
Haldun Taner Öykü Ödülü sahibi Berna Durmaz’ın son kitabı Metal Hayatlar İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
Tepedeki Kadın, Bir Hal Var Sende, Bir fasit Daire ve Karayel Üşümesi adlı kitaplarından da tanıdığımız Durmaz, son kitabı Metal Hayatlar’da akıllara kazınacak, sarsıcı öyküler anlatıyor…
-
Öykülerinizde okuyanı derinden sarsan bir şeyler var. Keza kendinize özgü anlatımınız ve diliniz de öyle… Ama bir yandan da sanki mizahı elden bırakmıyor, anlatımınızda mizaha da yer açıyor gibisiniz. Bu bilinçli bir tercih mi?
Tercih dersek yanında başka bir seçenekten daha söz etmemiz gerekir. Oysaki benim için nasıl zorunlu istikamet öyküyse, öykünün dili, anlatımı şimdi olduğundan başka türlü olamıyorsa, mizah da bu oluşumun kendiliğinden ve ihtiyaçtan ortaya çıkan bir parçası. Öyküyü var eden hiçbir unsuru ben çağırmıyorum. Neyin gerekli olduğuna öykünün kendisi karar veriyor. Mizah, anlatılanın kaldırılamayacak kadar ağırlaşan yükünü hafifletmek, durumun tuhaflığının altını kalın çizgilerle bir kez daha çizmek, ya da göze görünmeyecek kadar kanıksanmış durumları görünür kılmak için elverişli bir ortam hazırlıyor. Anlatılması en zor konuların arasından mizahla bir balık kıvraklığıyla geçebilirsiniz. Kolaylaştırıcı bir etken olduğu gibi yapılması da bir o kadar zordur. Gereksindiği ince kavrayış yeteneğinin yazanda olduğu kadar okuyanda da olması gerekir çünkü. Bu çift taraflı zorluk yüzünden yaratması beklenen etkiyi her zaman yaratamayabilir. Dozunda ve en uygun tonda yapılan mizah okumayı daha keyifli hale getirecektir. Okurları bilmem ama ben yazarken keyif alıyorum.
-
Kitapta hiç bitmeyen koşturmacalarımız, sanki bütün dünya biz insanlara aitmiş gibi ne doğaya ne de hayvanlara saygı duyuyor oluşumuz, duyarsızlıklarımız, her geçen gün etrafımızı daha fazla betonla ve metalle doldurmamız gibi meselelere eğiliyorsunuz. Aslında tüm bunların özeti olarak, kitapta modern hayata ve insana dair bir eleştiri yapıyorsunuz diyebilir miyiz?
Makbul olan, öyküde gerçekliğin sadece ortaya konup, anlatıcının onunla olan mesafesinin korunarak yazılması elbette. Ama sözünü ettiklerimiz o kadar can acıtıcı ve ivedilikle mevcut durumun değiştirilmesini gerektiren konular ki, ister istemez taraf tutan (doğanın tarafı ) ve sesini yükselten öyküler yazmış olabilirim. Adına megakent, büyükşehir, metropol ne derseniz deyin, duvarları gökdelenlerle yükseltilen bir açık hava hapishanesinden farksız olan yaşam alanlarımızdan yükselen bir çığlık aslında bu kitap. Sıkışıp kalmışlığımızın, nefes alamaz hale gelişimizin, dışarıdan parlak, janjanlı görünen şehir hayatımızın ne denli soğuk ve kırılgan oluşunun ifadesi.
Modern hayatın bize yaşattığı olumsuzluklar çok uzun zamandan bu yana anlatılıyor. Yeni bir şey yapmıyorum. Hele ki insana ve yapıp ettiklerine dair eleştiri sayılabilecek metinler saymakla bitmez. Buna rağmen aynı yerde dönüp dolaşmamızın, hep anlatılanı bir kez daha anlatma ihtiyacı duymamızın bu konunun bizim kapanmayan ve giderek derinleşen bir yaramız olduğunu gösteriyor. İnsan ne yazık ki yeryüzünde var olduğu sürece hem zarar veren hem de zarar gören taraf olmaya devam edecek. Biz de onun eylemlerinin olumlu ve olumsuz sonuçlarını yazmaya devam edeceğiz.
