
Anter’in bu son romanında ise bir gece yarısı uykusundan uyanıp evinde dolaşan bir yabancının varlığıyla kendi varlığını, inancını, geçmişini sorgulamaya girişen Albert Karako’nun zihninde yaşadığı hesaplaşmaya tanıklık ediyoruz.
Sevgili Nazım’ın “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın” dizelerine ne zaman denk gelsem hem ölüme kafa tutmayı hem de yaşadığım hayatı sorgulamayı dert edinirim kendime. Sorgulamak… Nedense günlük hayatın koşturmacasına daldığımızda; işe yetişmeye çalışırken mesela ya da gelmeyen otobüse söylenirken sıradan bir hal alıyor. Ta ki ömrümüz karşımıza dikilip bizi sanık koltuğuna oturtana kadar… Peki, bunu bize hatırlatan şey ne oluyor dersiniz? Ölümle yüz yüze gelmek… Ya da gelemeyip yüzümüzü çevirmek… İşte böyle başlıyor Albert Karako’nun hikayesi.
Vakitsiz Kaybedenler, Eddi Anter’in sekizinci romanı. İlk romanı Lily – Ben Bir Arap Yahudisiyim ile 2006’da yazın hayatımıza giren çok yönlü yazarlardan biri olan Anter, uzman klinik psikolog olmasının yanı sıra uluslararası pazarlama uzmanı olarak yıllarca tekstil işleriyle uğraştıktan sonra çeşitli makale ve öyküleriyle tanınmaya başlamış; kişisel gelişim, varoluş ve inanç kavramlarını harmanlayarak bizlere sunmaya devam etmiştir.
Anter’in bu son romanında ise bir gece yarısı uykusundan uyanıp evinde dolaşan bir yabancının varlığıyla kendi varlığını, inancını, geçmişini sorgulamaya girişen Albert Karako’nun zihninde yaşadığı hesaplaşmaya tanıklık ediyoruz. Evine giren hırsızın getirdiği ölüm korkusuyla asıl önceliklerini fark eden Karako, ilerlemiş yaşına, geçmişteki hatalarına, insan ilişkilerine ve hatta inancına sitem dolu bir bakış atarken kendin için yaşadığın tek bir günün bile ne kadar kıymetli olacağını bize hatırlatıyor.
Hayatımın ilk yarısını başkaları için yaşamıştım.
Roman Karako’nın anlatımıyla dile gelirken sinagogda önüne düşen Sefer ha Sod isimli sırlar kitabından on sır da kesitler halinde okuyucuya sunuluyor. Bir yandan kahramanımızın adımlarına eşlik ederek Ortaköy, Nişantaşı, Kuledibi ve Kadıköy’ü dolaşırken diğer taraftan tarihsel bir yolculuğa çıkarak Cudyo (Musevi) kültürüne ait izlere rastlıyoruz. Ladino diline göz kırpıyoruz.
Anlatımda yinelenen cümleler bazen dikkat dağıtsa da ben bunu zihnin karmaşası olarak ele almayı tercih ediyorum. İç sesimizin konudan konuya geçişi, aynı konuyu dönüp dolaşıp tekrar ele alması gibi Anter’de Karako’nun zihnindeki karmaşayı yinelenen cümleleriyle yansıtıyor. Tanrı arayışını da ele alan kitapta Anter Tanrı’nın “bizde” özümüzde olduğunu, egodan arınmış, zihinden kurtulmuş ve benliğine ulaşmış kişinin ona ulaşacağını öne sürüyor. Buradaki teslimiyet ve düşünmekten arınma vurgusu dikkat çekici. Öne sürülenlere katılsanız da katılmasanız da –ki ben geneline katılamadım özellikle sırlar bölümü yüzeysel ve öne sürülen fikirler fazlasıyla tartışmaya açık– kendinizi yine de bir sorgulamanın içinde buluyorsunuz.
“Birini öldürmekten beter etmek, onu korkutmaktır” demişti rahmetli babam. “Öldürdün mü iş bitiyor, korkuttun mu nesiller boyu sürüyor” diye devam etmişti.
Kök saldıkları yerden ayrılmak zorunda kalan bu insanların çoğu susmayı tercih ederek, yaşadıklarını anlatmayacaktı. Korkuyu yeni nesillere taşımak yerine, saklamayı, içlerinde taşımayı tercih edeceklerdi.
Azınlık olma psikolojisini derinlemesine işleyen romanında Anter, İkinci Dünya Savaşı’ndan Şişli ve Kuledibi sinagoglarının bombalanmasına, topraklarını terk etmek zorunda kalan insanların her zorluğa rağmen kalanların cesaretini ne denli kıskandıklarına değin birçok atıf yaparken kendi inancını da sorgulamadan edemiyor ve inanç ayrılığı nedeniyle yaşanamamış bir ilk aşkın izleri hala varlığını koruyor.
Ben kendi kimliğimi bulmuşken, kim olmadıklarım karşıma çıktı. Her zaman bir şeye aidiyet hissi duymak ihtiyacım oldu. Öyle zannettim. Sınırlar, topraklar, bayrak ve ülke beni ben yapacak gibi gelirdi. Hâlbuki insan olmak vardı. Dünyalı olmak… Dünyaya ait bir insan olmak… Sınırları olmayan topraklarda yaşayan, bayraksız, lisansız, cinsiyetsiz, milliyetsiz insanlardan biri olmak… Olmadı. Olacağı da yok gibi.
İnsan olabilmenin, yalnızca insan olabilmenin zorluğu karşısında kahramanımız Karako her ne kadar umutsuzluğa düşse de o artık uyanmıştır ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının farkındadır. Peki, uyanışı nedeniyle kendine adadığı bu günün sonunda mutluluğu sürecek midir yoksa geç kaldıkları önüne mi dizilecektir?
![]()
|
- Sıcak Kafa; “Sözlerin rengini hareketlerin makamına tercih etmeyen bir roman” - 4 Nisan 2018
- Olivia Laing anlatımıyla özel bir şehir: Yalnızlık… - 9 Mart 2018
- Bir Vakitsiz Kaybeden: Albert Karako - 19 Ocak 2018