
Ertuğ Uçar: “Uzun zamandır bir ayrılık romanı yazmak istiyordum, neden bilmem. İki kişinin hikayesi olsun. Ama içinde tacizler, ölümler, aldatmalar, kazalar, karanlık geçmişler, aile dramları olmasın. Sanki bunlar olmadan roman olmaz gibi, değil mi?”
Ertuğ Uçar kitapları hiç şüphesiz ki ilişkilerimizin coğrafi ruhunu yansıtmakta. Yayımlanmış olan 9 kitap arasında en çok Ayrılık Haritası romanını ve Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer anlatısını okurken bunu fark ediyorsunuz. Baktıkça genişleyen ovalar gibi, okudukça genişleyen, büyüyen, hacim kazanan ilişkilerin hikayelerini yazan Ertuğ Uçar ile yapmış olduğum söyleşiyi gözden kaçırmazsanız sevinirim. Çünkü, ruh ve duygu olarak farklı patikalardan, yollardan gelen kadın ile erkeğin hikayesini aynı hayatı yaşar gibi yazdıkça olgunlaşan bir perspektifle kaleme alan Ertuğ Uçar, söyleşi boyunca verdiği cevaplarla da edebiyat adına özel bir söyleşinin oluşmasında büyük katkı sağlıyor.
- Aynur Kulak: Sizinle gerçekleştireceğim bu söyleşi için “Yolumuz açık olsun.” diyerek başlamak istiyorum. Şehirlerin kara parçalarından, kıyılarına ve açık denizlerine, okyanuslara ve tüm bu güzergah üzerinden deniz fenerlerinin ışıklarının yol gösterici olmalarına uzanan bir yol izlemeye çalışacağım çünkü. Yazmaya nasıl başladığınız veya sizi yazma konusunda nelerin tetiklediğini merak etmekten ziyade Ertuğ Uçar “Neden yazıyor?” sorusuyla başlamak istiyorum.
Ertuğ Uçar: Neden yazıyorum diye hiç düşünmedim. Düşünsem yazamam. Düşünsenize kimsenin benden bir şey beklediği yok, ne okurlar, ne akrabalarım, dostlarım, hatta yayıncım benden bir şey beklemiyor. Ama ben yazıyorum. Başlarda bir meydan okumaydı. Belirli bir konuda anlamlı bir bütün oluşturabilecek miyim diye düşünüyordum. Şimdiyse kendime şöyle hedefler koyuyorum. Bu his, şu atmosfer, ya da insanın içine düştüğü şöyle bir durum yazıyla tekrar kurulabilir mi? Yazmak herhalde beni canlı tutuyor, iyi geliyor.
- Tek tek kitaplarınız üzerinden de sorular soracağım fakat daha çok tüm eserlerinizi kapsayıcı bir perspektiften gitmek istiyorum. Yüksek bir yerde bir pencereniz var ve bu pencere bazen deniz feneri, bazen orman, bazen rüyalar, bazen geceye, bazen başka birilerine (anne, baba, sevgili, eş vb…) açılıyor. Bu saydıklarımdan hangisi için benim en iyi keşif alanım dersiniz? Ya da belki de böyle bir seçim hiç yapmazsınız! Anlatmak için edebiyat penceresini seçiyor olmanız -yazmanız- keşfetmek istediğiniz her şey adına kocaman bir pencere mi sizin için? Ne dersiniz?
Pencere metaforu bana anlamlı geldi. Evet, deniz feneri ve rüyalar, ilk 3 kitabımın araçlarıydı. Onlara tutunup, onları sabitleyerek, savrulmadan, sade, kısa, güçlü metinler yazmaya çalıştım. Deniz feneri merakım bana yazmayı öğretti. Yazmayı da daha geniş bir perspektifte başka bir pencere olarak anlatmışsınız ki bu da doğru tabii. Bu pencere benim için yazmak, ama başkası için çizmek veya film çekmek olabilir.
- Öykülerinizde, anlatılarınızda, metinlerinizde genelde deniz fenerlerini konu ediniyorsunuz. Wolf’un İzinde, Yalnızlığın 17 Türü, Rüya Arızaları, Gece Yolculuğu, Dünyayı Seyretmek İçin Bir yer ve tabii ki Bir Ayrılık Haritası hikayeniz. Deniz Feneri ile ilgili gerçek bilgiler vermekten tutalım, hikaye içerisinde metafor olarak, mecaz olarak kullanımına kadar deniz fenerleri sizin için keşiflerin yeryüzündeki sembolleri mi, bir tür yol, yön gösterici mi yoksa tehlikeleri yanı başımıza gelmeden görülebildiği önemleri kendilerinden mütevelli yapılar mı? Metinlerinizin baş rolü niye deniz fenerleri?
Deniz fenerleri benim için bir araçtı, dediğim gibi, sayelerinde kendimce yazmayı öğrendim. Pekala kitaplarımın konusu saat kuleleri veya ne bileyim zeplinler olabilirdi. Aslında sadece iki kitabım var fenerleri konu alan. Woolf’un İzinde ise benim yazı serüvenimi yarı kurgu yarı gerçek anlatan bir kitap, dolayısıyla fenerler orada da var. Ama ben böyle bir nişe sıkışmayı hiç istemem. Hatta fenerlerden biraz sıkıldım desem yalan olmaz.
- Ayrılığın Haritası, dalgasız bir denizde seyreder gibi başlıyor Ada ve Uraz’ın hikayesi. Herkesin yaşayabileceği sıradan bir tesadüf sonucu tanışıyorlar ve ilişkileri başlıyor. Hikayeyi okurken, ‘galiba hikayenin ritmi hiç yükselmeyecek’ diye okurken durgun denizde başlayan hafif esinti sonrasında hafif dalgalanma ve rüzgarın, dolayısıyla da dalgaların etkisinin artması. Bahsettiğim durgunlukta başlayan hikayenin içine dalga dalga, nefis bir şekilde çekildim. Ayrılığın Haritası nasıl bir sürecin sonucu olarak yazıldı?
Uzun zamandır bir ayrılık romanı yazmak istiyordum, neden bilmem. İki kişinin hikayesi olsun. Ama içinde tacizler, ölümler, aldatmalar, kazalar, karanlık geçmişler, aile dramları olmasın. Sanki bunlar olmadan roman olmaz gibi, değil mi? İki tane sıradan insanın hikayesi, hatta bu, kadının hikayesi olsun istiyordum. Üç yaz önce bir gece Nisiros adasında kalmıştık, Türkiye kıyılarına çok yakın bir Volkan adası bu. Bu adaya gidince, kendi kendime dedim ki, burası olsun hikayenin fonu. Romanın fantezisi ada olsun. Ama fanteziden öteye gitti. Romanın kahramanı Ada ve Nisiros Adası başrolleri paylaştılar.
- Ayrılığın Haritası ile devam edeceğim. İki insanın birbirini keşfi ve ilişkileri sonunda varılan kıyı beklenmedik keşiflerle dolu. Özellikle Ada karakteri için. Deniz feneri metaforu ya da adalar metaforu ile sormak istiyorum. Bir deniz feneri içinde veya bir adada kadının varlığı nasıl bir ruh, erkeğin varlığı nasıl bir ruh yaratır? Ya da tam tersi içerde değil de dışarıda olduklarını düşünelim. Bir deniz fenerine ya da adaya dışardan bakmak kadın için ve erkek için neyin ifadesidir?
Erkek kadın diyerek genellemek istemem. Tabii ki iki cinsiyetin de keskin karakter özelliklerini sayabiliriz ama arada denizler kadar geniş bir gri alan var. Daha çok şöyle ayrımlar yapabiliriz. Sayı yapmak isteyen, zihni durmayan, avcı toplayıcı karakterler varken bir yanda da daha sakin, soru soran, yavaşça derine inenler olabilir. Burada hız önemli bir anahtar kelime olabilir. Erkekler daha hızlı karar veriyorlar. Kadınlar kararsız, bocalıyor ve kırılgan görünüyorlar belki ama uzun uzun derin düşünüp geç ama doğru karar verebiliyorlar.
- Robert Eggers’in yönetmenliğini yaptığı Willem Dafoe’nin ve Robert Pattinson’un oynadıkları Deniz Feneri’ni izlediniz mi bilemiyorum ama kitaplarınızı okurken film sekans sekans gözlerimin önünden geçti. Film erkek dünyası üzerinden kurgulanmış, iki erkeğin bir deniz fenerinde mahsur kalmaları ve sonucunda psikolojilerine odaklanıyor. Filmi izlerken de düşünmüştüm iki kadın mahsur kalsaydı neler olabilirdi diye! Neden bilmiyorum ama izlediğinizi düşünerek soracağım. Erkek veya kadın varlığı değil de meseleyi daha çok deniz feneri belirliyor sonucuna varmıştım. Sizin kitaplarınızı da aynı şeyi düşündürdü bana. Ne dersiniz?
Siz sorularınızda cevaplar saklıyorsunuz. Buradan kendime de pay çıkarıyorum. Demek ki yazdıklarım, okuyanda bir şeyleri harekete geçirmiş diye düşünüyorum. Eggers’ın filmini izledim. Ve evet, meseleyi deniz feneri belirliyor. Benim fener hikayelerimde de durum böyle bence. Hikayelerin sonunu doğa veya fener getirir. Ayrılığın Haritasında da Ada (Nisiros) ve doğa belirliyor aslında hikayenin gidişatını.
- Öykü yazmanın sizin için ne anlam içerdiğini sormak istiyorum. Aslında, Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer anlatınızı okurken, Gece Yolculuğu öykü kitabınızı okuyormuş hissine kapıldım. Bir anlatı kitabı değil de bir öykü kitabı okuyordum sanki. Nasıl yorumlarsınız bu durumu?
Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer ve Yalnızlığın 17 Türü kitapları aslında aynı bilgiyle yazılmış iki farklı kitap. Dolayısıyla ikisini okuyan iç içe geçtiklerini düşünebilir. Ben, bu konuda çok sevdiğim ve ilk kitaplarımda örnek aldığım İtalyan yazar Manganelli’ye vereyim sözü: “Roman dışında her şey öyküdür.” Yani pasta tarifleri, şiirler, makaleler ve kullanma kılavuzları, hepsi öyküdür bana göre.
- Mimar oluşunuza da değinmek istiyorum. Hikayeleriniz de genelde şehirli insanlardan bahsediyorsunuz. Mimarlık mesleği şehircilikle bağdaştırılır hep. Böyle midir gerçekten, katılır mısınız? Mimar oluşunuzun öykülerinizin, hikayelerinizin oluşumda nasıl katkı sağladı? Katkısı var diyebilir misiniz?
Mimarlık yapmak, yani işimin tasarım tarafı, sürekli kurgular yapmak, birçok şeyi bir arada düşünmek, aralarında ilişkiler teşkil etmek, atmosfer kurmak, tek bir detayla ilgilenirken onun parçası olduğu bütünü de hesapta tutmak gibi alışkanlıklar kazandırmış bana. Bir metin de bu anlamlarda bütüncül bir tasarım. İki uğraşım arasında alışverişler oluyordur mutlaka, ama üzerine etraflıca düşünmedim hiç.
- Tüm dünyada etkisi hala devam eden bir pandemi süreci yaşanıyor. Bu yılı bu şekilde kapatacağız gibi gözüküyor. Her anlamda ve her alanda ciddi bir kırılma yaşandı. Hem insanlık olarak hem de yayın dünyası olarak nasıl bir yeni dönem başlar sizce? Özellikle de edebiyat dünyası için soruyorum. Yeni öyküler, yeni hikayeler ne yönde şekil alır? Ve paylaşmak isterseniz eğer, bu süreçte neler okudunuz?
Birey olarak, toplum olarak veya pandemide olduğu gibi küresel olarak başımıza gelen şeylerin iyi ve sağlıklı bir şekilde edebiyatta, sanatta yer alabilmesi için vakte ihtiyaç var bence. Gezi mesela. Hepimizi etkiledi. Ama bence iyi bir Gezi kitabı daha yazılmadı. Yazılacak elbet. Bu konulara verilen hızlı tepkileri aceleci buluyorum. Bunlar Ecevit’in öldüğünün haftası Ecevit biyografisi yayınlamaya benzemiyor. Bu tecrübeler daha gerçek anlamda tarihte yerini almadı. Sokaklarda renkli desenli maskeler satılıyor diye ben, bundan bahseden kitaplar okumayı arzulamıyorum birden. Ama ileride olacaktır tabii. Benim bu süreçte okuduklarım bu sürece özel değillerdi. Aziz Nesin ve Barış Bıçakçı kitaplarını okudum yeniden. Levent Cantek, Berat Pekmezci’nin Ankara Üçlemesini okudum. Palme ve Piranesinin hayatlarını, Hakan Günday kitaplarını okudum. Yeni çıkan Sıcak Süt ve Babili bitirdim.
- TOPRAKTA BÜYÜR, TOPRAKTA YAŞAR, TOPRAKTA ÖLÜR İNSAN - 9 Ağustos 2021
- NE TAM OLARAK SUYA, NE DE TAM OLARAK GÖKYÜZÜNE AİT: SAKARMEKE - 8 Temmuz 2021
- YÜRÜMEMİŞ İLİŞKİLERİN, HAYAL KIRIKLIKLARININ, VAZGEÇİŞLERİN VE KABULENMELERİN ÖYKÜLERİ - 20 Haziran 2021