
Sevgililer arasında umudun pek fena olduğunu, umudun naylon dünyanın en büyük silahı olduğunu, ama okul denilen “yarı açık cezaevi”nin çok da belirleyiciliğini, şu “çokbilmiş” öğretmenlerin eğitmekten çok kararttığını; bunların tamamında da yüzleşemediğimiz yanımızın bizi yansıttığını, eskimekten değil, hayal edememekten korkmak gerektiğini anlatıyor.
“Yaşadıklarına anlam yüklediğinde masumiyetini yitirirsin.” Öyle midir gerçekten? O anlamlılık, eğer olumluysa belki; “ders çıkarmaksa” değil, hiç değil. Necla Akdeniz’in “Gök Kuşaksız” romanını okurken bu cümle durdurdu beni. Sahiden de yitirir miyiz masumiyetimizi, anlamlılık yükledikçe? Bir resim gibi (kimi zaman şarkılarda da) her bakışta, her duyuşta farklı anlamlar yüklenir aynı renkler, aynı sözcükler, aynı şeyler. Bu, bize neyi işaret eder?
Herkes kendince…
Necla Akdeniz, bu gerçekten başarılı ilk romanında, kendisine -ama daha çok da yazdıklarına- inanarak, tereddütsüz matbaaya göndermesini sağlayan ve basan insanlara teşekkür ediyor… Biz de, okur olarak katılıyoruz bu teşekkürlere, çünkü gerçekten etkileyici ve bir o kadar da merak uyandıran bu romana ulaşmamızı sağladıkları için, tabii, en çok da Necla Akdeniz’e… Umarım ve isteriz ki devamı gelsin.
Gök kuşaksız ise…
Kapağı değil ama adı çekti ilgimi ilk anda… Alışkanlıklarımız belirleyici oluyor, gökkuşağı bitişik yazılan bir sözcük, ama kitapta ayrı. Bir anlamı olmalı, bir başka şey yatırmış olmalı bunun altına yazar. Kim ve/veya ne acaba? “Bütün güzel çocuklara…” adanmış bu romanın arka kapak yazısı ilgiyi daha da çoğaltıyor. Yayıncının kaleme aldığı bu yazı, kitaptan bir alıntıyla başlıyor, ardından ise iki cümleyle ana tema açıklanıyor. Alıntı cümleler, bir yandan yaşadıklarımız, bir yandan duyduklarımız, bir yandan içimizde büyüyen öfke. Ama önce acı, gözyaşı ve hüzün. İkinci kısmında arka kapak yazısının, “iki erkeğin yakınlaşmaları…” sözcükleriyle yaşamın bir araya gelmeyen, gelemeyen (veya gelmeyeceği sanılan) o çarpıcı gerçekliği dile getiriliyor.
Tam da bu duygularla aldım kitabı elime… ilk sayfa, ikincisi, üçüncüsü derken tamamlandığında o resmi görmüştüm gözlerimi ilk çevirdiğim yerde. Unutulabilecek bir şey değildi, unutulmaması için de her şey yapılmalıydı. İşte Necla Akdeniz, Ankara’daki o vahşi 10 Ekim Gar katliamını anlatıyordu kendi dilince, yaşamın içinde.
Yan öykücükler…
Edebiyatımızda değil, ama sinemamızda yan öykücükler eksiktir, bu da anlatılanın insanı sarıp sarmalamasını engeller ister istemez, her ne kadar hak verirseniz verin… Yazar, iki öyküyü, ama ikisi de başlı başına bir dizi roman olabilecek denli güçlü ve önemli o iki konuyu birbiriyle öyle işlemiş ki iç içe, ister istemez tepki duyuyorsunuz, avazınız çıktığınca bağırmak, çılgınca koşmak, arkanıza kalabalığı almak istiyorsunuz. İsyan etmemek mümkün mü?
Yaşam izlerimiz…
“İnsanız; korkarız da, kaçarız da, ama pes etmemeliyiz umutsuzluğa kapılınca. Yoksa ne farkımız kalır zulmedenlerden?” (s. 152) Peki, umudu nerede bulacağız ya da aradığımız cevabı? “Koskoca Mevlana’yı al, yanına biraz Jung ekle, tabii gurusuz yenmez, baharat niyetine Osho, üstüne de kuantum fiziği…”( s.140) “İnsanın içine dönmesi, kendinden hareketle dünyayı sorgulaması, vicdanıyla hesaplaşması…” yaşamı deneyimlemesi gerektiğini söylüyor Akdeniz, vurgulayarak. Sevgililer arasında umudun pek fena olduğunu, umudun naylon dünyanın en büyük silahı olduğunu, ama okul denilen “yarı açık cezaevi”nin çok da belirleyiciliğini, şu “çokbilmiş” öğretmenlerin eğitmekten çok kararttığını; bunların tamamında da yüzleşemediğimiz yanımızın bizi yansıttığını, eskimekten değil, hayal edememekten korkmak gerektiğini anlatıyor.
![]()
|
- Hayata bir de bu “pencere”den bak!… - 9 Nisan 2020
- BİTMEYEN AŞK: İSTANBUL - 7 Aralık 2019
- Türkiye’nin Çilingir Sofrası: Rakı Gastronomisi - 3 Aralık 2019