
Körlük, ürkütücü bir roman, beklenmedik bir felaketi yaşayan bir toplumun nasıl çöktüğünün, nasıl bencilleştiğinin ve değer yargılarını yitirdiğinin hikayesi.
Adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir kentinde, arabasının direksiyonunda trafik ışığının yeşile dönmesini bekleyen bir adam ansızın kör olur. Ancak karanlıklara değil, bembeyaz bir boşluğa gömülür. Arkasından, körlük salgını bütün kente, hatta bütün ülkeye yayılır. Ne yönetim kalır ülkede, ne de düzen; bütün körler karantinaya alınır. Hayal bile edilemeyecek bir kaos, pislik, açlık ve zorbalık hüküm sürmektedir artık. Yaşam durmuştur, insanların tek çabası, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaktır. Roman, kentteki akıl hastanesinde karantinaya alınan, oradan kurtulunca da birbirinden ayrılmayan, biri çocuk yedi kişiye odaklanır. Aralarında, bütün kentte gözleri gören tek kişi olan ve gruptakilere rehberlik eden bir kadın da vardır. Bu yedi kişi, cehenneme dönen bu kentte, hayatta kalabilmek için inanılmaz bir mücadele verir. Saramago’nun müthiş bir gözlem gücüyle betimlediği bu kaotik dünya, insanın karanlık yüzünün simgesi.
Körlük, ürkütücü bir roman, beklenmedik bir felaketi yaşayan bir toplumun nasıl çöktüğünün, nasıl bencilleştiğinin ve değer yargılarını yitirdiğinin hikayesi.
Konusunun ürkütücülüğüne rağmen olağanüstü bir şiirsellikle anlatılmış bu unutulmaz roman, usta yazarın belki de en etkileyici yapıtı.
KitapEki.com’da, Jose Saramago’nun romanı “Körlük” hakkında yer alan yazılar ve yorumlar;
Doğuş Sarpkaya, 15 Mayıs 2017 tarihli “Gölge, Körlük, Kötülük” başlıklı yazısında Saramago’nun Körlük kitabını şöyle yorumluyor…Gölge, Körlük, Kötülük“Jose Saramago ise körlüğe başka bir noktadan bakar. Saramago’nun derdi burjuva demokrasisidir. Modern toplumun pisliklerini örten bir oyun olarak görür bu demokrasi anlayışını. Körlük romanı da tam da bu demokrasi anlayışının yarattığı görememe durumunu merkeze alır. Salgın halinde yayılarak tüm bir ülkeyi saran körlük ile ülkede yaşanan kargaşa ve anarşiyi anlatan roman, toplumdaki ahlaki çöküş potansiyelini gözler önüne serer. Anlatılmak isteneni romanın sonunda doktorun karısına söyletir Saramago: “Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük…” Toplumsallaşan körlük, kötülüğün örgütlenmesi ve yayılmasının sorumlusudur. “Biz şimdiden yarı yarıya ölüyüz dedi doktor, hayır, yarı yarıya canlıyız, diye karşılık verdi karısı”. Ama her iki koşulda da bir yarımlık, bir olmamışlık, bir yarım öznellik söz konusudur. Sistem bizi körlüğe ikna ederek, özne olma şansımızı elimizden almıştır. Körlük, insanın kendisi olma hayaline yakılan bir ağıttır bu yüzden. Saramago, ölmeden önce yazdığı son roman olan Kabil’de ise yazının başında bahsettiğim dini bakış açılarıyla polemiğe girer. Tanrı’nın inayetini üzerine almak isteyen Habil ve Kabil, yetiştirdikleri ürünleri Efendi’ye sunarlar. Efendi, Habil’in kuzusunu kabul eder ve Kabil’in meyve sepetini görmezden gelir. Habil’i kıskanan Kabil kardeşini öldürür. Bunun üzerine Efendi, Kabil’i yeryüzünde zaman ötesi bir yolculuğa çıkmakla cezalandırır. Hikayenin bundan sonrasında Kabil, yaptığı kötülüğün kaynağını araştırmaya başlayacaktır. Eski Ahit’teki meseller üzerine kurulan roman, Efendi’nin gazabının görüldüğü olayların çevresinde gelişir. Kabil, dünyayı gezdikçe, kötülüklerin kaynağının Efendi olduğunun farkına varır. Kötülükleri engellemek yerine onların ortaya çıkmasına göz yuman da kimi zaman bu kötülükleri tetikleyen de Efendi’dir. Roman, kötülük ile iktidar arasındaki ilişkiyi tartıştırarak, aslında başka birilerine hükmetmenin, ezmenin, korku salmanın en büyük kötülük olduğu sonucuna ulaştırır insanı.” |
