Cinayet Sanatı

Peter Ackroyd’un kaleme aldığı Cinayet Sanatı isimli polisiye roman Yapı Kredi Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

1880 yılı, Londra’nın yoğun sisli, tekinsiz sokakları… Kurbanlarının parçaladığı bedenleriyle yarattığı sanatsal kompozisyonlarla mitolojik bir mertebeye erişen bir seri katil, yarattığı korku dalgasından beslenerek büyür.

Bu tek kişilik gösteriyi izleyen her Londralı sıradaki kurbanın kendisi olabileceğinin bilincindedir. Korkuya karışan haz, gösterinin heyecanını daha da artırır.

Tiyatro salonlarının ve sanatçıların merkezinde olduğu, Karl Marx gibi tarihi kişiliklerin cinayet şüphelisi olarak ifade vererek kurguya katıldıkları hikâye, kocasını öldüren Elizabeth Cree’nin asılmasıyla başlar. Elizabeth gerçekten suçlu mudur? Belki de sakladığı sır, merhum kocasının günlüğünde gizlidir: “Güzel, güneşli bir gündü ve ben bir cinayetin yaklaşmakta olduğunu hissedebiliyordum.”

Ackroyd Cinayet Sanatı’nda -tıpkı Dostoyevski’nin St. Petersburg’u, James Joyce’un Dublin’i ve Orhan Pamuk’un istanbul’u kullanması gibi- kurgusunun arka planına çok iyi bildiği ve ilmek ilmek işleyerek anlatmaktan keyif aldığı Londra’yı yerleştiriyor. Bu bağlamda roman, heyecan verici bir seri katil hikâyesini akıcı bir dille vermenin yanısıra Victoria dönemi Londrası’nın yaşam koşulları hakkında da belgesel izleniyormuş hissi veren ayrıntılara yer veriyor.

İdam sahnesiyle açılan roman başka bir idam sahnesiyle biter. Bu simetrik sahneler cinayet ile sanat ve yaşam ile ölüm arasındaki gerilimi acımasız bir çerçeve içine alır.

  • Cinayet Sanatı
  • Yazar: Peter Ackroyd
  • Çeviren: Burçin Karamercan
  • Türü: Polisiye
  • Basım Tarihi: Haziran 2016
  • Sayfa Sayısı: 240 Sayfa
  • Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Yapı Kredi Yayınları etiketiyle yayınlanan Cinayet Sanatı’ndan tadımlık bir bölüm…

Bir
6 Nisan 1881 günü Camberwell Hapishanesinin duvarları arasında bir kadın asılacaktı. Tören, her zaman olduğu gibi saat sekizde başlayacaktı. Şafaktan hemen sonra tüm mahkûmlar bir ayin yaparcasına çığlık çığlığa bağırmaya başladılar. Hapishanenin küçük kilisesinde ölüm çanı çaldığında, mahkûm kadın hücresinden çıkartılarak içlerinde hapishane müdürü, hapishane papazı, hapishane doktoru, bir gece önce günah çıkarttığı Katolik papaz, avukatı ve içişleri bakanlığı tarafından görevlendirilmiş iki tanığın da bulunduğu alaya katıldı. Darağacının dikildiği bahçede, ahşap bir kulübenin içinde de cellat onları bekliyordu – bundan yalnızca birkaç yıl önce olsaydı, kadın Newgate Hapishanesi’nin duvarlarının dışında, bütün gece boyunca idamı izlemek üzere oraya akın eden büyük bir kalabalığın önünde asılabilirdi: Ancak 1868’de çıkarılan yasa, insanları böyle büyük bir gösteriyi izleme şansından yoksun bırakmıştı. O yüzden de mahkûm kadın, bir Orta-Victoria dönemi kapalılığı içinde, iki gün önce darağacını diken işçilerin ter kokularının sindiği bu tahta barakada ölmek durumundaydı. Yaşanan dramatik sahnenin tek simgesi olan tabutsa bahçede öyle stratejik bir noktaya yerleştirilmişti ki, kadın asılmaya giderken tam önünden geçecekti.

Ölüm fermanı okunurken, kadının okunanlara hararetle katılmakta olduğu fark edildi. İdam mahkûmlarının bu acı anda genellikle hiç ses çıkarmamaları beklenirdi, ancak o başını kaldırdı ve çatıdaki camın ardından görülen sisli havaya bakarak ruhunun kurtuluşu için yüksek sesle yalvardı. Geleneksel ruhani konuşmalar sona erip de, kadın ahşap yükseltinin üstüne tırmanırken, cellat arkasında duruyor ve kaba dokunmuş kumaştan elbiseyi ona giydirmeye hazırlanıyordu. Ama o, başını arkaya atarak bunu reddetti. Elleri zaten kösele iplerle arkadan bağlıydı. Aşağıdaki resmi tanıklara bakarken, ip boynuna geçirildi (cellat, mahkûmun boyunu ve kilosunu tam tamına ölçtüğü için darağacının ipini ona göre ayarlamıştı). İpi çekilmeden önce yalnızca bir kere konuştu ve altındaki ahşap kapak açıldı. “İşte yeniden buradayız!”dedi. Düştüğünde gözleri hâlâ onların üzerindeydi. İsmi Elizabeth Cree idi. Otuz bir yaşındaydı.

Ruhunu teslim ederken üzerinde önlük ya da gecelik benzeri beyaz bir şey vardı. İdamların halka açık olduğu günlerde, ölenin üzerindeki elbisenin yırtılması ve parçaların bir tür anı ya da uğur olarak izleyen kalabalığa satılması âdettendi. Ama şimdi insanları bir takım özel eşyaları kendilerine saklama hevesi sardığı için, beyaz gecelik, asılan kadının bedeninden büyük bir özenle çıkarılmıştı. Aynı gün ilerleyen saatlerde, Hapishane Müdürü Bay Stephens elbiseyi, bürosuna gelen kadın gardiyandan, tek bir kelime etme gereği bile duymadan aldı. Ceset hakkında bir şeyler sorma ihtiyacı da duymadı. Cesedin, katillerde var olabilecek anormallik belirtilerini, beyinlerini inceleyerek ortaya çıkarmakta uzmanlaşmış olan Limehouse Masası’nın cerrahına gönderilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştı. Gardiyan kapıyı arkasından kapatır kapatmaz, Bay Stephens beyaz geceliği iyice katladı ve masasının arkasında duran Gladstone tipi çantasına yerleştirdi. Aynı gece, Hornsey Rise’daki küçük evinde elbiseyi dikkatlice çantasından çıkardı, havaya kaldırdı ve üzerine giydi. Üzerinde başka hiçbir şey yoktu ve asılan kadının geceliğiyle, içini çekerek halının üstüne uzandı.

İki
Limehouse Golemi’nin hikâyesini hatırlayan kalmış mıdır ya da o mitolojik yaratığın tarihçesini anlatanları artık kim umursar? ‘Golem’, büyücüler ya da hahamlar tarafından yaratıldığı düşünülen efsanevi yaratık için kullanılan ortaçağa ait bir Yahudi sözcüğü: Gerçekte ‘şekilsiz bir varlık’ anlamına geliyor ve yarattığı korku, belki de on beşinci yüzyılda Hamburg ve Moskova’daki laboratuvarlarda biçimlendirildiği düşünülen ‘homunculus’ ile aynı kökene dayanıyor. Zaman zaman, bu dehşet verici varlığın kırmızı kilden ya da kumdan yapıldığı söylenirdi ve on sekizinci yüzyıldaki kana susamış hayaletler ve ifritlerle aynı kefeye konurdu. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında nasıl yeniden hayat bulduğunun ve ortaçağdakine benzer bir dehşet ve gerilim yarattığının sırrı, Londra’nın geçmişine ait arşivlerde bulunabilir.
İlk cinayet 10 Eylül 1880’de Limehouse Reach’te meydana geldi: Burası, adından da anlaşılacağı üzere, yoksul evlerin bulunduğu bir yoldan başlayıp, Thames kıyısındaki taş merdivenlere uzanan eski bir caddeydi. Yüzyıllar boyu, kıyıya demirleyen küçük teknelerin yüklerinin rahatlıkla boşaltılabilmesi için hamallar tarafından kullanılmış bir bölgeydi, ama 1830’larda, limanın geliştirilmesi sırasında, çamurlu kıyılarıyla ıssızlığa terk edilmişti. Nem ve eski taş kokuyordu, ancak daha yabancı ve derbeder bir koku daha vardı ki, bölgede yaşayanlardan biri bunu, son derece yerinde olarak, ‘ölü ayak’ kokusu olarak tanımlıyordu. Jane Quig’in cesedi, bir eylül günü sabahın ilk ışıklarıyla birlikte burada bulunmuştu. Eski merdivenlerin üzerine üç parça halinde bırakılmıştı. Kafası en üstteki basamaktaydı, gövdesi hemen onun altına konulmuş, gülünç bir şekilde insan biçimi verilmeye çalışılmıştı. İç organlarının bazıları da nehir kıyısındaki tahta bir kazığa geçirilmişti. Müşterilerini bu bölgenin denizcileri arasından seçen bir fahişeydi ve yirmili yaşlarının başında olmasına karşın komşuları tarafından ‘Eski Kaşar’ diye anılıyordu. Tabii ki halk, Daily News ve Morning Advertiser gazetelerindeki iğrenç haberlerle de ateşlenerek, ‘insan şeklindeki bir ifrit’in işbaşında olduğuna inanmıştı ki bu görüş, altı gece sonra, aynı yerde işlenen bir başka cinayetle daha da güçlendi.

Limehouse’un Yahudi bölgesi caddenin öte yanındaki üç sokağı da içine alıyordu. Burası hem orada yaşayanlar hem de çevredekilerce ‘Eski Kudüs’ olarak bilinirdi. Burada, Scofield Sokağı’nda bulunan kiralık evde Solomon Weil adında yaşlı bir bilim adamı yaşar, en üst kattaki iki odasında bulunan ‘Hasidic Lore’* elyazmaları ve ciltlerini her sabah British Museum’un okuma odasına taşırdı. Oraya her sabah mutlaka yürüyerek giderdi. Evden saat sekizde ayrılır ve Great Russell Sokağı’na saat dokuzda varırdı. 17 Eylül sabahı, her nedense odasından çıkmadı. Hıfzıssıhha ve Şehircilik Komisyonu’nda memur olarak çalışan alt kat komşusu kaygılanarak kapıyı çaldı, ama yanıt alamadı. Solomon Weil’ın hastalanmış olabileceği düşüncesiyle odaya girme cüretini gösterdi ve anlatılması güç bir kargaşa ile karşılaştığında da, “Vay canına! İyi iş!” diye bir çığlık attı. Ancak bir süre sonra aslında burada hiç de iyi şeyler olmadığını tüm çıplaklığıyla gördü. Yaşlı bilim adamı olabilecek en tuhaf şekilde parçalanmıştı: Burnu kesilip küçük bir madeni tabağa konulmuş, penisi ve testisleri ise büyük olasılıkla acımasızca saldırıya uğradığı sırada okumakta olduğu kitabın açık olan sayfasının üzerine bırakılmıştı. Ya da, katil acaba kendi isteklerinin bir ipucu olarak mı o cildi ortada bırakmıştı? ‘H’ Masası’nda çalışan polis dedektiflerinin kesin bir biçimde belirttiğine göre, parçalanmış olan penis, ‘golem’e başlangıç bölümünün üzerini süslüyordu ve bu kelime birkaç saat içinde bütün Eski Kudüs ve çevresinde fısıldanır hale gelmişti.

İki gün sonra Limehouse’ta işlenen başka bir cinayetle ilgili detaylar, şeytani bir ruhun varlığı gerçeğini daha da kuvvetlendirdi. Alice Stanton adında bir fahişenin cesedi, St. Anne Kilisesi’nin önündeki küçük beyaz piramide dayanmış olarak bulunmuştu. Kadının boynu kırılmış ve kafası öyle anormal bir biçimde dönmüştü ki, sanki kilisenin hemen arkasında bir yere bakıyor gibiydi. Dili kesilmiş ve vajinasına sokulmuştu, ayrıca bedeni de dokuz gün önceki Jane Quig cinayetine benzer biçimde paramparçaydı. Piramidin üstüne kadının kanıyla ‘golem’ yazılmıştı.

Daha şimdiden Londra’nın Doğu Yakası’nda yaşayan herkes bu bir dizi tuhaf cinayet yüzünden büyük dehşete kapılmıştı. Gazeteler, içinde ‘Golem’ ya da ‘Limehouse’un Golemi, geçen birçok haber yayınlıyor, bazı ayrıntıları abartıyor ya da uydurdukları senaryolarla, zaten yeterince tüyler ürpertici olan gerçekleri daha da korkunç hale getiriyorlardı. Örneğin, ‘Golem’in ‘öfkeli bir kalabalık’ tarafından kovalandıktan sonra Hayley Sokağı’ndaki fırının duvarında ‘yok olduğunu’ acaba Morning Advertiser gazetesinin muhabiri mi uydurmuştu? Ama belki de, bu başmakaledeki anlatılanlar uydurma değildi, çünkü yayınlanır yayınlanmaz Limehouse’ta yaşayanlardan bazıları yaratığı kovalayan ve onun kaybolduğunu gören kalabalık içinde bulunduğunu onaylamıştı. Limehouse Reach’te yaşayan yaşlı bir kadın ‘saydam bir beyefendinin’ suyun kenarında hızla hareket ettiğini gördüğüne yemin ederken, işsiz bir mum imalatçısı da Gazette gazetesi aracılığıyla, bir şeyin Limehouse Basin’in üstüne doğru havalandığını gördüğünü duyurdu. Böylelikle, en son ve en korkunç cinayet henüz işlenmemişken, Golem efsanesi doğdu. Alice Stanton’ın St. Anne’de öldürülmesinden dört gün sonra, bir aile Ratcliffe Highway yakınlarındaki evlerinde katledilmiş olarak bulundu.

Peki bütün bunlar olurken polis neler yapıyordu? Onlar olağan işlemlerini sürdürmekteydiler. Özel yetiştirilmiş tazılarıyla cinayet zanlılarının izini bulmaya çalışıyor, Limehouse’u kapı kapı dolaşarak ayrıntılı araştırmalar yapıyorlardı. Bölümdeki cerrah her vakaya çağrılıyor, öldürülenlerden kalan her parça analiz ediliyordu. Otopsi incelemeleri ise karakolda benzerine az rastlanır ayrıntılı bir çalışma ile yürütülüyordu. Bazı şüpheliler sıkı bir sorgulamaya alındılarsa da, Golem hiçbir zaman insan biçiminde görülmemiş olduğu için, aleyhlerindeki delillerin sözünü etmeye bile değmezdi. Bu durumda hiç kimse suçlanamadı, dolayısıyla da ‘H’ Masası, en amansız gazete eleştirmenlerinin hedef tahtası haline geldi. Hatta Illustrated Sun gazetesinde bu vakayla ilgilenen yüksek rütbeli memura saldıran bir şiir bile yayınlandı:
Başmüfettiş Kildare
Yakalayamaz koca bir ayıyı bile,
Golem’i bulacaktı hesapta
Havasını aldı akşamına

Turgay Özçelik
Takip Edin
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Çocuklar Saftirik Greg’i Neden Okuyor?

Read Next

Bok Yoluna Gitmek

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *