Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan

Üçlemenin bütününe, dağılmış bir kimliğin bütünlük arayışı hakim. İkizinden, evinden, şehrinden, ülkesinden kopan;  vatansız, kimsesiz bir insanın derin yalnızlığını yarattığı atmosferle çok iyi anlatmış Agota Kristof.

Bu şekilde biraz kağıt, bir kalem, bir silgi ve büyük bir defter satın alıp ilk yalanlarımı yazmaya başladım.

Anne ve iki erkek çocuk, Küçük Şehir’in sınıra yakın bir yerindeki eve ulaşıyorlar romanın başında. Ev bahçeyle çevrili. Meyve ağaçları ve sebzeyle dolu bahçede tavşanlık, kümes, domuz ahırı ve keçiler için kulübe var. Bahçenin arkasında bir dere akıyor. Ötesi de ormanlık. Bu evde anneanne ve kiracısı olan bir subay yaşıyor. Şehirdeki insanların cadı dediği anneanne kızını on yıldır görmemiş, torunlarını tanımıyor.  Çocuklar buraya gelmeden önce bir anneanneleri olduğunu bile bilmiyorlar. Anne, savaştan canlı çıkmalarını istediği için çocuklarını buraya getirmiş. Anneanne onları evde ve bahçede çalıştırma koşuluyla kabul ediyor. Kendisi de gün doğmadan çalışmaya başlıyor. Bahçede yetiştirdikleriyle ilgileniyor; ürünleri pazarda satıyor. Çocuklar görevlerini yapmazlarsa onlara yemek vermiyor.

Agota Kristof’un yarattığı o acımasızlık atmosferinin kitabı okumamı zorlaştıracağını düşündüm önce. Öyle olmadı. İyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu  sorgulamaya başladım. Okumaya devam ettikçe bir yazma serüveninin içinde buldum kendimi. Vatansızlığın, yalnızlığın verdiği dağılmışlığın, bütünlük arayışının yalın anlatımından etkilendim. Uzun açıklamalara girişmiyordu yazar. Yaşananları bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu sadece.

Kitap bir üçleme. Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan birlikte ele alınırsa, bunun bir büyüme romanı  (Bildungsroman) olduğu düşünülebilir. Birinci kitabın başında ikizler okula başlayalı üç yıl olmuş. Üçüncü Yalan’a geldiğimizde ellili yaşları geçmiş durumdalar. Bu tür romanlarda olduğu gibi toplumsal tarihle kişisel tarih iç içe geçmiş üçlemede.

19. Yüzyılda Batı’da sıklıkla yazılan büyüme/gelişim öyküleri, çoğunlukla erkeklerin ergenlik, kimlik bunalımı, bilinçlenme ve olgunlaşıp kendileriyle barışmaları dönemlerini anlatıyor. Kendileriyle barışma dönemleri toplumla uzlaşmalarıyla iç içe. Gerçi Agota Kristof’un üçlemesinde toplumla uzlaşma hiçbir zaman gerçekleşmiyor. Pek çok kadın yazarımız, toplumla uzlaşmayla sonuçlanmayan büyüme romanı yazmıştır bizde de. Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar adlı üçlemesi, Erendiz Atasü’nün Dağın Öteki Yüzü adlı romanları buna örnek olabilir.  Kimin toplum yapısıyla uyum içinde olduğu, kimin bu yapıyla mücadele etmek zorunda kaldığıyla ilgili olmalı bu durum.

Savaş, Yıkım, Göçmenlik, Sınır Yaşamı

İlk romanda, Büyük Defter’de, Lucas ve Claus adlı ikizler tek bir sesle konuşarak bir vatansızlık, kimsesizlik, göçmenlik öyküsünü anlatmaya başlıyorlar. Hiçbir ülkeye, şehre, aileye ait değiller. Büyük Şehir’den geldiklerini biliyoruz sadece.  Yaşadıkları yer mayınlı, tel örgülü bir sınır kasabası.  Kaldıkları evden hemen sonra barikatla kesilmiş tozlu bir yol var. Ağaçlarla örtülü barikatın ardında gizli bir askeri üs bulunuyor. Makineli tüfeği ve dürbünüyle bir asker nöbet tutuyor burada. Sadece şehrin değil, insanların özel hayatlarının da işgal edildiği bir sınır kasabasında geçiyor olaylar. Burada yaşayanlar, kasabayı kimler ele geçirdiyse onlara, makbul vatandaş olduklarını kanıtlamak zorundalar.

Lucas ve Claus tavan arasında buldukları kutsal kitabı okuyorlar, birçok bölümü de ezbere biliyorlar. Amaçları öğrenim hayatlarını sürdürmek. Kutsal Kitap’ta söylenenler çoktan gerçekliğini yitirmiş çocuklar için. Kiliseye de gitmiyorlar, on emre de uymuyorlar o nedenle.

“ Papaz kara kaşlarını kaldırıyor. ‘Nasıl yani Kutsal Kitap’ın tamamını okudunuz mu?’
‘Evet bayım. Birçok bölümünü de ezbere biliyoruz’  
‘Hangilerini mesela?’
‘Tekvin, Çıkış, Vaiz, Mahşer ve başka bölümleri de…’      
Papaz bir süre susup ‘On Emir’i biliyor musunuz? On Emir’e uyuyor musunuz?’ diye soruyor.
‘Hayır bayım, uymuyoruz. Kimse de uymuyor zaten. On Emir’den biri ‘Katletmeyeceksin’dir, oysa herkes birbirini katlediyor.’
Papaz: ‘Ne yazık ki savaştayız.’ 

Bu savaşın içinde olmak istemeyenler de var. Ama onların diğerlerinin dünyasında yaşama şansları yok.

“   ‘… Beni bulurlarsa ya asarlar ya da kurşuna dizerler.’
‘Cani gibi mi?’          
‘Evet, bir cani gibi’        
‘Oysa siz kimseyi öldürmek istemiyorsunuz. Yalnızca eve dönmek istiyorsunuz.’  “

Büyük Şehir’deki savaştan kaçan çocukların ardından savaş küçük şehre de geliyor. Anneannenin dost dediği ülkenin askerleri “Küçük Şehri kurtarmak için” evleri talan ediyor, altınları alıyor, kadınlara saldırıyor, üstlerine bomba yağdırıyor. Ölümden kurtulanlar sakatlanmış;  kendilerine bakamayacak durumdalar. Kadınlar çocukları beslemeye ve yaralılara bakmaya çalışıyorlar. Kurtarılmak ve tehlike aynı şeyi ifade ediyor onlar için.

Kadın giderlerken : ‘Endişelenme. Senin yanındayız. Her şey yakında düzelecek. Seni yalnız bırakmayacağız, seninle ilgileneceğiz. Seni kurtaracağız.’

… Benimle ilgilenecekleri, beni kurtaracakları bir eve gitmekten korkuyorum. Buradan gitmeliyim. Nereye gidebileceğimi soruyorum kendime.

Kanıt’ın bir bölümünde Claus bir gazetede dizgici olarak çalışıyor. Her gün yüzlerce kez “Biz özgürüz” cümlesini basıyorlar ama sokaklarda yabancı bir ordunun askerleri dolaşıyor, çok sayıda siyasi tutuklu var. Yurt dışına seyahatler yasak; ülke içinde bile bazı şehirlere gidemiyorlar.

Yalnızlık, Parçalanmışlık, Bütünlük Arayışı

Üçlemenin bütününe, dağılmış bir kimliğin bütünlük arayışı hakim. İkizinden, evinden, şehrinden, ülkesinden kopan;  vatansız, kimsesiz bir insanın derin yalnızlığını yarattığı atmosferle çok iyi anlatmış Agota Kristof.

Büyük Şehir’de okula başladıklarında ayrı sınıflarda olmaya katlanamayan ikizler, hayatlarının büyük bir bölümünü bu ayrılığın acısını yaşayarak geçiriyorlar.

“Bina bizi birbirimizden ayırıyor. Bu uzaklık bize çok büyük ve çektiğimiz acı katlanılmaz geliyor. Sanki vücudumuzun yarısı eksilmiş gibi. Dengemiz bozuluyor, başımız dönüyor, düşüyoruz, bayılıyoruz.”

Clara da Yasmine de yalnızlığını gideremiyor Lucas’ın. Çünkü onların özlediği başka kişiler var.

