
Büyük yazı deyince aklıma ilk gelen, “her büyük metnin bir şekilde birbirine iliştiğidir.” Büyük metinlerin her biri, haberli veya habersiz, birbirine tutunurlar; birbirlerine en uzak görünenleri bile bir şekilde örtüşürler.
Dostoyevski’nin Edebi Evlatları
Pek çok eleştirmen Samuel Beckett, Thomas Bernhard ve Dostoyevski arasında benzerlikler tespit etmiştir. Katılmamak mümkün değil. Bu üç yazarın metinlerini okudukça, benzerlikleri üzerine şöyle bir cümle belirdi zihnimde, zamanla: “Beckett, insana olan öfkesini, kenara itilmişliğini açığa vurarak; Bernhard ise insanlara olan öfkesini, onların çirkinliğini göstererek yener. Devam etmelerini bu şekilde sağlarlar demek istiyorum. Dostoyevski’ninse bir melek olduğunu düşünürsek -o halde iki de kanadı olacaktır- kanatlarının birinde Beckett diğerinde Bernhard oturur.”
Lev Tolstoy’un Zenginliği
Tolstoy için “eğer bir ressam olsaydım, bütün ömrümü onun odalarını resmetmekle geçirebilirdim” demeyi ve onu bu cümleyle hatırlamayı severim. Dünya edebiyat tarihi boyunca üretilen hiçbir metinde Tolstoy metinleri kadar zengin bir dünyayla karşılaşamayız. Tolstoy romanlarında insan yüzleri, insan ilişkileri ve insana ait eşyalar o denli zengindir ki iyi bir okurun bu zenginlik karşısında büyülenmemesinin imkanı yoktur. Diyebilirim ki gerçek bir okur, Tolstoy’un eşyalarla tıkış tıkış dolu odalarında hazzın sınırlarını zorlar.
Benim Yazarım: İtalo Calvino
Bizi yazarlara bağlayan şey okumamıza sundukları metinler değildir yalnızca. Bizi onlara bağlayan şeyde hayat hikayeleri ile bazı ufak ve tuhaf takıntılarının da payı vardır. Mesela, tıpkı benim çocukluğumda olduğu gibi, İtalo Calvino’nun çocukken yaşadığı evin de iki kapısı vardı. Ön kapıdan şehre, arka kapıdan ise kırlara çıkardı. Tıpkı bugün benim yaptığım gibi, İtalo Calvino’nun da bir kutusu vardı. Düşünce yazısı olsun, kısa hikaye olsun her ne yazarsa bu kutuya atarmış. Kitap yayınlamayı düşündüğünde ise hazineyi açar, içinden seçermiş. Beni Calvino’ya sıkıca bağlayan şey bir ölçüde yazdıkları, bir ölçüde de yukarıda anlattıklarımdır.
Fyodor Dostoyevski Üzerine Bir Tespit
“19. yy’da, Rusya’da gerçekleşmiş özel bir cinnettir” cümlesiyle hatırlamayı sevdiğim Dostoyevski’ye, bu yazımda, bir başlık daha açmayı ve ona dair şu kısa tespitime yer vermeyi uygun buldum:
“Biz okuru Dostoyevski’ye bağlayan şeyin yoğun olay örgüsüne atılmış çılgın kahramanlar ile bütün bu yoğunluk ve çılgınlığı şaşmaz bir matematikle dizginleyen Dostoyevski’nin kalem gücüdür diyebilirim.”
Thomas Mann’ın Hatırlattığı Tanpınar
“İnsan doğasını ve hayatın trajedisini anlamak bakımından muhafazakar gelenekçilik aslında çok daha fazla şeyi muhafaza etmiş, bu nedenle de, kültürle, ilerlemeci ideolojinin kurduğundan daha derin ve anlamlı bir ilişki kurmuştur” der Thomas Mann, ünlü eseri Doktor Faustus’un dini sorguladığı sayfalarında.
Fakat burada, Thomas Mann’ın bahsetmeye çalıştığı Türkiye’deki, inatla eskiden dem vuran yeniye de set çekip böylelikle bir taraftan siyasileşirken diğer bir taraftan da bağnazlıkla anılan muhafazakar anlayış değildir. Thomas Mann’ın yukarıdaki önermesine Türkiye’den verilebilecek en güzel örnek ‘Tanpınar edebiyatı’dır kanımca. Tanpınar, ideolojik bir heyecana kapılıp da yeniye -yeni, yeni ideolojinin emrettiği idi o vakit- gözü kapalı koşmaktansa ait olduğu değerleri tarafsız bir gözle ve gönülden gelen bir sevgiyle korumaya çalışmıştı. Tanpınar, zaman denen meçhulun içinde ideolojilerin, fikirlerin, hatta eşyanın sürekli değiştiğini ve sonunda elimizde kalan yegane şeyin ‘öze ait olma duygusu’ olduğunu en derinden anlayan Türk ‘entelektüel’di. Tanpınar’ın aşağıya aldığım ifadeleri yukarıda savunmak istediklerimi göstetir mahiyettedir:
” … Ben Şark’a bağlı değilim, eskiye bağlı değilim: Bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu Müslümanlık mıdır, Şarklılık mıdır, Türklük müdür? bilmiyorum… bence ne Şark, ne şu, ne bu vardır; etrafımızda gördüğümüz hayat vardır: Bizi yapan bu hayattır. Bütün hususiyetlerimiz oradan gelir.
… Bu Müslümanlığın çehresi, otuz-kırk senede bütün etrafı ile birlikte değişir: ramazan sofrası, cami sebili, Fatih kahveleri, divan yolu… Fakat onların arkasında kendilerini aydınlatan, manalarını yapan bütün bir hayat vardır, halk vardır. O ne medreseden, ne tekkeden, ne şeyhülislam kapısından, ne kazasker konağından gelir: halkın hayatından doğmuştur. İçine Frenk icadı bile girer, fakat manzarası bizim kalır.”
( Bkz: Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, Dergah Yayınları, s. 122-125)
Jorge Luis Borges’in Gizemi Üzerine
20. yüzyılın en gizemli yazarı olduğunu düşündüğüm Jorge Luis Borges iyi öykülerin belirsizlikle sonlanması gerektiğine inanırdı. Babil Kitaplığı adı altında yayına hazırladığı onlarca yazarın yüzlerce öyküsü yazarın bu savunusuna uygun seçimlerdir.
Borges’i neden çok sevdiğimi çoğu zaman kendime sormuşumdur. Onu diğer bütün iyi yazarlardan ayıran, özel kılan şeyde yukarıdaki çıkarımın etkisinin olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Borges’in hayat görüşü de iyi öykü hakkında yaptığı çıkarıma benzer. Borges nasıl ki iyi edebiyatın belirsizlikte gizli olduğuna inanıyorduysa yaşantının kendisinin de bizden pek çok şeyi sakladığını düşünüyordu. Onu kelimelerin kökenine âşık eden, mitsel olana yaklaştıran, ama bir taraftan da hem mitsel olandan hem efsaneden hem de destandan farklı ve modern kılan şey de bu hayat ve biçim görüşü olmalı.
Borges bir röportajında milliyetçi olmadığını, Hıristiyan olduğunu da zannetmediğini söyler. Hayatın ve edebiyatın biçimini belirsizlikte arayan, tam da bu nedenle çabalayan Borges’in elbette zamanın karşısında değişip duran değerlere eğilmesine imkân yoktu. Fakat bu durumun onu Albert Camus’ye, Jean-Paul Sartre’a ya da Friedrich Nietzsche’ye dönüştürmediğini de gözden kaçırmamalıyız.
O, inanmıyordu. O, ocu bucu değildi. O, arıyordu.
James Joyce’un “Üzücü Bir Olay”ı Üzerine
Mr. James Duffy de, Mrs. Sinico da hayatlarını yalnız, düşünceli ve mutsuz geçiren iki Joyce karakteridir. Fakat Mr. Duffy’nin düşünceleri Mrs. Sinico’ya göre daha çok kitaplardan beslendiği için basit bir melankoliden öte entel dertlenmelerle de doludur.
Joyce, ‘Üzücü Bir Olay’ adlı öyküsüne bu iki düşünceli yalnızı konuk eder, onları tanıştırır. Bir süre beraber dolaşırlar, ama sonunda Mr. Duffy, Mrs. Sinico’nın ağır melankolisine cevap vermez. Görüşmeyi keserler. Dört yıl sonra Mr. Duffy, bir gazetede, Mrs. Sinico’nın trenin altında kalarak öldüğünü okur. Olayın bir intihar girişimi mi olduğu, yoksa bir kaza sonucu mu meydana geldiği anlaşılamaz. Duffy, ilk anda olayın suçlusu olarak kendini görür, sonra bir meyhanede suçu ölüyle paylaşarak kendini rahatlatır.