-
Bir önceki sorumla da bağlantılı olarak bu konular nereden aklınıza geliyor. Bir tema mı belirliyorsunuz yoksa yazarken öyküler kendiliğinden mi şekilleniyor?
Ben konu aramıyorum, önceden belirlemiyorum. Sadece yazıyorum. Bir deftere sayfalar dolusu yazıyorum. Her gün başı, sonu olmayan, ne olduğu ve nereye varacağı belli olmayan, birbiriyle bağlantısız gibi duran parçalar birikiyor defterimde. Bunları yazarken kendime sınır koymuyorum. Aklımdan geçen, gördüğüm, düşündüğüm, beni etkileyen, zihnimde takılı kalan her şey karmakarışık bir halde dökülüyor sayfalara. Sağanak bir yağış gibi olan bu yazma hali durulunca ve araya biraz zaman girince dönüp bakıyorum yazdıklarıma. İşte o dönüp bakma zamanında bir çerçeve çiziyorum kendime. O çerçevenin içine girenler öykülerin temasını belirliyor. Üç dört parça birbirlerine yakınlıklarıyla öne çıkıyor. Onları bir kurgu içinde birleştirme amacıyla, bağlantı yerlerini, gerekirse başını ve sonunu yazıyorum bu kez de. Bu çalışmanın sonunda bir kitapta toplanacak öyküler çıkıyor ortaya.
-
Sizi, öykülerinizle tanıdık sevdik. Roman yazma düşünceniz var mı? Metal Hayatlar’dan sonra aklınızda nasıl bir kitap projesi var?
Öykü benim dilim. Bu dille konuşabiliyorum ancak. Roman yazmaya çalışmaksa ikinci bir dili öğrenmeye çalışmak olacak benim için. Bunu yapmaya fırsat bulamıyorum henüz. Belki ileriki zamanlarda yapabilirim. Metal Hayatlar’dan sonra neyin geleceğini bilemem. Yazdıklarım son halini alana dek ne yazdığımı ben bile bilmiyorum çünkü. Bazen yazdıklarımın nerelere uzandığını kitap basıldıktan sonra okurla birlikte anlıyorum. Hatta bazen okurlar, hiç aklımda olmayan meseleleri öyküden bulup çıkarıyorlar. Bu elbette ki, okurun algılamasının da işin içine girmesi ve öykünün çoğul okumaya açık olmasıyla ilgili. Hiç projem olmadı, bundan sonra da olmayacak. Sadece yapmaktan geri duramadığım şeyi yapmaya devam edeceğim; yazmak.
-
Son zamanlarda okuduğunuz ve sizi çok etkileyen bir kitap oldu mu? Sevdiğiniz yazarları bizimle paylaşmak ister misiniz?
Sevdiğim yazarların en başında Juan Rulfo var ve hemen aklıma onun en sevdiğim kitabı Pedro Pàramo geliyor. Bana bu soru sorulduğunda onu söylemeden geçemiyorum. Çok uzun zaman önce okumama rağmen zihnimde asılı kalan hayaletli köy Comala’nın sokaklarında gezmeye devam ediyorum sanırım. Okuduğum her yazarda sevecek bir yan bulurum mutlaka. O yüzden hepsini saymaya kalktığımda liste çok uzun olacak. Aklıma ilk gelenler Julio Cortàzar, Italo Calvino, Michel Butor, Ingeborg Bachmann, Ferit Edgü, Bilge Karasu, Hasan Ali Toptaş… Böyle böyle liste günümüze doğru geliyor ama ben burada bırakayım. Adını anmayı unuttuklarım olabilir çünkü. Son zamanlarda okuduğum ve beni etkileyen kitapsa uzun süredir okumayı istediğim ve hep ertelenen bir kitaptı aynı zamanda. Başından sonuna dek daha önce neden okumadığıma hayıflanıp durdum. Elias Canetti’nin Körleşme adlı romanı. Kesinlikle bir kez daha okumalıyım.
![]()
|