Kitap Eki yazarlarından Pınar K. Üretmen, 1 Mart 2016 tarihli “Toplumun karanlık yüzü: Körlük” yazısında “Jose Saramago’nun Körlük’ü toplumsal düzenin ve insanlığın içinde taşıdığı karanlık yanları ortaya seriyor.” diyor ve devam ediyor…“Başka insanların gözleri hapishanelerimiz; Bakmak, görmek, gördüğünü anlamlandırabilmek… Bir bakışla gerçekleşen tek bir eylem olduğunu düşünsek de, tüm bu edimler birbirinden ne kadar da farklıdır aslında. Bakıp da göremeyenler ne çoktur hayatta… Gördüğünü zanneden yığınların yaşadığı ‘körlük’ ise ne büyük bir metafordur sonuçta… Kısacası görmeyi anlamak zor iş. Peki ya görmemeyi anlamlandırmak? Karanlıklar içindeki bir hayatı hayal etmek oldukça bunaltıcıdır. Hayatın güç olacağını ama gören gözlerin bize yardım sunacağını düşünürüz. Peki çevremizde kimsenin görmediği, hiç kimsenin yardım edemediği, gören gözlere göre planlanmış dünyada görmeyenlerin yaşam mücadelesi verdiği ve kaosun hâkim olduğu bir dünyayı düşünebiliyor musunuz? Jose Saramago böyle bir dünyayı hayal etmiş ve bizim için kurgulamış. Nobel Edebiyat ödüllü Portekiz’li yazar Jose Saramago Körlük adlı romanı 1995 yılında yazmış. “Bakabiliyorsan gör. Görebiliyorsan, gözle.” cümlesi ile başlıyor anlatı. Araba kullanan bir adam ansızın körleşir. Bu bulaşıcı bir körlüktür ve salgın halinde yayılmaya başlar. Kısa süre içinde birçok kişinin gözü beyaz bir perde ile kaplanarak kör olur. Romanın bundan sonraki olay örgüsünü anlatmak, derin anlamlar diyarına doğru çıkılacak yolculuğa, bir okuma şölenine süikast girişimi olacaktır kanımca.. Bakmak, görmek için yeterli midir? Görme yeteneğimizi gözlerimize mi yoksa imgeleri yaratan beynimize mi borçluyuz? Fiziksel olarak gören gözlerin bazı görüntüleri yok sayması da bir çeşit körlük olabilir mi? Aslında bizler bir anlamda ve hatrı sayılır şekilde gördüğünü zanneden körler miyiz? Körlük metaforu ile öyle bir evren yaratmış ki Saramago, okur da kahramanlarla birlikte aynı bunaltı, bulantı, kaotik girdap içine giriyor. Döngüsel şekilde en dibe doğru sürüklenirken ve o sarmalların içinde boğuşurken bilinçaltının canavarları ile, adeta haykırıyor sesiz çığlıklarla; “Neden?” diye. İnsanı sorguluyor. Yaşamı, dünyayı ve ahlakı… İnsanın içinde iyiliğin barındığını, derinlerde de olsa gün ışığına çıkmayı beklediğini umuyor. Onu kazıyıp çıkarmaya, kara çamurdan arındırmaya çalışıyor. Ve yine, yeni baştan soruyor “İyilik ve kötülüğün ne olduğuna kim karar veriyor? İnsan erdemli olmayı sadece beğenilmek, sevilmek için, iki yüzlü bir riyakârlıkla mı istiyor? Kimsenin onu görmeyeceğini ya da dışlamayacağını bilse, nasıl davranır?” diye. En güvendiğimiz organımızdır gözlerimiz. Gördüğümüzün doğru olduğunu peşinen kabulleniriz. Gözümüzle görmezsek, inanmayız. Oysa en çok da onun tarafından aldatılırız. Göz yanılsaması, iş körlüğü, algıda seçicilik, ışık oyunu diye adlandırsak da bu algı oyunlarını, biliriz ki gördüklerimizle gerçekler her zaman aynı olmayabilir. Bazen gerçekte var olanı görmeyebilir bazen de beynimizde yaratıp gördüğümüzü zannederiz. Yanlış algılarımız ile sanal bir gerçeklik yaratırız. Bu da bize yirminci yüzyılın postmodern düşünürlerinden Jean Boudrillard’ın hipergerçeklik ve simülasyon kuramlarını hatırlatır. Yaşadığımız dünyada yer alan simülasyonlar yani gerçeği taklit eden sanal görüntülerdir aslında gördüklerimiz. Antik dönem Yunan filozofu Platon’un idealar dünyasında tanımladığı mağara duvarına yansıyan gölge görüntülerinin modern zamanlara uyarlanmış bir “reprodüksiyonu” olarak da düşünebiliriz tüm bu kavramları belki de. “Her şey tiyatrodur.” dediği gibi Fernando Pessoa’nın. Kitabı okurken karanlık, kaotik bir hikayenin içine giriyor okur. Etik değerler ve insan onurunun temel dürtülerle-açlıkla düellosunu seyriyor adeta. İyi ile kötü, ahlaki değerler ile vicdansızlık gibi ikili karşıtlıklar üzerinden bir tür iç hesaplaşmaya dâhil oluyor. Körlük, bir distopya. Düşüncesi bile insanın yüreğini ezen, kötülük ve şiddetin hâkim olduğu bir dünyayı anlatan distopik eserler günümüz dünyasının görülmeyen, farkedilmeyen kötülüklerle dolu olduğunu gözümüze sokuyor bir anlamda. Yani karanlığa bir mum yakıyor, uyarıyor, bizi uyandırıyor. Bunu yaparken de canımızı acıtıyor, gözlerimizi yakıyor biraz. Kokuların ve seslerin dünyasına yolculuk yaptırarak okuru, hayalleri, korkuları yaşatıyor adeta. Ve sorular sorduruyor yol boyunca…. Neden koca bir şehirde sadece tek kişi kör olmaz? Hiçbir karşılık beklemeden ileri atılarak kör kocasının yanında bir hapisaneye gitmeyi göze aldığı için mi? Çıkarları adına hareket etmemenin ve iyiliğin bir simgesi midir aslında o anlatılan? Neden beyaz körlük? Işığın olmaması karanlığa neden olur. Görmeyen gözler kararır. O halde aslında yazarın “beyaz körlük” ile anlattığı, fazla ışığın yarattığı bir körlük mü? Gene Platon’un idealar dünyasını düşünecek olursak, yarı karanlığa alışkın gözlerin mağaradan dışarıya çıkınca ve gerçek dünyanın ışığı ile karşılaşınca yaşadığı geçici körlük mü tarif edilmektedir? Gerçekleri tam olarak görene kadar yaşanan o alacakaranlıkta, arafta, belki de bilinç altının karanlık dehlizlerinde insana ait ne kadar kötülük, sefillik, güçsüzlük, kirlilik varsa bir anda ortaya saçılması mı romandaki körlük döneminde yaşananlar? Peki ya hükümet? İktidar denilen “erk” insanların can ve mal güvenliğini korumak yerine günü kurtarmaya odaklı, şiddeti meşrulaştıran, kendisi hiçbir yerde var olmayıp hoparlörden bir ses olarak kendi varlığını duyumsatan yapay, sanal bir olasılık mı? İnsan onuru nedir? Peki ya iyilik? Ahlak, kimin ahlakıdır? Açlık ve ölüm gibi dürtülerle yapılırsa eğer kötülük olmaktan çıkar mı kötülükler? Peki ya acizlik tanımı hangi duruma, zamana göre yapılmaktadır? Erkeklerin kadınlar üzerindeki güç gösterileri aslında bir “acz” göstergesi değil midir ? Ah, ne de kötü bir dünya kurgulamış Jose Saramago. Neyse ki bu bir kurgu, öyle bir dünya yok aslında. Bizler hep iyiyiz ve insanlık onuru sonsuz bu yaşamda… Bazı kitaplar hoş vakit geçirmek için okunur. Bazıları ise aklımıza ve ruhumuza yazılır, hayata bakışımızı değiştirir, unutulmaz. İşte Körlük böyle unutulmaz bir roman. Belki okurken biraz ruhunuz sıkışacak, canınız yanacak ama kesinlikle okunmaya değer. Bir bıçak gibi batarak etinize. Nefes nefese… |
![]()
|
- Netflix Türkiye mayıs programı belli oldu - 23 Nisan 2022
- Halsey’den İstanbul konseri - 23 Nisan 2022
- Sepultura Türkiye’ye geliyor - 23 Nisan 2022