Canhıraş sözler

Eski Datça… 15 Ağustos 1999… Havada CanCaz havası… İzmir’den gelen arkadaşları caz icra ediyor. Sesli Can, tabutun içindeki sessiz Can’a kasetten Cazhıraş şiirler okuyor.

Zaten şiir denen nesne, eski bir an’aneyle, doğan çocuğun/ Kulağına ezan makamıyla isminin üflenmesidir/ Ya da tınlatmaktır içinle için için olan tambur ola ki evreni/ Ve de çınlasın deyuu Neyzen’in neyi/ (görülmemiş hiç neyin çınladığı bu âna dek)” Can Yücel

Önce “ses” ve “söz” dedikodusu yapalım keyfince. Dinlere inanmak gerekirse varlıklar “Ol” emriyle yani “sesle” yaratılmıştır. Bu nedenle “Önce söz vardı”ya işaret eder pek çok din. (“Başlangıç, ritmdi” diyen kimdi unuttum…) Bu tür, teolojik ve mitolojik anlam dünyalarını dilimizin tersiyle itmeden, dünkü çocuk “söz de nereden çıktı, önce ses vardı”, diyerek ortalığı karıştırıp, sesin ve sözün Tanrılardan, Devletlere geçmesi olan “ulus devlet”e sıçrayalım ki Can Yücel’in kulağını cazla çınlatalım.

Dilin, sözcüklerin ve hatta sesin yerleşik düzenine karşı muziphal bir asi olan Can, sözcük icat etmekle kalmaz onlara ses vererek boyut atlatarak Müzikhal bir şiire ulaşır. Aykırı bir “ses”e sahip olan bu şiir, canhavli’yle içine üfleyerek sözcükleri yeni sesine kavuşturur. Bazen tekerleme gibi “tıkır tıkır” ya da rap tarzında “takır tukur” bir akış olarak duyulan, prostatsız bir şarıltı salvosudur bu; protest bir avaz. “Doğaçlama” niteliği gereği “caz şiir” hali. Cazband varsa, tek kişilik Cazband şiiri de vardır. Ağzı sıkı bir şairden ve arkadan dolanan bir şiirden söz etmiyoruz. İlk ve son tahlilde “dan” diye söyler Can. Ece Ayhan’ın İkinci Yeni’yi “sıkı şiir” olarak güzellemesine “ağzı sıkı şiir” diyerek kinaye yapar. Pek çok şiirinin ilk haliyle yürürlüğe girmesi “çalakalem”, kendisi de “çalakelam” olarak görülemez. “Çatal matal kaç çataldım kimbilir/ Bin dereden bir kendimi getirdim” diyen Can’da şiir bir anda patlar; yazar ve atar dünyanın ortasına. Nişancıdır ama bu “nişancılık” avcıların gez-göz-arpacık güzergahından farklıdır. Sözün burasında Can, “Av” şiirini başlasın çalmaya:

“Balıkların kaç kulaçtan/ Neyle tutulacağı balıkçılardan sorulur/ Hangi mesinayla, ağla, ırıpla, trole/ Ama bir şiirin oltası vardır da/ Yoktur da… başlangıcını bilmezsen…/ Dibi bilmek gerek dili bilmek gerek!/ Yemi bileceksin yâni/ Ve nişana nişanlayacaksın oltayı!”

O’nun şiirlerindeki “Cazhıraş”lık, şiirin sokak çocuğu sokağın şiir çocuğu olarak hayatın sesine yakın olmakla da ilgilidir. Çünkü sokaklar, şiir, aşk ve devrim devletin ve Tanrılar’ın tersidir. O “ters nefeste” bekleyen “terspektif” sahibidir. Papirüs’te yayınlanan “Sav” adlı şiirindeki “Birey broyy olunca” dizesi de sessel ve anlamsal çağrışımlarla yüklü bir avazdır. Ney’i, klarneti, saksafonu ve trombeti tersinden üfler. Makam, vezin, kafiye karşıtı “atonal müzik/şiir…” Miles Davis, Charlie Parker, Louis Armstrong  Neyzen Tevfik, Ercüment Batanay vb. yakın arkadaşıdır.“Ünlü hocaların ters öğrencisi” diye boşuna yazmamıştır gizli Kürt Cemal Süreya

13939466_10153994979724032_2883131419131875776_n

(“Tramvay ihtiyarı duraklarında bekleye bekleye/ İhtiyarlamış bir komünist olarak/ Gitardan çıkan tın sesleri/ Beni yeniden adam edecektir/ Havada havva olan bir adem/ Ve yaklaşırken bütün güzellikleri baharla birlikte/ Arkadaşlarım olan cazcılar/ Elbette bulacaklar bir acıbadem/ Ve biz yaşamayı yeniden kuracağız/ Bu zıkkım denilen ritim/ Ve stringtin/ Hepimiz yaşamaktaki inkılap içinde değiliz/ Yaşasın cazın getirdiği devrim.”)

O’nun, kendini sığdırdığı “uygunsuz” sözcüğü bizim/bijim mahallenin çocuklarını da açıklar. İçimizden geçirip söyleyemediklerimizi bizim yerimize çat kapı söyleyerek ezber bozar. Aksi ve asi bilincimiz olduğu kadar, bilinçaltımızdır. Sözcükleri imge hızıyla çekmekte, cümleleri düş hızıyla koşturmakta ve imgelerin ipini devlete bağlamadan göğüslemekte üstüne yoktur. O, bizim/bijim mahallenin çocukları için “şarabi eşkıyalar” demişti biz onun için “rakışıklı aşkıya” diyebiliriz. İsmin beş haline, notalı ses düzenine, insanın devlet haline esastan ve usulden itirazdır. Serseriliği caz’a dahildir, çünkü dünyayı yorumlamanın ve değiştirmenin serserisi olmaktır şiir…

(“Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir, pat diye gelir o, ya bir Afrika menekşesini, ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık. Baudelaire öyle demiş ya: ‘Esin dediğin gelmesine nasıl olsa gelir, güçlük onu sepetlemektedir…’ Bekleyen belâsını da, mevlâsını da bulur, demişler, Şiir ki hem belâdır, hem mevlâ, o halde beklemeyi bileceksiniz! Yalnız, beklediğinizi çaktırmadan… Sözgelimi; Taksim Meydanı’nın (eskiden ama) ordaki saatin altında sevgilinizi bekler gibi, ortada dolana dolana, ıslık çala çal… hava alıyormuşsunuz sanki… Saatler saati beklersiniz, gelmez kâfir… Ne yapalım, bu sefer olmadı, bi daha sefere…”)

Dilin Piri Reisi’dir… Ütüsüz sözcüklerle yazar ve konuşur. Caz ütüsüz seslerin siyah curcunasıysa Can; yerçekimsiz ve gökçekimsiz “nedensiz” ve “sonuçsuz” sökün eden ses ve anlam curnatasıdır… “Bir naraydım kimse bilmez nereden/ Ya yakından ya uçmaktan gelirdim/ belkim ince belkim kalın bir sestim/ belkilerin kol gezdiği saatta/ belkim belki bile değildim”” dediğince NARistanlı bir çığlık. Ki bu çığlık, yayınlanmamış şu dizelerindeki gibi devrim kahkahadır onda: “Toplu ve toplumca atılan/ Bir kahkahanın/ Yıkamayacağı düzen belki/ Düzensizlik yoktur…” O’nun narasının caz olarak bir şakıma olduğu meselesine Nietzsche’den de delil bulmak mümkün: “Bütün sözcükler ağır olanlar için yaratılmamış mıdır? Hafif olana tüm sözcükler yalan söylemezler mi? Şakı! Artık sana konuşmak yakışmaz!” Sözün burasında, dil ve ülke sürgünü Cemal Süreya’nın “Kim var bu ‘uykuda ağır düşte hafif adamdan’ daha dobra” cümlesi de geçsin zapta...

Eski Datça… 15 Ağustos 1999… Havada CanCaz havası… İzmir’den gelen arkadaşları caz icra ediyor. Sesli Can, tabutun içindeki sessiz Can’a kasetten Cazhıraş şiirler okuyor. Yalınayak kadın ve erkek köylüler toprak kâselerde şarap içip zeybek oynuyor. Kafkaesk bir atmosfer. Tarihin, siyasetin ve şiirin itirazı, doğanın emriyle onu doğaya yatıya bırakıp dönüyoruz. Kızı Su’dan torunu sekiz yaşlarındaki Alibey’in ninesi Güler’e sorduğu soru ezberimizi bozuyor: “Dedemi nereye ektiniz?”

O gün bu gün zihnimizde çınlayan bu caz, blues sorunun cevabını bulmak için, şiirlerinde Cankolojik bir kazı yapmak gerekiyor. Cankolik olduğu kadar Cazkolik bir şair olan sürekli teşbih çeken O, yanlış yaşayan ve yaşlanan dünyalıların kulağına eğilip söyler diyordur sanki:

Can’da peşrev olmaz, ne çıkarsa caz…

Caz’da peşrev olmaz ne çıkarsa Can…

Sezai Sarıoğlu
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

5 Kitapla Bertolt Brecht’i Anmak

Read Next

Boratav’ın Ailesi

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *