Edebiyatın sahip olduğu imkânları herkesin kör sağır kaldığı bir gerçekliğin teşhirinde kullanmakla okunmayı hakkeden bir metin Bekleyişin Şarkısı
Bekleyişin Şarkısı Mehtap Ceyran’ın ikinci romanı. 90’lı yıllardaki politik kayıpların odak noktasını oluşturduğu romanda; iç güvenlik operasyonları, sokağa çıkma yasakları gibi günümüze dair politik gelişmeler de işlenmiş. Roman boyunca adını öğrenemediğimiz anlatıcının, kaybettirilen oğlu Mahir’i arayan ve bir gün geleceği umuduyla amansız bir bekleyişin pençesinde kıvranan Rahşan teyzesini soğuk ve kasvetli sokaklarda arayışına refakat ediyoruz.
Anlatıcı kahramanımız karlı bir havada teyzesini ararken bir yandan geri dönüşlerle Rahşan teyzeyi ve oğlu Mahir’i; çocukluk arkadaşları Zedan, Ferda ve Sara’yı; sokak başlarında bekleyen beyaz arabaları, siyasi kayıpları ve bunlar üzerinden ördüğü hikâyeyi bizlere aktarırken diğer yandan da yaşadığı şehirdeki politik gelişmeleri yüzeysel bir betimsellikle serimlemekte.
Bekleyişin Şarkısı romanını, nice ölümlerin ve acıların yaşandığı yakın tarihin dehşetli günlerinin edebî alana aktarılma çabası olarak okuyoruz. Kitabın giriş bölümünde yazarın anlatıcı kahramanına Svetlena Alekseyeviç’in Kadın Yok Savaşın Yüzünde adlı kitabı okutması ve Alekseyeviç’in mezkûr kitaba dair söylemiş olduğu “Kimsenin fark etmediği şahidinin ve katılımcısının gözünden tarih. İşte benim ilgi alanım bu, bunu edebiyata dönüştürmek istiyorum” sözü bu bağlamda önemli bir ayrıntı olabilir. Zira, Ceyran da ele aldığı dönemi “geride kalan kadınlar” üzerinden aktarmayı tercih ediyor. Siyasi tarih ve siyasi tarihi kendisine odak seçen edebiyatın öznesinin kaybettirilenler, hatta belki öldürülenler olması beklenir. Destansı anlatıyı yapan bu öznelerdir. Fakat gerçek edebiyat bunların ardında kalana bakar. Alekseyeviç’in kitabında olduğu gibi “resmî anlatının” dışında kalanlara, kadınlara, dahası kaybettirilenin ardından hayatta kalanın yaşamına, yaşam imkânına bakar. Ceyran’ın metni tam da böyle bir metin.
Roman, Mahir’in öyküsünü anlatısına dâhil etmiyor. Onun yerine Mahir’in teyze kızı isimsiz anlatıcının gözlerinden Rahşan teyzeye odaklanıyor. Roman boyunca Rahşan teyzenin hissiyatına dair bir malumat elde edemezken Rahşan teyzenin ve diğer kayıp yakınlarının umutsuz bekleyişlerinin; çeperlerinde yarattığı acı, yıkım ve ölümü anlatıcı kahramanın tanıklığı ve hissiyatı üzerinden teferruatıyla öğreniyoruz. Bu durum yazarın anlatılan dönem özelinde kayıpları değil, kayıpların ardında bıraktığı yıkımı odak olarak seçtiği şeklinde yorumlanabilir.
Hatta sadece olay örgüsü değil romanın diğer unsurları da bu yıkım atmosferine katkıda bulunmak üzere tasarlanmış gibi. Romanda kullanılan dil ve üslup, dinmek bilmeyen bir kar yağışı ve doğal eşlikçisi kesif soğuk, yıkık dökük evler, dar ve bakımsız sokaklar, boş arsalar, her biri ayrı bir trajedinin pençesinde parçalanmış hayatlar -istemli yahut istemsiz- umutsuz bir bekleyiş atmosferi oluşmasına gayet olumlu bir katkı sunuyor.
Romanda Rahşan, oğlunun kaybettirilmesi karşısında dozu gittikçe artan bir acıyla önceleri umutsuz ve amansız bir arayış, sonrasında ise sessiz ve yok edici bir bekleyişe gark olmuş vaziyette karşımıza çıkıyor. Bu durumda Rahşan karakterinin ele alınışı da irdelenebilir. Rahşan teyze, oğlunun katilleriyle hesaplaşmaktan, devam eden kaybettirilme vakalarına karşı itiraz geliştirip toplumda bütün yakıcılığıyla süren savaşa karşı barışı dillendiren bir politik özne olmaktan uzak, edilgen, her geçen gün yok olmanın eşiğine daha da yaklaşan acılı bir anne olarak kurgulanmış. Bu sebepten, iddia edildiğinin aksine yakın siyasi tarihin en önemli sivil inisiyatiflerinden biri olan ‘’Cumartesi Annesi’’ imajına uygun bir tipleme intibaını hiç de yaratmıyor.
Yazar, ölene, zorbalığa uğrayana, çaresiz bırakılana yönelttiği bakışı ısrarla katile, zorbaya, çaresiz bırakana yöneltmekten kaçınıyor. Hikâyede yazarın vicdanlarda dahi olsa bir mahkeme kurma, yargılama niyeti yok. Roman boyunca kayıplarla beraber yaşanan bütün olumsuzluklar faili meçhul bırakılıyor. Roman ele aldığı evrendeki herkesi devasa bir kötücülün kurbanları olarak seçmiş gibi. Mesela Rahşan’ın sonu gelmez acılarla teslim olduğu kör bekleyişin bir yerde sonlanmasını yahut en azından bu acılara rağmen hayata tutunmasını beklerken Rahşan’ı daha büyük bir trajedi içinde buluyoruz.
Yazar anlattığı dönemin gerçekliğine sadık kalarak baskı ve zorbalığa karşı direniş ve mücadele gibi dönemin belirgin ruhunu da kurguya taşıyabilirdi. Yazarın dönemin gerçekliğini parçalayarak sadece bir veçhesine odaklanmasının ve politik bir sorunla kurmaca düzleminde kurduğu ilişkinin “depolitize” bir biçim almasının, kurgunun yazara dayatması mı yoksa yazarın kendi kurgusal tercihi mi olduğu, anlaşılması güç bir durum olarak değerlendirilebilir.
Romanda olay örgüsünden karakterlere, mekânsal tercihlere kadar bütün yapısal unsurlara sirayet eden bu kötümser havayı, iyimserliğin tümden reddini yazarın politik tavrı olarak yorumlamak pekâlâ mümkün. Terry Eagleton’ın “Toplumların kriz dönemlerinde edebiyatın da iyimserlik tavrı takınarak statükoyu destekleyici bir yanı olabilir” belirlemesinde olduğu gibi “iyimserlik”, bazen karşı çıkılan şeye dolaylı bir desteğe dönüşebilir. Romandaki kötümser ve karamsar atmosferin de savaşın ve kayıpların yarattığı yıkımı daha sahici bir şekilde anlatmak maksadıyla tercih edilmiş olması oldukça muhtemel. Bu bağlamda gerçekçilik uğruna karamsarlığa yaslanmak anlaşılabilir bir durum; ancak hikâye boyunca eksikliğini hissettiğimiz bir şey var ki o da okur açısından umut besleme olanaklarının tümüyle belirsiz bırakılması. Roman boyunca, mağdur ve kurbanların yazgıcı eylemsizliklerinin bir yerde okurun umut etmesini besleyecek bir edime dönüşmesi beklentisi romanın en sonunda yine kör bir eylemsizlikle karşılık buluyor. Bekleyiş metaforunun umuda kapı açması elbette mümkün ama yazar böylesi aktif bir bekleyişi de okurdan esirgemeyi tercih ediyor. Edebiyatın toplumsal felaketleri anlatmasının yanında bu felaketler karşısında yaratılan mücadele ve direniş imkânlarını da anlatmasını bekliyor insan. Bu hâliyle belki de romana gücünü aşan bir anlam yüklemiş oluyoruzdur, kim bilir.
Yazarın –bence- kendi görüşlerini gizleme ve gerçekliği müdahalesiz aktarma endişesini, anlatıcı kahramanın Rahşan teyzesini araması esnasında önemli politik gelişmeler karşısındaki duyarsız tutumunda da somut olarak görmekteyiz. Mesela kafede otururken şehrin göbeğinde patlayan top seslerini ne anlatıcı ne de yan karakterler yadırgıyor. (Ama okur ister istemez bunu garipsiyor!) Anlatıcı bu durumu sıradan bir tabiat tasvirinin önemsiz bir ayrıntısı gibi geçiştiriyor. Yine o günlerde yaşanan sokağa çıkma yasakları ve şehirdeki olağanüstü hâli, gündelik yaşamın rutin bir ayrıntısıymış gibi hafif bir bıkkınlıkla anlatılıyor. Ceyran’ın yakın tarihin oldukça önemli meselelerini kurguda oldukça rutin ve özensiz bir dille anlatması, okurda mezkûr olayların zamansal bir fon olarak kullanıldığı izlenimini doğurmakta.
Bunun yanında yazarın anlatımındaki ödün vermez ciddiyet ve ve ağlak bir ağırbaşlılık metni patetik tehlikenin sınırlarında gezdiriyor. Sonu gelmez bir sıkıntının, bıkkınlığın ve de acının merkezinde kurulan dil ve anlatımda ironi ve mizahın ifade olanaklarının tümüyle dışlanmasıyla olayların okurun gözünde sıradan bir melodrama dönüşmesi riski doğmakta. Yazar Adorno’nun ifadesiyle ‘’gerçekliğin insanlarda yarattığı hunhar ciddiyetin’’ pençesine düşürüyor okurunu. Bekleyişin Şarkısı bu bağlamda yine Adorno’nun ifadesiyle “tanıklık ettikleri hoyrat dünyanın üzerinde sırf başka bir sahne” gibi açılamadığı için okura direnişin ve özgürlüğün o enfes lezzetini tattıramıyor ne yazık ki.
Kurguda bir türlü dile getirilemeyen, hep eksik kalan ve çocuksu bir mahcubiyet hissi eşliğinde ifade edilen aşkın cinsellik gibi doğal bir düzlemden tamamen tecrit edilmesi, akıllara yazarın kriz döneminin ciddiyetine göstermiş olduğu geleneksel bir hürmet fikrini getiriyor. Kayıpların, ölümlerin ve yaşanan nice acının ağırlığı karşısında yazar aşkı çocuksu bir utangaçlıkla işliyor gibi. Mesela anlatıcı kahraman Zedan’la aşkına dair gerek Zedan’dan gelen hamleleri gerekse kendi içsel arzularını her defasında teyzesi Rahşan’ının kaybolması gerekçesiyle bastırıyor. Burada yazar acaba bu tavrıyla işlediği dönemin geleneksel ahlaki normlarını mı vurguluyor yoksa savaşın ortasında aşkın yeri yok gibi kendi ahlaki tercihini mi dile getiriyor kestirmek zor.
Sonuç olarak; roman bir annenin kaybettiği evladının ardından yaşadığı acının merkeze alındığı bireysel bir kurgu değil. Muayyen bir tarihsel gerçekliğe yaslandığını her şekilde belli eden -her gün onlarcası gerçekleşen adli bir kayıp vakasını ele almak yerine 90’lı yıllarda sistemli bir şekilde gerçekleşen politik bir kaybettirilme vakasını anlatan- bu hâliyle de siyasetin sınırlarından içeri adım atma cesaretini göstererek politik roman hüviyeti kazanan bir metin olduğundan anlattığı dönemi daha kapsayıcı ele alması beklentisi yersiz olmayacaktır. Ama her şeye rağmen Bekleyişin Şarkısı ile Mehtap Ceyran’ın, yakın tarihin yakıcı bir sorununu büyük bir cesaret ve derin bir duyarlılıkla işlemesi ve bu açıdan oldukça sınırlı bir literatüre ciddi bir katkı sunması oldukça önemli bir iştir. Edebiyatın sahip olduğu imkânları herkesin kör sağır kaldığı bir gerçekliğin teşhirinde kullanmakla okunmayı hakkeden bir metin Bekleyişin Şarkısı.
|
- TİKSİNTİ YAHUT BİZİM EL SALVADORUMUZ - 11 Ocak 2020
- Bekleyişin Şarkısı - 14 Aralık 2019
FACEBOOK YORUMLARI