‘Sürekli Thomas’ı mı görüyorsunuz rüyanızda?’
‘Her gece. Ama yalnızca idamını. Mutlu ve canlı Thomas’ı görmüyorum rüyamda.’
‘Ben kardeşimi her yerde görüyorum. Odamda, bahçede, sokakta yanımda yürürken. Benimle konuşuyor.’
‘Ne diyor?’
‘Bana ölümcül bir yalnızlığın içine düştüğünü söylüyor.’

Lucas, sadece kendisinin olsun, onunla bütünleşsin diye Mathias’a sarılıyor ama Mathias da kendi yalnızlığı içinde kayboluyor.

Üçüncü Yalan’ın sonuna doğru kendisiyle barışan, hayatla uzlaşan bir insan yok karşımızda. Claus’a göre hayat anlamsızlık, aldanma ve sonsuz acı demek :

Yatıyorum, sonra uzun yıllardır yaptığım gibi kafamda Lucas’la konuşuyorum. Söylediklerim aşağı yukarı hep aynı şeyler. Öldüyse çok şanslı olduğunu, onun yerinde olmak istediğimi söylüyorum tekrar. Parsayı topladığını, işin en güç yanının bana kaldığını söylüyorum. Hayatın tümüyle gereksiz olduğunu; anlamsızlık, aldanma, sonsuz acı demek olduğunu; aklın almayacağı kötülükte Varolmayan bir Tanrı’nın icadı olduğunu söylüyorum ona.

Rüyalar, Kabuslar

Savaş ve savaşın getirdiği yıkım arka planda, dış mekanlarda, ilerlerken bizim yakından tanık olduğumuz kimlik parçalanmaları, ruhsal yıkımlar.  İç mekanlar;  oda ve yatak geniş bir yer tutuyor bu nedenle öyküde.   Rüya ve kabus anlatımlarıyla üstü örtülmüş duygular başarıyla gözler önüne seriliyor.

Mathias’ın kabusları özlem, yalnızlık, parçalanmışlık veölümle ilgili.

En korkunç kabus: Ölü ağaç kabusu, bahçedeki siyah ağaç. Çocuk ağaca bakıyor ve ağaç çıplak dallarını ona doğru uzatıyor. ‘Artık ölü bir ağacım ama canlı olduğum günlerdeki kadar seni seviyorum. Gel küçüğüm, kollarıma gel.’ diyor. Ağaç Yasmine’in sesiyle konuşuyor, çocuk yaklaşıyor, siyah ve kuru dallar çocuğa sarılıp onu boğuyor.

Lucas’ın ve Claus’un kabuslarında Mathias’ınkilere ek olarak yaşlanma ve çürüme de var.

Pumanın soluğunu ensemde hissediyorum, çok yakınımda. Arkama dönmeye cesaretim yok, ilerleyemiyorum da artık, ayaklarım toprağa kök salıyor. Pumanın sırtıma atlayıp omuzlarımdan baldırlarıma kadar beni parçalamasını, kafamı, yüzümü yırtmasını korku içinde bekliyorum.                 

 … Çocuk,  ‘Isırmaz, benim o. Korkmayın. İnsan yemez, et yemez, yalnızca ruhları yer’ diyor bana…

İyilik, Kötülük, Etik, Ahlak

Romanın atmosferi içinde iyiliği ve kötülüğü bambaşka bir yere oturtuyoruz. Başkaları tarafından sevilmek için iyi ve ahlaklı davranmanın yerine etik olarak kimin neye ihtiyacı varsa onu yapan Lucas ve Claus’u anlamaya başlıyoruz.

İkizler başlangıçta görevlerini yapmadıkları zaman onlara yemek vermeyen anneanneye boyun eğmiyorlar. Ama onun yardıma ihtiyacı olduğunu gördüklerinde kendilerinden utanıyorlar ve görevlerini yapıyorlar.

Anneanne yemekte, ‘Anladınız, yemeği ve yatağı hak etmeniz lazım’ diyor.
‘Öyle değil, çalışmak çok zor ama hiçbir şey yapmadan seyretmek daha zor, hele çalışan yaşlıysa.’
Anneanne kıkırdıyor. ‘İtoğlu itler! Bana acıdığınızı mı söylüyorsunuz?’
‘Hayır, Anneanne. Yalnızca kendimizden utandık. ‘
Akşamüstü ormandan odun topluyoruz. Artık yapabildiğimiz bütün işleri yapıyoruz.

Sürekli dayak yedikleri, acı çektikleri için birbirlerini döverek acıya karşı dayanıklı olma alıştırmaları yapıyorlar. Onlara en zor gelen annelerinden duydukları güzel sözleri unutmak oluyor. Kötü sözleri tekrarladıkları gibi güzel sözleri de tekrarlayarak anlamsızlaştırmaya çalışıyorlar.

Komşuları Tavşandudak onlardan yardım isteyince Papaza şantaj yapıyorlar. Papaza arkadaşlık ediyorlar daha sonra. Yalnız kaldığında onun ihtiyaçlarını karşılıyorlar.

Tavşandudak’ın annesi ve anneanneleri onlardan yardım isteyince gözlerini kırpmadan onların ölmelerine “yardım” ediyorlar:

“ Susuyoruz. Anneanne ağlamaya başlıyor. ‘Siz felcin ne olduğunu biliyor musunuz? Her şeyi görmek, işitmek ama kıpırdayamamaktır. Bu küçük iyiliği de yapmazsanız, adisiniz, koynumda beslediğim yılanlarsınız.’
‘Ağlamayın Anneanne. Yaparız, gerçekten istiyorsanız, yaparız.’ 

Yahudiler götürülürken papazın yanında çalışan kadının onlara reçelli ekmeği uzatması bize saf kötülüğün ne olduğunu anlatıyor.  Oysa anneanne onlara elma vermeye çalışırken askerler tarafından hırpalanıyor.

İki yüz ya da üç yüz kişi kadarlar, askerler etraflarında. Birkaç kadın çocuğunu sırtına vurmuş, omzuna almış ya da bağrına basmış. İçlerinden biri düşüyor; eller uzanıp anne ile çocuğu tutuyor; onları taşlıyorlar, zaten o esnada bir asker silahını çoktan doğrultmuş bile.

Kimse konuşmuyor, ağlamıyor, bakışlar yere çakılı. Askerlerin çivili botlarının sesi duyuluyor yalnızca.

Tam önümüzde, kalabalıktan kuru, pis bir el uzanıyor, ‘Ekmek…’ diyebiliyor.

Hizmetçi gülümseyerek, reçelli ekmeğinin kalanını verir gibi yapıyor, dilenen ele uzatıyor, sonra kahkahayla gülerek ekmeğini ağzına götürüp ısırıyor. ‘Benim de karnım aç.’

Olan biteni gören bir asker, Hizmetçi’nin kıçına bir şaplak indirip yanağından bir makas alıyor. …

Yazmak Üzerine

1935’te  Macaristan’da doğan Agota Kristof’un da Lucas ve Claus gibi bir savaş ve göçmenlik öyküsü var. 1956’da çıkan ayaklanma bastırılınca eşi ve çocuğuyla İsviçre’ye kaçıyor. Bir yandan fabrikada çalışıp bir yandan Fransızca öğreniyor.  1970’li yıllarda tiyatro oyunları yazmaya başlıyor. 1986 yılında da üçlemesinin ilk kitabı olan Büyük Defter’i yayımlıyor.

Üçüncü Yalan’da yaşananlarla yazılanlar arasındaki bağ şöyle kuruluyor:

Ona gerçek hikayeler yazmak istediğimi söylüyorum, ama bir an geliyor, hikaye gerçekliği yüzünden katlanılmaz oluyor, bunun üzerine hikayeyi değiştirmek zorunda kalıyorum. Kendi hikayemi anlatmak istediğimi söylüyorum ona, ama yapamıyorum, cesaretim yok, hikayem çok canımı acıtıyor. Bunun üzerine her şeyi güzelleştiriyorum, olayları oldukları gibi değil, olmasını istediğim gibi anlatıyorum.

Kanıt’ta, her şeyin öldüğü kötücül bir dünyada  anlatmak için yaşandığını  söylüyor Victor:

Çok sayıda kitap değil ama bir tek kitap belki.  Lucas, şuna inanıyorum ki bütün insanlar dünyaya en azından bir kitap yazabilmek için gelmiştir, başka bir şey için değil. İster sıradan ister çok özel olsun, önemi yok, yazmayan kişi yitik insandır, iz bırakmadan gelip geçer.

Üçüncü Yalan’da her şeyin ustaca ters yüz edildiğini görüyoruz. Uzun bir hazırlanma sürecinin sonunda oluyor bu. Okur,  üçüncü kitabı okuduğunda tam olarak idrak ediyor bu süreci. Oysa baştan beri bir yazma alıştırmasıyla karşı karşıyayız.

Lucas’la Claus anneannenin evine gelirken ellerinde babalarının büyük sözlüğü var. Yazım ve açıklamalar için ondan yararlanıyorlar. Evdeki tavan arasında buldukları Kutsal Kitap onlara çeşitli öyküler anlatıyor. O kadar çok okuyorlar ki birçok bölümü ezberliyorlar.

Yaşamlarını sürdürmeleri için bir evleri; hatta kendilerine ait bir odaları bile var. Tavan arasına onlardan başka kimse çıkamıyor. Çünkü merdiveni testereyle kesiyorlar ve oraya bir halat yardımıyla tırmanıyorlar. Burada rahatlıkla yazma çalışmalarını yapıyorlar. Para kazanıp bir büyük defter, kağıtlar, kalemler ve silgi alıyorlar. Başkalarının yaşamını gözleme şansı da yaratıyorlar kendilerine. Eve geldiklerinden kısa bir süre sonra bütün kapıları açan bir anahtar yapıyorlar,  tavan arasının zeminine delikler açıyorlar; böylece röntgenciliğe de başlıyorlar. Anneanne ile subayı odalarındayken gözetliyorlar.

İki saatin sonunda kağıtlarımızı değiştiriyoruz. Sözlükten yararlanarak yazım yanlışlarını düzeltip kağıdın altına ‘iyi’ veya ‘iyi değil’ yazıyoruz; ‘iyi değil’ ise kompozisyonu ateşe atıp bir sonraki derste aynı konuyu işliyoruz. ‘İyi’ ise kompozisyonu Büyük Defter’e temize çekiyoruz.

‘İyi’ ve ‘iyi değil’ için basit bir kuralımız var: Kompozisyon gerçek olmalı. Olanı yazmalıyız, gördüğümüzü, duyduğumuzu, yaptığımızı.

Örneğin ‘Anneanne bir Cadı’ya benziyor yazmak yasak ama ‘insanlar anneanneye Cadı diyor.’ serbest.

‘Küçük Şehir güzel’ yazmak yasak, Küçük Şehir bize güzel gelebilir ama bir başkası için çirkin olabilir.             

Aynı ölçüde ‘Posta iyi’ diye yazamayız, bu gerçek değil; çünkü Posta bizim bilmediğimiz kötülükleri yapabilecek biri belki. Bu yüzden yalnızca ‘Posta bize battaniye veriyor’ yazıyoruz.

‘Çok ceviz yiyoruz’ yazabiliriz; ama ‘ceviz severiz’ yazamayız, çünkü ‘sevmek’ kesin bir sözcük değil, belirginlikten ve nesnellikten uzak. ‘Ceviz sevmek’ ile ‘Anneannemizi sevmek’ aynı şeyi ifade edemez. Birinci cümle ağızdaki hoş bir tadı belirtir, ikincisi duyguyu.

Duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp nesnelerin, insanların kendileriyle, yani olayların sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım.

Redaksiyon hataları dışında temiz bir Türkçesi var kitabın. Çevirisi de iyi. Okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Kanımca  Agota Kristof hepimize yepyeni pencereler açacaktır.

… İnanıyorum ki … kendimize ait odalarımız olursa; özgür yaşarsak ve düşündüğümüzü aynen yazacak cesarete sahip olursak; … ve insanları hep birbiriyle olan ilişkileri içinde değil, gerçekle olan ilişkileri içinde görürsek … o zaman fırsat doğacak ve Shakespeare’in kız kardeşi olan ölü şair kaç kez çıkarıp bıraktığı bedene bürünecektir.
Wirginia Woolf

 

  • Büyük Defter / Kanıt / Üçüncü Yalan
  • Yazar: Agota Kristof
  • Çeviri: Ayşe İnce Kurşunlu
  • Türü: Roman
  • Baskı Yılı: 2010
  • Sayfa Sayısı: 371 Sayfa
  • Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

 

Nalan Arman
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Türkiye’de kişi başına kaç kitap düşüyor?

Read Next

Çağımızın Mücadeleci Düşünürü: Jameson

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *