Baudelaire’e Nazire: Bizden Bir Aylak

Yazdığı çok sayıda roman ve öyküyle, yaptığı çevirilerle, gazete çıkarma çalışmalarıyla edebiyatımızda önemli bir isim Ahmet Mithat.

Bugünden baktığımızda, geçmiş nasıl da değişik biçimlerde görünüyor. Nabokov’un dediği gibi, ‘ışığın geliş açısına’ ve bizim ‘durduğumuz yere’ göre değişiyor her şey. Edebiyat öğrencisi olduğum yıllar -hala öyleyim çok şükür- Ahmet Mithat Efendi’nin yazma işinin acemisi çalakalem yazan bir yazar olduğu anlatılırdı bize. Yazıldığı dönemi hesaba kattığımızda, hangi kritere göre karar verildiği tartışmalı olacak şekilde, onun romanlarının “edebi” olmadığı görüşünde birleşilirdi -ilk edebî roman Namık Kemal’in İntibah’ıydı.- Aslında bu birleşme işinin “söylenen bir sözün sürekli tekrarlanması” olduğunu düşünüyorum bugün; birisi çıkıp bir yorum yapıyor, ardından gelenlerin yaptıkları ise o sözü tekrarlamak. Okur yorumları –nitelikli okur, diyelim- çok değerli o nedenle. Madem ki Nabokov’a çevirdim yüzümü, o zaman onun “Takdire değer okur kendisini okuduğu kitaptaki erkek ya da kadınla değil, o kitabı yaratan, kurgulayan akılla özdeşleştirir.” sözünü de eklemeliyim buraya.

Felâtun ve Râkım Efendi ilk sosyal roman olarak lanse ediliyor; iyi romanların sosyal bir arka planı var zaten, bu şekildeki ayrımlar günümüzde geçerliliğini yitirmeye başlıyor sanırım. Bunun yanında tezli bir roman elbette okuduğumuz. 1875 yılında yazıldığını düşünürsek –Tanzimatla birlikte- o dönemde Batılı yaşam tarzına ve batılı eserlere bir gidiş olduğunu hatırlarız. Bu gidiş bir yandan, gelişmeyi işaret ettiği için, alkışlanırken bir yandan da ‘değerlerimizi kaybediyoruz’ endişesi yaratmıştı, bu nedenle ‘yanlış batılılaşmayı eleştirmek’ hakim konulardan biriydi, Ahmet Mithat’ın da ele aldığı konu bu zaten.

Romanın en ilgi çekici tarafı üslubu ve anlatıcısı. Yazar, geleneksel hikaye anlatıcılığını -meddahı- esas almış gibi görünüyor, okuyucusuyla etkileşim halinde sürekli. Fakat bu anlatım biçimini sadece bizim edebiyatımızla sınırlamak pek doğru görünmüyor. Baktığımızda James Joyce’den, Nabokov’a; ondan Jose Saramago’ya pek çok yazarın kendisinden de hikayeden de bağımsızlaşan lirik anlatıcıları konuşturduklarını görüyoruz, bu yöntemi Ahmet Mithat da pek güzel kullanıyor. Hikaye şöyle başlıyor:

Felâtun Bey’i tanır mısınız? Hani ya şu Mustafa Merakî Efendi Zâde Felâtun Bey! Galiba tanıyamadınız. Fakat tanınacak bir çocuktur.

Adından da anlaşılacağı gibi romanda her açıdan birbiriyle kıyaslanan iki karakter var. Birisi, ve enteresan olanı, ‘alafranga meşrep’ Mustafa Merakî Efendi’nin oğlu Felâtun Bey. Kahramanımızı iyi tanımak için babasına büyüteç tutulması gerekiyor biraz. Mustafa Merakî Efendi Üsküdar’da zengin bir alaturka hayatı sürdüğü halde sırf ‘alafranga’ merakı yüzünden malını mülkünü satıp Beyoğlu civarında bir mahalleye taşınmış ve alafrangalığını tescillercesine de ‘kâgir’ bir bina yaptırmıştır. Merakî adı ona dışarıda yeme içme, Elmadağ’da balıkçı ve kuşbâz takımının gittikleri yerlere gitme merakı yüzünden verilmiştir.

Yirmi yedi yaşındaki Felâtun’dan başka on dört yaşında Mihriban adında  bir kızı da vardır Merakî’nin. Fakat Mihriban, çevresindeki diğer kızlara benzemez; oya yapmaz örneğin, kese, çorap vesaire örmesini de bilmez, çamaşır ve ütüye ise hiç bulaşmaz. Okumayı da becerememiştir biçare kızcağız, müziğe de yeteneği yoktur. Hoppadır(!) lakin Mihriban, gelen dünürcülere de yüz vermez. Katiplere ‘cebi delik’, askere ‘yarım kunduralı’ , hocaya ‘sarımsak başlı’ der. Annesi olmadığı için herkese kendisi cevap yetiştirir.

Platon’dan miras ismiyle mirasyedi Felâtun ise, bir devlet dairesinde –sözüm ona- çalışır; elinde yeni çıkmış kitaplarla ortalıkta dolaşmaktadır sürekli; bu haliyle  W. Benjamin’in “Pasajlar”da tanımladığı Baudelairevari bir Flâneur olmasa da tam bir aylaktır.

Karşı cephedeki, ismiyle müsemma Râkım Efendi gerçekten de yazan çizen takımındandır. Geleneklere uygun olarak ‘bey’ değil, ‘efendi’dir.  Anlatıcının her adımda onun tarafında olduğunu hissederiz. Felâtun eldekini tüketirken Râkım çoğaltır. Yine geleneklere uygun olarak bir odalık alır kendisine, esir kız Canan’ı eğitir ve ona aşık olur. Bu arada ders verdiği Avrupalı kızkardeşlerden birisi de aşıktır Rakım’a. Bir de piyano öğretmeni sevgilisi vardır Jozefino adında, cinsel hayatı onunla sürmektedir. Hem öğrencisi kızlar hem de Jozefino Canan’ın hayatını beğenir nasılsa.

İşin ilginç olanı Ahmet Mithat esaret karşıtı görünmesine ve henüz yirmi altı yaşındayken yazdığı Letaif-i Rivâyât’ın ikinci öyküsünün konusunun  ve adının ‘Esaret’ olmasına rağmen, geleneğin normalleştirdiği kadın esaretine –odalık düzenine- soğuk bakmaz. Sistem iliklerine kadar işlemiştir anlaşılan, kadını başka bir yere yerleştirmeyi beceremez. Onun erkek kahramanlarının (diğer Tanzimat dönemi yazarlarında da durum aynıdır) ayrıcalığı esir kızlara iyi davranmaları, aşık olmaları ve onları eğitmeleridir. Kölelik sistemine toptan karşı çıkış yoktur hiçbirinde.

“Esaret” adlı öyküsüne dönersek edebiyatımız için bir ilki, bir kıvılcımı yakalarız orada. Öykünün kahramanı Zeynel Bey’in yaşadığı tereddütler, karşısındaki insanın duygularına saygı duyma endişesi -biraz acemice de olsa- tipten ‘karakter’ e –insana- giden yolda önemli bir adım. Bütün çelişkileriyle, tereddütleriyle ortaya çıkmaya çalışan Zeynel karakterinin yanında hem Felâtun hem de Râkım ‘tip’ e daha yakın duruyor. Tezli romanın böyle bir açmazı beraberinde getirdiğini de düşünebiliriz.

Yazarın incelenmeye değer başka bir eseri de evlilik kurumunu irdelediği Karı Koca Masalı’dır. Burada da hikayeden bağımsız lirik bir anlatıcı vardır ve temel karakterler anlatının sonuna doğru ortaya çıkar.

Yazdığı çok sayıda roman ve öyküyle, yaptığı çevirilerle, gazete çıkarma çalışmalarıyla –ki bu türlerin hepsi o dönemin yenilikleridir- edebiyatımızda önemli bir isim Ahmet Mithat. Bizdeki roman, öykü geleneğini başlatanlardan –ilklerden- olmasına rağmen yaratıcılığı, dili ve üslubuyla parlıyor yazarımız.

Felâtun Bey’in kıyafetini sorarsanız tariften izhar-ı acz ederiz. Şu kadar diyelim ki, hani ya Beyoğlu’nda elbiseci ve terzi dükkanlarında modaları göstermek için mukavvalar üzerinde birçok resimler vardır ya? İşte bunlardan birkaç yüz tanesi Felâtun Bey’de mevcut olup elinde resim endam aynasının karşısına geçer ve kendisini resme benzetinceye kadar mutlaka çalışırdı. Binaenaleyh kendisini iki gün bir kıyafette gören olmazdı ki ‘Felâtun Bey’in kıyafeti şudur’ demek mümkün olsun.” (sayfa 16)

  • Felâtun Bey ile Râkım Efendi
  • Yazar: Ahmet Mithat Efendi
  • Eski Yazıdan Çeviren: Sacit Erkan
  • Türü: Roman
  • Sayfa sayısı: 200 Sayfa
  • Yayınevi: Yurttaş Kitabevi

Nalan Arman
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Hafize Çınar Güner: “Özgünlüğü yakalama çabamız olmalı”

Read Next

Yordam Kitap’ın 2019 programında 33 yeni kitap var!

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *

Follow On Instagram