Patronsuz, şefsiz, amirsiz bir hayat mı düşlüyorum? Hemen bu konuda yazılmış kitaplara danışıyor, öğrendiklerimden hareketle kendime yeni bir yol haritası çıkarıyorum.
Size bir hikâye anlatacağım:
Babam 2004 yılında önemsiz bir ameliyat sonrası beklenmedik bir şekilde komaya girdi. Reanimasyon servisinde bir hafta kaldıktan sonra da öldü. Ben bir ay önce 16 yaşıma girmiştim. Babam ise 50 yaşındaydı.
Babamı gömeli iki gün olmuştu. İkindiye doğru, ziyaretçilerin çekilip evimizin, iki gündür yeni aldığı adla cenaze evinin tenhalaştığı bir an, kendisi de sağlıkçı olduğu için reanimasyon servisine girip komada kaldığı süre zarfında babamı ziyaret etmiş bir yakınım – örneğin beni içeri hiç sokmamışlardı – beni bir kenara çekti. Semih, dedi, baban yaşamak istemedi. Vücuduna takılan kabloları bile koparıp atmaya çalıştı.
Yakınımın bu söylediğini işittiğimde bir süre hareketsiz kaldım. Hiçbir şey düşünmedim. Hiçbir şey hissetmedim. Bir süre öylece durdum. Hareketsiz kaldığım o anlar bütün zihnim, ruhum ve bedenime bir zehir enjekte edildi: suçluluk zehri.
Çevremde olup biten bütün felaketlerin çarmıhını kendi sırtımda taşıdığım bir yaştaydım. İşittiğim bu sözlere hiç şüpheye düşmeden inandım ve o andan itibaren, babamın ölümü yüzünden kendimi suçlamaya başladım. O günden sonra, babamın neden yaşamak istemediği sorusu yıllar yılı içimi kemirdi. Yıllar yılı. Tam 12 yıl. Ta ki bir sabah, Andrew Schulman’ın “Ruhu Uyandırmak: Bir Müzisyenin Bedeni, Zihni ve Ruhu İyileştirme Yolculuğu” adlı müthiş kitabında rastladığım şu satırları okuyana kadar:
“Yatağımın başına bir soluma cihazı çekildi, tüplere bağlandım, makine, ciğerlerime solunabilir hava pompalıyor ve çıkarıyordu. Bedenimin çaresizce, sıvılara ve ilaçlara ihtiyacı vardı. Bu nedenle yatağımın kenarına iki metal askı çekildi, ilaç torbaları bağlandı. Boynum, kolum ve kasığımdaki tüplerden bedenime çok sayıda ilaç akıyordu. Bu tüpler her yerdeydi, ben de onları kavrıyor, onlardan nefret ediyor, çıkarmaya çalışıyordum.”
Bu satırları okuyunca anladım ki meğerse bu durum babama mahsus değilmiş.
Komadaki bir insanın, çıplak bedenine yapıştırılan kabloları çıkarıp atması için illa, o yakınımın söylediği gibi bir sebep gerekmiyormuş.
Bu, babamın yaşamak istemediği anlamına gelmiyormuş.
Bu satırları okuduktan sonra, önce bu zehri içime akıtan yakınımı düşündüm, sonra da, “Eğer bu kitabı okumamış olsaydım ömür boyu bu yükle yaşayacaktım,” dedim kendi kendime. Bu tecrübemden sonra, Canetti’nin, “İnsanlarla konuşunca kirlendiğimi hissederim,” sözünü daha iyi anladım.
İyi kitaplar insanların açtığı yaraları iyileştirmek için varlar.
İnsan yıkar, kitap yapar.
İnsan ayırır, kitap kaynaştırır.
İnsan kırar, kitap onarır.
İnsan acıtır, kitap sağaltır.
O gün, hayatımın bu en önemli sorusunun cevabını bir kitapta bulduğum gün hayatımda büyük bir değişiklik daha oldu:
Kitaplara bakışım değişti. Kitaplarla ilişkimin biçimi değişti. Kitaplara yüklediğim anlamın içeriği değişti. Kitapların varlık sebebini daha iyi anladım. Ve kızdım kendime.
Kendini bildin bileli okuyorsun, dedim. Hayatın kitaplar üzerine kurulu. Düşünce dünyanı kitaplarla kuruyorsun. Anlam dünyanı kitaplarla oluşturuyorsun. Zihnini kitaplarla temizliyorsun. Ruhunu kitaplarla arındıyorsun. Ama ne hikmetse, 12 yıldır içini kemiren bir soruya cevap bulmak için kitaplara danışmak aklına gelmiyor.
O gün fark ettim ki iyi okur gibi görünen neredeyse herkesin olduğu gibi benim de kitaplarla ilişkim ancak düşünsel düzeyde bir ilişkiydi. Hayati bir ilişki değildi bu. Hayatımı iyileştirmek, güzelleştirmek, hayat kalitemi arttırmak ve kendimi geliştirmek için değil, çocukluğumdan gelen bir alışkanlıkla biraz zevk için, biraz da bilgi sevgisiyle, belki de bilgi açlığıyla okuyordum. Bu konuda fena olduğum da söylenemezdi hani. Yirmili yaşlarımın başında bir gün Berlin’de bir restoranda, “Orhan Kemal Roman Armağanı” sahibi yazar Adnan Binyazar’la biraz sohbet ettikten sonra, “Semih Bey,” demişti, sohbetimizi bir anda bölerek, “bilgi bir silahtır ve siz daha bu yaşta çok güçlü bir silahla donanmışsınız.” Adnan Bey haklıydı belki de. Belki elimde gerçekten de çok güçlü bir bilgi silahı vardı. Vardı var olmasına da, peki, bunun bana ne yararı vardı? Benim gerçeğime ne gibi bir katkısı vardı? Her ay onlarca kitap okuyorken, hayatımın en can alıcı sorusunun cevabını öğrenmek için bir kitap açmak aklıma gelmiyorsa onca bilginin ne anlamı kalıyordu?
Bunu başkalarında da defalarca gözlemledim. Entelektüel çevrelerde tanınan, saygı duyulan birçok insanın, birçok arkadaşımın, kitaplarla yatıp kalkmalarına rağmen hayatları boyunca ruhsal sorunlarla boğuştuklarını gördüm. Hep okuyorlardı, ama en ufak ruhsal çıkmazlarını dahi çözemiyorlardı. Her şeyi biliyorlardı, ama borçtan kurtulamıyorlardı. Hem Türkiye’de hem de yurtdışında saygın dergi ve gazetelerde boy boy yazıları yayımlanıyordu, ama hayatlarındaki en basit sorunlarda dahi boğuluyorlardı.
Benim gibi onlar da kitaplarla sadece entelektüel düzeyde bir ilişki kurabilmişlerdi çünkü. Onlar için de kitaplar, çokça bilgi veren, kimi zaman da ruhsal tatmin getiren araçlardı sadece. Ama bu kadar. Kitaplarla aralarında canlı kanlı bir ilişki yoktu. Okudukları satırların ardında, o satırları yazan insanı görmüyorlar, hissetmiyorlardı. Okudukları onca kitaptan kendilerine, daha iyi bir yaşam için tek bir hikmet çıkaramıyorlardı.
Babamın ölümünden sorumlu olmadığımı anladığım gün kitaplarla ilişkim tamamen değişti. Kitapları artık bir nevi mentorüm olarak görüyorum. Doktorum, öğretmenim, terapistim, mali danışmanım, avukatım olarak görüyorum.
Örneğin pazarlamaya dair bir şeyi mi merak ettim, hemen alanının en iyi birkaç kitabını okuyor, yani bu alanın en iyi birkaç ismine danışıyor ve okuduklarımdan öğrendiklerimi hemen uygulamaya döküyorum.
Kendimi başkalarıyla kıyaslarken mi yakalıyorum, hemen bu konuda yazılmış yüzlerce kitabı karıştırıyor, okuduklarımı kendi hislerimle, kendi tecrübelerimle harmanlayıp ruhumdaki bu kiri temizliyorum.
Patronsuz, şefsiz, amirsiz bir hayat mı düşlüyorum? Hemen bu konuda yazılmış kitaplara danışıyor, öğrendiklerimden hareketle kendime yeni bir yol haritası çıkarıyorum.
Ukalalığa gerek yok. Kendimizi kandırmaya da. Hiçbirimiz o kadar da özel değiliz. Hiçbirimizin dertleri sadece bize özgü dertler değil. Korkularımızla, kaygılarımızla birbirimize bağlanıyoruz ve aslında hepimiz birbirimize benziyoruz (http://kitapvekuslar.com/hepimiz-ayniyiz-aslinda/). Bu yüzden de dünyada bizim dertlerimizi dert edinmiş ve bunlar üzerine düşünmüş, yazmış çizmiş çok sayıda insan var. Bu demek oluyor ki her sorumuza cevap veren bir kitap var. Kendimizi özel hissetmek için insanları dertlerimizle boğmak yerine derdimize deva olacak kitapları arayıp bulmak hem bizim hem de dertlerimizi anlatarak hayattan bezdirdiğimiz insanlar için çok daha hayırlı olur. Her derdimize derman olacak bir kitap var. Mesele o kitabı bulmakta.
İşte, bu köşe bu yüzden var. Ben her Allah’ın günü kendime bir şeyleri dert ediniyorum (http://kitapvekuslar.com/nasil-daha-uretken-olurum/) ve her günüm bu dertlerime cevap olacak kitabı, kitapları aramakla geçiyor. Bu köşede sizlerle bana deva olmuş kitapları paylaşacağım. Bu kitapların hangi derdime ne şekilde iyi geldiğini anlatacağım. Benim dertlerimle sizin dertleriniz büyük oranda örtüştüğü için de (hepimiz aynıyız aslında, bu yüzden, dertlerimiz de neredeyse hep aynı) paylaştığım kitaplar birçok sorunuza cevap olacak. Kimi kitaplar doğrudan sizin derdinize iyi gelmeyecek belki. Ama hiç şüphem yok ki paylaştığım her kitap sizi dertlerinize iyi gelecek kitapları aramak için harekete geçirecek.
Yazılarıma âşina olanlar biliyor. Hayatta en haz etmediğim şey nasihattır. Yazdığım hiçbir şeyi nasihat vermek gibi sevimsiz ve ucuz bir gayeyle yazmadığım gibi, hiçbir kitabı da öğüt vermek amacıyla paylaşmayacağım. Ben size sadece beni ve benim kitaplarımı gösteriyorum. Yaptığım şey tümüyle bundan ibaret. Ve bu şekilde size ayna tutacağım. Önerdiğim kitaplar size iyi gelir mi, gelmez mi, hiç bilmiyorum. İşin açığı, bununla hiç ilgilenmiyorum. Ama bana iyi geldiklerini biliyorum ve sizi de size iyi gelecek kitapları aramaya sevk etmeyi istiyorum.
Benden her hafta bir mektup ve kitap önerisi almak için TIKLAYINIZ
- Genç Şaire Mektuplar - 27 Eylül 2017
- İsteklerimi Neden Gerçekleştiremiyorum? - 14 Eylül 2017
- Aşk, yitip giden verimlilik ve kitaplar - 30 Ağustos 2017
FACEBOOK YORUMLARI