17 Nisan 1940’ta kurulan Köy Enstitüleri “köylere eğitim götürme, kalkınmayı köyden başlatma, daha da önemlisi yaparak-yaşayarak öğrenme” modeline dayanıyordu.
1940’lı yılların sonuydu…
Şimdiden o günün heyecanını duymaya başlamıştı Fakir Öğretmen. Büyük bir gündü onun için. Gece-gündüz demeden öğrencileriyle çalışmış ve gösteri için tüm hazırlıklar neredeyse bitmişti. Biri hariç: Ayşe’nin mandolin çalması.
Çok uğraş vermişti ailesini ikna etmek için; dökmediği dil, etmediği laf kalmamıştı, ama baba inatla: “Bu memlekete komünist yetiştiren bir okulda kızımın ne işi var?” diyerek okula göndermemişti Ayşe’yi. Henüz 14’ünde ve akranlarının evlendirildiği bir yaştaydı. Babasına kalırsa Ayşe’nin çoktan başının bağlanması gerekiyordu.
Ayşe de babasına inat, gizlice okula geliyor, herkesin ders yaptığı zamanlarda, çocukluğundan beri hayalini kurduğu mandolini öğrenmeye çalışıyordu. Kolay değildi elbet; o mandolini sımsıkı kavramak, parmaklarını tellerinde gezdirmek, doğru notayı bulmak ve çalmak. Hele Ayşe için hiç değildi, çünkü sağ elinin parmaklarından ikisi yoktu; doğduktan hemen sonra geçirdiği bir ev kazasında kaybetmişti. O günden sonra yarım kalan hayalleri, gizli gizli geldiği bu okulda ve Fakir Öğretmenin ellerinde yeşerecek ve yavaş yavaş gerçekleşecekti. Büyüyecek, büyük okullara gidecek, ruhunu teslim ettiği o mandolinle karanlık hayatları aydınlatacaktı: Eğer babasını aşabilirse!
Enstitünün kuruluşunu herkes aynı heyecan ve coşkuyla karşılamamıştı. Bunların başında da köy ağası olan Ayşe’nin babası geliyordu. Ona danışılmadan arsasının bir kısmı alınmış, bina oraya kurulmuştu.
Bu zor koşullarda gerçekleşti etkinlikler. Ayşe, babasının karşı çıkmalarına aldırış etmeden gecede yerini aldı. Mandolini tutuşu, çalışı, herkesi büyülemiş; hiç kimse onun eksik parmakla çaldığını fark etmemişti. Çaldıkça kendinden geçiyor, dinleyenlere “geleceğin mandolin çalıcısı” dedirtiyordu. Eğitim hakları elinden alınmış akranları için, yarının aydınlık yüzü için çalıyordu.
Ayşe büyüdü, çok istediği güzel sanatlar okulunu bitirdi. Hayatının sonuna kadar, mandolin çalmak isteyen genç kızları eğitti. Bu süreçte birini hiç unutmadı: Fakir Öğretmeni. Yolları –öğretmeninin yazdığı eserleri okumanın dışında- hiç çakışmadı, ama inançları, bu memlekete olan tutkuları, sevdaları hep aynı kaldı.
Masalsı bir edayla anlattığım bu öykü kurmaca değil, hayatta olmayan iki Köy Enstitülünün yaşamlarından bir kesitti.
17 Nisan 1940’ta kurulan Köy Enstitüleri “köylere eğitim götürme, kalkınmayı köyden başlatma, daha da önemlisi yaparak-yaşayarak öğrenme” modeline dayanıyordu. O dönemde memleketin nüfusunun %80’inin köylü olduğu düşünülürse, bu projenin başarılı olması kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Öğrencilerle öğretmenler iç içe, her işe beraber koşuyor, imece usulüyle her işin altından kalkıyorlardı. Ayrıca yaptıkları her işi, öğrendikleri her bilgiyi köylüye de öğretiyorlardı. Köylü uyanıyor, köylü aydınlanıyordu. Böyle giderse Mustafa Kemal’in söylediği gibi, köylü milletin efendisi olacaktı
Ancak bu gelişmeler birilerinin işine yaramıyordu! Hiç “ayak” “baş” olur muydu?
Her iyi işlerde olduğu gibi, bu enstitülerle de ilgili asılsız söylentiler yaratıldı; dalga dalga yayıldı ve kapatıldı! Nice Ayşe’lerin, Fakir’lerin, Mahmut’ların, Fatmaların, Mehmet’lerin umutları yarım kaldı…
Dünyanın en gelişmiş ülkesi olan Japonya’nın eğitim sisteminin Köy Enstitüleriyle benzer olduğu söylense de, nüfusun yarısından çoğunun şehirlerde yaşadığı bugünün modern Türkiye’sinde, bu modeli uygulamak mümkün mü sorusuna, doğrusu açıklayıcı yanıt bulamıyorum. Ancak Köy Enstitüleri sisteminden bu güne yönelik çok önemli derslerin çıkarılabileceğini düşünüyorum.
Ayrıca sistemi inceledikten sonra, şu soruları yüksek sesle sormadan da edemiyorum:
Bugün hala Köy Enstitüleri modeli uygulanıyor olsaydı; okullarda şiddet bu denli artacak mıydı?
Öğrenciler ilkokul 1’den itibaren yarış atı gibi yarıştırılıp, çocuklukları ellerinden alınacak mıydı?
Gencecik insanların yaşamları sadece 3 saate sığdırılıp, gençlik coşkuları kıstırılacak mıydı?
Fakülte bitirmiş işsizler ordusu bu denli çok olacak mıydı?
Başka ülkelerin eğitim modellerini denemekten sıkılan ve eğitime inançları azalan bir öğretmenler ordusu oluşacak mıydı?
Soruları çoğaltmak mümkün. Ancak inancım odur ki, tablo kesinlikle böyle olmayacaktı!
Amacım; enstitülerin ne kuruluş öykülerini, ne de kurucuların eliyle nasıl yok edildiğini anlatmak değil, kısacık yaşamıyla Türk eğitim tarihini ne kadar etkilediğini ve hakkında yıllar sonra bile en çok araştırma, inceleme yapılan, yazı yazılan kurum olduğunu, bizim kuşağa anımsatmaktır.
- “Yaprak Döker Bir Yanımız, Bir Yanımız Bahar Bahçe” - 29 Kasım 2020
- 13 Maddede Nazım Hikmet’in Az Bilinen Yönleri - 3 Şubat 2017
- Mutlu Aşk Yoktur - 3 Ekim 2017
FACEBOOK YORUMLARI