Bu yazıyı beğendiğim bir öyküyü özetlemek amacıyla değil, Joyce’un ilk dönem hikayelerinin hep mutsuz sonla -kahramanların başarısızlıkları- bitme nedeninin İrlanda’nın içinde sıkışıp kalmaktan kaynaklandığını hatırlatmak için yazdım. Daha sonra Joyce, iyi bir sanatçı olmak için İrlanda’nın dışına çıkacaktır.
Hikayenin bir bölümünde Mrs. Sinico, Mr. Duffy’e düşüncelerini neden yazmadığını sorduğunda Duffy’nin verdiği cevap İrlanda’nın içinde bulunduğu duruma ışık tutar:
“Niye yazayım? Altmış saniye süreyle bir düşünceyi tutarlı bir biçimde geliştirmeyi beceremeyen laf ebeleriyle yarışmak için mi? Ahlakını polise ve sanatını galeri simsarlarına emanet etmiş budala bir orta sınıfın eleştirilerine kendimi hedef etmek için mi?”
Stendhal, Parma Manastırı ve Bir Tespit
Büyük edebi yapıtlar birçok açıdan okunabilen, fakat her neyi anlatırsa anlatsınlar merkezine ‘insan duygusu’nun yerleştirildiği büyüleyici yapılardır.
Stendhal’in baş yapıtı Parma Manastırı, bir taraftan Fransız tarihindeki büyük bir kırılmayı gösterirken diğer bir taraftan da siyasetin acımasızlık ve mecburiyet gibi birbirine zıt tavırlarını gözler önüne serer. Fakat anlatılan ne olursa olsun biz örnek veya iyi okurlar ilk önce, Parma Manastırı’nı bütün bu anlatılanlardan, onların doğruluk veya yanlışlıklarından dolayı değil, yaşamak denen sanata dokunduğu için severiz.
(Yukarıdaki yazıda Parma Manastırı’nı konuşmak istedim. Fakat aynı duygu etrafında birçok büyük yazar, şair ve eser konuşulabilir. Bunu yaptığımızda değişen içerik, kalan ise ona bütün büyüsünü veren insan olur.)
Bir Ailenin Çöküşü: Buddenbrooklar Üzerine
“Oğlum, gündüzleri işlerini severek yap ki, geceleri rahat uyuyabilelim” sözü bir tüccar ailesinde babanın oğula vereceği en büyük nasihat olmalı.
Bu söz, tüccar bir ailenin çöküşünü hikaye eden Thomas Mann romanı ‘Buddenbrooklar’ın merkezinde durur, romanda birkaç kez tekrarlanarak da okuyucuya kendini hatırlatır. Fakat yüzyılı aşan bir geçmişe sahip -evdeki kocaman aile defterinde her şey kayıtlıdır- Buddenbrook Ailesi veya şirketi, büyük babanın bu hatırlatmasına uyulmadığı için değil, sonraki kuşakların ailenin asıl kimliğinde var olanın düş ile gerçekliğin bir harmanı olduğunu keşfetmeleri ile çöker.
Ailede bir müzisyen yetişmemesine rağmen müziğin, bir edebiyatçı yetişmemesine rağmen yazı sanatının, bir ressam yetişmemesine rağmen de resmin değerinin farkında olan Buddenbrook Ailesi denebilir ki sanatla tüccarlığın, düş ile gerçekliğin arasında sıkışmış bireylerden oluşur, dedenin ve ondan sonra da babanın ticaret hayatında başarılı olmasının altında yatan neden bu gerçeği kavrayamamış olmaları iken; ardından gelen torunların çöküşünün nedeni ise bu gerçeği keşfetmeleridir.
SON
Büyük yazı deyince aklıma ilk gelen, “her büyük metnin bir şekilde birbirine iliştiğidir.” Büyük metinlerin her biri, haberli veya habersiz, birbirine tutunurlar; birbirlerine en uzak görünenleri bile bir şekilde örtüşürler.
Borges’in görkemli kaplanlarının, Marquez’den öğrenmemiz gereken cesaretin, Nerval’in İstanbul’da duyduğu masalın, Flaubert’in gösterdiği kuyumcu titizliğinin, Victor Hugo’nun biz okuru ağlatmayı başaran içtenliğinin, Pamuk’un İstanbul’u bir melankolinin merkezinde ete kemiğe büründürmesinin, Homeros’un kalemindeki eşitliğin vardığı nokta aynı yerdir: Edebiyatın ve hayatın büyülü bahçesi.
- BÜYÜK YAZARLAR VE BÜYÜK ESERLER ÜZERİNE ÖZNEL DUYGULAR - 25 Mayıs 2020