Zaman, mekân ve bellek ötesi bir imge olarak devrimlerin, sokakların ve dağların da zamanı vardır. Ama bu “zaman”, egemenlerin muhalifleri “teslim alma zamanları” değildir.
“Zaman mı? değil zaman/ Akan zaman değil mesafelerdir” (Cemal Süreya)
Tarihin marangoz hatası devletlerin resmi mahzenlerinin kilitlerini kırıp, küflenmiş “zamanı” ve “belleği” havalandırmadan önce bir hatırat naklederek başlamak isterim:
Melih Cevdet Anday Paris’teyken bir arkadaşıyla Fransız bir karı-kocanın çalıştırdığı lokantaya yemeğe gider. Mekân sahipleri de masalarına konuktur. Bir yandan yemekleri atıştırırken bir yandan da içki eşliğinde cümle alıştırmaları ve “atışmaları” başlar. Muhabbet kapısından kelimeler, cümleler geçmeye başlar, laf lafı açar ve konu “zaman” sorununa gelir dayanır. “Zaman” ile yapısal derdi olan Anday, “Bende zaman yoktur” diye şerh düşer. İçkili ortam tabi, cümle dilde durduğu gibi durmuyordur… İmkânlı içki olan şarap, imkânlı muhabbeti kolaylaştırınca saptamaları serpiştirir: “Bizi zamana inandıran dört mevsimdir, oysa Afrika’da bir mevsim var… Gece gündüz bize göre gece-gündüz, kutuplarda yok. Böyle bir aldatmaca içindeyiz. Geriye önemli bir şey kalıyor, ölmemiz. Ölmemiz doğanın umurunda bile değil ki. Ölmemiz diye bir olay yok. Bu nedenle zaman da yoktur.” Saat gece yarısını geçiyordur; kalkıp gitmek gerektir. Cümlesini şiirde ve masada unutan her şair gibi Anday da farkında olmadan saatine bakmaz mı? “Kalkalım artık” der demez, Fransız kadın cevabı yapıştırır: “Demek ki zaman varmış!” Bu olayı sık sık aktaran Anday, “Bu da Fransa’da olur ancak!” diye tarihe, zamana ve mekâna not düşerek cevap hakkında ısrar etmekten vazgeçmez.
Uzun zamandır “zaman” ve “bellek” üzerine söylerim, yüzlerine karşı hep söylerim. Eş zamanlı olarak da bir soru atarım dünyanın ortasına: “Belleğimizin çekmecelerini karıştırdığımızda, hatırlı hatıraları hatırladığımızda zamana da rastlar mıyız?” İş/düş bu kadarla bitse iyi; “Zamanın saçlarını örmeye heves ettiğimiz mekân hangisidir” diye eklemeyi de huy edinirim. Zaman ile belleğin bazen hısım bazen hasım olduğuna dair bir içgüdüye kayıtlıyım sanki. Zamanla bellek de karıncalanabiliyor ama insan mekânla oyalanarak unutmaya çalışıyor. İnsan hatırlayan ve unutan bir varlık olduğunu zamanın, belleğin ve Dünyalıların huzurunda kabul ediyorum. Yaralarımı şımartıp, tarihin hatırlama ve unutma biçimlerinden ibaret olduğunu söylemekle kalmayıp, “kutsal” bir soyutlama olarak bizi yaralayan şu malum “insan” kavramının ve somut olarak” insanın”, hatırlamaktan ve unutmaktan ibaret olduğunu dahi iddia edebilirim.
Dilimin ucuna imge kuşları doldukça sanat söylerim, ama daha çok kendime söylerim. Sanat cümle içinde geçince benim işaret ve itiraz parmaklarım hiç havadan inmez. Can ile mal, şiir ile şair, bellek ile zaman güvenliğimi tehlikeye atarak, sanatın “bellek kurucusu” olduğu kadar “bellek silicisi” olduğunu söyleyip olay mahallinden kaçmak istesem de “zaman çekimi” nedeniyle kalakalırım… Dahası, zamanın ve mekânın huzuruna mevcutlu olarak çıkmışken şöyle sayıklarım:
Dilimi kimin için suluyorum, yüzüm hangi zamanda ve mekânda kime eğri kime doğru, bellek karıncalandığında dalda mıyım yerde mi, nakkaş mıyım hattat mı, yazı mıyım kâğıt mı?
Çölde kaybettiğim şiire yan masada rastlıyorsam, her karşıdan geleni birine, o birini zamana benzetiyorsam; yazılı tarih beni/bizi “söz uçar yazı kalır”, “el yazmaları yanmaz!” diyerek sadece kâğıda yazılanın bellek olduğuna kandırmışsa bu tarih daha çok su götürür… Şehirlerin gayrı resmi hafızasını oluşturan duvar yazılarını, boşluğa kaydedilmiş konuşmalarımı kime emanet edeyim ki “bellek” diye beleyip büyütsünler…
Sormak bilmekten daha ağır bir yük… Kendini tanrının ve devletlerin yaptığına inanan insan zanneder ki bellek sanki ezel ebet cevaplar olarak boynumuza asılı birer muskadır. İnsanın insana, dilin dile, devletin devlete, ulusun ulusa tanrıların birbirlerine ettikleri yüzünden kaç dil, kaç anlam, kaç hafıza, kaç zaman kaç ben/ağaç kaç biz/orman, kaç soru kaç cevap kaldık şunun şurasında? Belki de bu yüzden “bellek” dendikçe belleğim karıncalanıyor, “zaman” dendikçe bilincim ter içinde kalıp, kalbim hariç evdeki tüm saatlerim duruyor. Zaman altından hafızaya su yürüttüğümüz dünyada, bir şamanın dilinin deliğinden geçen sorular, aklımla kalbim arasında elçiyse… Zaman ile saati, hafıza ile tarihi/anıları ayırt edemiyorsam, miri şiiri, miri zamanı kim çaldı, demenin ötesine geçip dillenmeli…
Zaman ve belleğin huylarından biri, bazı tarihsel eşiklerde, belli bir coğrafyada yoğunlaşarak bizi yanlarına çağırmasıdır. Şu anda saatim Sur’u sır geçiyor, şu anda belleğim kuşlama yapıyor Cizre’de… “Ardışık günleri zaman sanmıştım” diyerek “zaman”a, “Çünkü yaşamda neden sonuç ilişkisi yoktur” diyerek “nedenlere” ve “sonuçlara” karşı çıkan ama “mitolojik zamanlara”, “mitolojik belleğe ve mekânlara” ziyareti huy edinen şair M. Cevdet Anday’a inanmak gerekirse “Kuşlar üçüncü zamanda ortaya çıktı/ Aşk tebeşir çağında…”
Yolumuzu şiire yani başka bir zamana ve belleğe düşürmüşken başka bir şairin dizeleri yolumuzu kessin:
“Leylaklar açtığında/ O zaman ne zamandır/ Elbet işleridir açmak/ Leylakça bir zamanda/ Peki ne zamandır/ Yüreğinin testi gibi/ Kolayca tutulacak/ Kulp taktığı boynuna/ Ve biri el atsın diye/ Sabırla beklediği/ Karnında uğuldayan/ Mahzun rüzgârlarıyla/ Ne zamandır o zaman/ Kolay geçmesin diye/ Düğüm atan kendine/ Belirli aralıklarla/ Seferberlikten önce/ Cumhuriyetten sonra/ Leylağın derdi ne ki/ Yaralı bir geçmişle/ (…)/ Zamanı sorgulamak/ Aslına bakılırsa/ İnsanı sorgulamaktır/ Bütün yaptıklarıyla/ İşte bunun içindir/ Dilimizden düşmeyen/ Hani şu gündelik/ Saat kaç sorusunda/ Duyulunca ürperten/ İtici bir yan bulunur/ Kaçı kaç geçiyordur/ Kaça kaç vardır ya da/ Alnında bir damar/ Birdenbire burulur/ Sanki sana değil de/ Yüreğinden sorulan/ Olabildiğince arsız/ Ve aç bir sorudur/ Leylaklar açtığında/ Kaçı kaç geçiyordur.” (Metin Altıok)
Soru sorma hakkımızı kullanarak devam edelim: Hakkari’de Berçelan Yaylası’nda Ters Lale açtığında, İstanbul’daki resmi laleler kaçı kaç geçiyordur? Ya da; Sur’da Cizre’de, hayat “zamanın ruhuna” teslim olup “ölüm” açtığında bellekler bunu görmemekte ısrar ettiğinde, kalbimiz kaçı kaç geçiyordur veya “kalbi olmayan annem var demesin” dizesine kaç vardır… İnsana dair tüm haller, zaman ve mekan harici Ece Ayhan’ın “Esas duruş mülkün temelidir” cümlesinde işaret ettiği gibi bir ulusa, bir dile, bir dine hapsedilmiş, belleği mecburi ve meccani oluşturulmuşsa, her şey Osmanlıyla ve Cumhuriyetle yaralıysa, eşyaların taşıdığı bellek ve zaman da, bir çocuğun içine dilini koyup zaman ayarlı fırlattığı taş’ın belleği de zapta geçmeli.
Evde başka, odada başka, sokakta ise bambaşka zaman işler ama tümüne “zaman” deyip ferahlarız. Oysa her sokağa çıkışımızda bir başka “zamana” rastlarız. Dahası, zaman, mekân ve bellek ötesi bir imge olarak devrimlerin, sokakların ve dağların da zamanı vardır. Ama bu “zaman”, egemenlerin muhalifleri “teslim alma zamanları” değildir. Çünkü zaman ve bellek itaatsizi olan dağlar, devrimler ve sokaklar saat takmaz. Yine de eski bir alışkanlıkla birbirimize “dağı kaç geçiyordur” veya “devrime kaç vardır” diye sormaktan zarar gelmez. Başka zamanlardan ve belleklerde ikamet edenler şöyle seslenebilirler: Saat kaç mı? Yenilgilerine, kalbine ve aşklarına bak anlarsın? Sözün burasında belleğe konan zaman kuşu diyor ki; “Sorular cevap, cevaplar soru kapısını tıkladığında, akrep ile yelkovan bellekte çakıştığında tarih kaçı kaç geçiyordur…”
Hep söylerim, ben söylerim ben inanırım; tarih, mitoloji, hayat ve anlamlar, kavramlar ve insan çok kapılı, çok zamanlı ve çok soruludur. Resmi tarih, hayatı ve bilgiyi tek kapılı hale getirmekle kalmaz, insanı o tek kapıdan, tek zamandan mecburi girişe zorlar. “Sarışın tarihçiler”, “turist rehberleri” gibi önümüze düşüp, tarihi, zamanı, mekânları ve belleği devletin “bahşiş kapısı” haline getirir. Dert söylerim; ama söylerim; dilin, zamanın ve belleğin olmadığı zamanlar da vardı…
Şerh söylerim; birbirimize “devlet” olmak öğrenilmiş “çarelerimizdendir!” “Mitoloji doğuran bölge” olarak da bilinen Mezopotamya dâhil hiçbir kavram, kutsal değildir…
Merak söylerim; sabah kalkınca cümle/şiir olacağını zanneden sözcükler olmasaydı halimiz nice ve Niçe olurdu? Önemli olan, zamanın ve belleğin içine kaçmak ya arkasına saklanmak değil, hatırlı hatıralardan da oluşan hafızanın, mitolojik, teolojik ve toplumsal anlamlarını keşfetmenin keyfini yaşamaktır. İnsan gibi hafıza da çok kapılıdır ama “yolgeçen hanı” da değildir. O kapılardan girebilmek için “düz” konuşmalardan, “düz” okumaları yurt edinmiş “okurnazar” olmaktan vazgeçip, çapraz okumalara heves ederek “organik okur”, “okuryaşar” olmak gerekir.
Yazarın bir metne gizlediği “sırları” arayıp bulmaya çalışan lakin kendi sırlarını bulan serseri okura şöyle söylemek mümkün:
Muhabbet başladığında kalbin kaçı kaç geçiyordu, aklın kaçta durmuştu? Ya da bir yaradan ibaret, ontolojik bir zaaf olarak insan, soru açmış leylaklara ve şiirlere, cevap açmış devletlere ve belleği zindana çeviren resmi tarihçilere bakıp kendini kaç geçiyordur? Ve/veya bir metin, bilgi ve merak kapısını açtığında, sorular cevap, cevaplar soru kapısını tıkladığında tarih kaçı kaç geçiyordur? Bana öyle geliyor ki, zamanın ve mekânın yaşı yok, belleğin yaşı çoktur!
“Zamanın tarih dediği karalamayı yazıyoruz” demişti, ormanların ağaçla, tarihin mitolojiyle konuşmasını dinleyerek öğrenen Haskumandante Marcos. Sözcüklerden gelip sözcüklere gidiyoruz, ortak sözcüklerle direniyoruz. Hafızayı oluşturan dil ve sözcükler, geçmişi unutmamayı ama “kök arayışına” hapsolmadan bir başka dünyanın mümkünlüğünü hatırlatır.
Maya efsanesine göre ateşten olma ilk sözcükten diğerleri doğmuş. Zamanın olmadığı “zamanlarda” önce üç sözcük varmış. Mitoloji bu ya; iyi tanrıların peşi sıra dolaşan meraklı bir taş perdahlanıp ayna olmuş. İlk tanrılar ilk üç sözcüğü ilk aynanın karşısına koyup başka sözcükler üretmiş. Bir süre sonra sözcükler yetmeyince canı sıkılan tanrılar, büyük bir taşı yürütüp aşındırarak ikinci aynayı yapmışlar. İki aynayı karşı karşıya koyan tanrılar ilk üç sözcüğü önlerine koyup yansıtarak sonsuz sözcükler oluşturmuş. Ve ilk dil aynalardan doğmuş. Bu ilk üç sözcük, zamane sözcüklerin ataları “demokrasi”, “özgürlük” ve “adaletmiş”. “Adalet” ceza vermek değil, herkese hak ettiğini vermekmiş; hak edilen de aynanın geri gönderdiği yani kişinin kendisiymiş. Kim ki ölüm, yoksulluk, sömürü, kibir taslıyormuş, o kadar acıyı ve hüznü hak ediyormuş. Kim ki emek, mücadele, hayat veriyormuş, kardeş olmayı başarıp yüzünü ve yolunu aydınlatan ışık görmüş karşılığında. “Özgürlük”, herkesin istediğini yapması değil, aynasını bulmak, doğru sözcüklerin yolundan gitmek için seçmek istediği yolu seçebilmesiymiş; bu, aynanın izini yitirmeyecek herhangi bir yol olabilirmiş. “Demokrasi” ise, herkesin aynı şeyi düşünmesi değil, tüm düşüncelerin azınlıktakileri yok etmeden ortak ve kıymetli bir anlaşmada buluşması, birlikte yaşama asasının kolektif bir sözcük olmasıymış. Aynanın kişinin kendi içine, dünyanın dışına doğru yürüyen, yürünen her şeyi yansıtmasıymış demokrasi. İlk tanrıların bıraktığı miras buymuş. Bu yükü yarı yolda bırakan, değerini bilmeyip bir kenara koyanlar kendi aynalarını kıranlar, nereden gelip nereye gittiklerini ve kim olduklarını bilmeden kör gözlerle dolanıp dururlarmış. İlk üç sözcüğün mirasını taşıyan doğru kadınlarla doğru erkekler ise tüm zorluklara rağmen teslim olmayanlarmış. İlk tanrılar, dilin aynaları ve çoğalttığı sözcükler kırılır dünya sözcüksüz kalır diye bu ilk üç sözcüğü koruma altına almışlar. Ve ölmeden önce de bu ilk üç sözcüğü koruyup gözetmeleri için doğru kadınlarla doğru erkeklere teslim etmişler. O gün bu gün onların koruması altındaymış bu üç sözcük…
Zaman’ı ve belleği hem sahiplenenlere hem de huylananlara ilanen duyurulur…
- Evinin duvarına gömülen şair - 28 Temmuz 2018
- Çağın dedikodusu; şiir siyasetin, siyaset şiirin nesi olur? - 26 Haziran 2018
- Gitmek Ama Varamamak, Uçmak Ama Konamamak - 8 Nisan 2018
FACEBOOK YORUMLARI