bunlar. Joyce’un eserlerine giden yolda, onun sesini ve sözünü daha iyi anlayabilmek adına değerli birer belge.
Nora’ya yazılan mektuplar ilk kez 1950 yılında, Richard Ellmann tarafından Joyce’un biyografisi yazılırken ortaya çıkar ve kayıp olan iki tanesi dışındaki altmış iki mektuptan oluşan bu koleksiyon Cornell Üniversitesi arşivine dâhil edilir. Kayıp olan mektuplardan biri 2004 yılında bulunarak satışa çıkarılır. Sotheby’s müzayedesinde 240.800 İngiliz sterlinine alıcı bulur ve yüzyılın en yüksek fiyata satılan mektubu olarak tarihe geçer. Alakarga Yayınları tarafından Ocak 2018’te yayımlanan kitapta Joyce’un Nora’ya yazdığı mektuplardan elli ikisi yer alıyor. Yazıldıkları dönemlere yani Joyce ve Nora’nın ayrı kalarak mektuplaştığı zamanlara göre altı bölüm olarak düzenlenmişler.
Bir yazarın dostlarına, ailesine ya da sevgilisine yazdığı şahsi mektupları okumak konusunda ikilem yaşanır genellikle. Kimi okur, yazarı daha iyi tanıma ve eserlerini anlama yolunda mektupların önemli olduğunu düşünürken kimisi özel hayata müdahale olarak görebilir. Yazarın hayatı eserlerine dahil midir? Bu bakış açısı metin açısından yazarın önemli olup olmadığı konusundaki temel eleştirel ayrıma kadar uzanabilir. Yazarın simgesel olarak ölümünü ilan eden Roland Barthes’a göre asıl olan yazar değil yazılı metnindir. Anlam, metinde yatar ve onu yazanın niyetinden bağımsızdır. Bu bakışın diğer ucundaysa yazarı temel alan görüş vardır ki buna göre yazarın deneyimleri doğrultusunda şekillenir metinler ve bu nedenle önemli olan yazarın ne anlatmak istediğidir. Bir metin onu yazan elden, ait olduğu zamandan ve mekândan soyutlanamaz. Yazarın deneyimi ve yeteneği ışığında kitabın okunmasını öneren görüşleri, hatta bir adım öteye giderek yazarın kişilik yapısının çözümlemesine yönelen psikanalitik eleştiri yöntemlerini de koyabiliriz ortaya. Bunlar eleştirinin farklı bakış açılarını içeren tartışmalı konuları. Ancak bu mektuplar için tüm bunları tartışmanın yersiz olduğunu düşünüyorum. Zira burada yazdığı kitapların hemen hepsinde hayatından, deneyimlerinden ve vatandaşı olduğu İrlanda’dan izler bırakan bir yazardan, James Joyce’tan bahsediyoruz. Eserleri, hayat hikâyesiyle ve yaşam deneyimleriyle yoğrulan bir büyük sanatçıdan. Kahraman Stephen ilk çocukluk ve gençlik yıllarının anlatımıdır. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, yaşamsal tecrübelerinin yer aldığı bir eserdir ve Kahraman Stephen’ın düzenlenmiş halidir. Kült romanı Ulysses bir tek günü kapsar ki o gün Nora’yla ilk buluştukları 16 Hazirandır. Dublinliler’de yer alan öykülerinde de yaşam hikâyesinin ve yaşadığı yerlerin izleri vardır. Ve hep kitaplarına sızar İrlanda, Katolik mezhebi, dini eğitim, aile bağları…
Ufak bir parantez…
Mektuplara geçmeden önce ufak bir parantez açarak kitabın çevirisine değinmek istiyorum. Daha önce yazarın “Dublinliler ve Dublinliler Üzerine Yazışmalar” adlı kitabını da çeviren Nilüfer İlkaya metnin yapısına sadık kalarak, okunaklı ve akıcı bir çeviri gerçekleştirmiş. Ancak İlkaya’nın dokunuşu sadece çeviride değil. Yaptığı açıklamalarla, dipnotlarla kitap boyunca önemli bilgileri ekleyerek anlamı destekliyor ve okurun kolayca yol almasını sağlıyor. Mektuplarda bahsedilen göndermelerin kime ya da hangi esere ait olduğuyla, yazarın yaşamında hangi olayları yansıttığıyla ilgili açıklamalar bunlar. Üstelik metnin altında çevirmen notu ibaresiyle ve abartıya kaçmadan, okumanın ahengini bozmadan, ansiklopedik bilgi yüklenmesine yol açmadan, adeta okurun kulağına fısıldayarak yapılmış bu eklemeler. Bölüm başlarındaki açıklamalarsa yazıldıkları dönemi ve şartları anlayabilmek adına önemli bir işleve sahip.
Sevgili Nora…
James Joyce 1904 yılında, yirmi iki yaşındayken tanışır Nora Barnacle ile ve 1941 yılına dek ayrılmazlar, yani ölüm onları ayırana kadar. Tanışmalarının üzerinden henüz birkaç ay geçmesine rağmen, ekim ayında James Joyce’un Dublin’i terk ederek kıta Avrupa’sında yaşama teklifini büyük bir cesaretle kabul eder. Onunla Avrupa’nın birçok şehrinde yaşam mücadelesi verir. Joyce, sevgili Nora’sını hiç yanından ayırmaz. Her ayrı kaldığında da mektuplar yazar, hemen her gün ve aşkla.
Mektuplar Joyce’un aşk, evlilik, toplumsal değerler, aile yaşamı, din ve İrlanda konularında duygu ve düşüncelerini içeriyor. Aynı zamanda bir sanatçı olarak Joyce’u, onun yazınsal izleklerini, heyecanlarını, yaşadığı hayal kırıklıklarını ve zorlukları da yansıtıyor. Özellikle dördüncü bölümde yer alan mektupların cinsel içerikli ve mahrem olduğu ancak güçlü bir aşkı yansıtmaları ve samimiyetleri nedeniyle saygıyı hak ettikleri söylenebilir.
Joyce’un Genç Bir Aşık Olarak Portresi…
İlk bölüm birbirini tanımaya çalışan ve kimi zaman kıskançlıkla, özlemle, aşkın tatlı kaprisleriyle yol alan iki genç aşığın yazışmalarını içeriyor. James ve Nora, 10 Haziran 1904’te tanışırlar ve Ulysses’in geçtiği 16 Haziran’da–roman tek günde geçer- ilk buluşma gerçekleşir. Biraz uçarı, genç, asi bir delikanlıyla tanışırız bu bölümde. Mektupları kimi zaman James A. Joyce, JAJ, AUJEY kimi zamansa Kral VIII. Henry ya da Kardinal Diyakozu Vincenzo Vannutelli adıyla imzalayan muzip bir James Joyce var karşımızda. Heyecanlı ama bir o kadar da öfkeli. Sanki Kahraman Stephen’ın baş kahramanı, İrlanda’nın bağnaz yapısına ve dinsel baskıya karşı tepkili bir genç adam olan Stephen Dedalus vardır karşımızda: “Kafam şu anki bütün toplumsal düzeni ve Hıristiyanlığı reddediyor; ev, herkesin kabul ettiği erdemler, yaşamın sınıfları ve dinsel doktrinler. Ev düşüncesinden nasıl hoşlanabilirim ki? Benim evim, sadece, bana da geçen mirasyedi alışkanlıklarla harap olmuş bir orta sınıfın evi.” Bir sanatçı olan genç Joyce’’un yazdıklarıyla ilgili detayları da öğreniriz bu mektuplardan. Örneğin Dublinliler kitabının ilk öyküsü olan ve Stephen Daedalus imzasıyla yazılan Kızkardeşler’i, 13 Ağustos’taki mektupla beraber gönderir Nora’ya. Ve eylül ayında Martello Kulesi’nde Ulysses’i yazmaya başlar.
İlk bölüm 29 Eylül’de, aşıkların bir araya gelmesiyle son bulur. Ekim ayında James ve Nora Zürih’e giderler.
Ve sonra…
Okumadan alınacak keyfi bozmamak adına daha sonraki bölümlere değinmeyeceğim. Ancak her ne kadar yüce bir aşkın yansıması olsalar da dördüncü bölümde yer alan cinsel içerikli mektupları okurken mahrem bir alana girdiğimi, şahsi sınırları ihlal ettiğimi düşünerek rahatsız olduğumu belirtmeliyim. Kitapta beni en çok üzen kısımlarsa parasızlıktan, yokluktan dolayı eziyet çeken James Joyce’u tanımak oldu. “O kadar canım sıkkın ki Nora, kendi yol paramı ayrıca Eva’yı yanımda getirmek ve Galway’e sizinkileri görmeye gitmek için gereken parayı nasıl toplayacağımı bilmiyorum” diye yazar 21 Ağustos 1909’da. Bundan tam üç yıl sonra 21 Ağustos 1912’de aynı açlık ve yoksulluk isyanı taşar mektubundan: “Uykusunda yürüyen bir adam gibiyim. Trieste’de neler olup bittiğini bilmiyorum. Stannie ondan istediğim şeyi göndermedi. Eva ile Florrie’nin yiyecek bir şeyleri yok. Stannie onlara bir şey göndermedi, Charlie’nin de yiyecek bir şeyi yok, benim de bir şeyim yok. Yazı masam, el yazmalarım ve kitaplarımın sonu ne olur bilemiyorum.” Bir mektubu binlerce sterline satılan, kitapları bunca okunan bu değerli sanat adamının fakirlik içindeki yaşamı ve günümüzde bir servet edebilecek bir isme sahip olması arasındaki o aşılamaz mesafe ve yaman çelişki.
Ama gene de aşkla…
Her ne kadar yaşama dair acı ve hayal kırıklıkları, açlık ve yokluk yer alsa da mektuplarda, hayata küskün ve vazgeçmiş bir Joyce yoktur karşımızda. Sevgiden, özlemden bahseder eşine. Aşkla yaşar, aşkla yazar. Hediye olarak yazdığı şiirleri gönderir ve Nora’ya adadığı bu şiirler daha sonra Oda Müziği adı altında yayımlanır.
22 Aralık 1909’da Oda Müziği kitabının el yazmalarıyla birlikte yolladığı satırlar bir sanatçı olmanın duyarlılığını yansıtır.
“Belki de sana gönderdiğim bu kitap hem senden hem benden çok yaşayacak. Belki de, adlarının baş harfleri kapağa işlenmiş aşıklar bu dünyadan göçüp gittiklerinde, bir genç adam ya da kadının parmakları (çocuklarımızın çocukları) parşömen kağıtlarını saygıyla çevirecek. O zaman, insanoğlu tutkularıyla sürüklenmiş bedenlerimizden geriye bir şey kalmayacak, biricik sevgilim. Ve gözlerinin içinden birbirlerine bakan ruhların o zaman nerede olacağını kim söyleyebilir.”
Son Olarak…
Hem çok önemli bir sanatçının yazınsal serüvenine ve sevgili, eş, baba yani insan James Joyce’un hayatına dair bir okuma hem de tutkulu bir aşkı saygıyla selamlama imkânı sağlıyor Nora’ya Mektuplar. Bir oturuşta, nefessiz, ara vermeden okunuyor sonuna kadar. Ama sona gelince bitmiyor, insan farkında bile olmadan diğer James Joyce kitaplarını almış okurken buluyor kendisini. Yeniden, en baştan… Bazı sanatçılar ölmüyor, “parşömen kağıtlarını saygıyla çevirirken parmaklar” ruhları yazılarında hep yaşıyor.
|
- Bu Kitabı Ateşten Koruyun: Fahrenheit 451 - 26 Nisan 2018
- Sonuçta bir direniştir yaşamak; Ernesto Sabato Üzerine - 31 Mart 2018
- Nefes Kesici Bir Gerilim: Kurtulan Kızlar - 21 Mart 2018
FACEBOOK YORUMLARI