
Yerli romanlarda, toplumun geleneksel yaşamına dair fazlaca kesit buluruz. Burada da geleneksellik ve toplumsal yaşamdaki iyi ya da kötü gerçeklikler, zaman zaman eleştirel şekilde yansıtılıyor.
Kendi kuyusuna gömülmüş, kendi depreminde yerle bir olmuşlarla, yeni yıkıntılara gebelerin sığınağı Çukur, görünür olanla görünmeyeni, iyilikle kötülüğü, yıkılmakla tekrar ayağa kalkmayı iç içe betimliyor.
İnsanın insanla, insanın kendiyle ve en nihayetinde insanın Tanrıyla hesaplaşmasının oyduğu ‘Çukur’dur. Depremdir; her yıkıntının ardından dağılan parçalarını toplatır ve yeni depremlere götürür insanı. Göçtür; cevapsız soruların ardından çekip de dünyanın öbür ucuna gitmeye çalışırken kendinden öteye bir adım atamamaktır. Dağdır; def edilen belalar döne dolaşa eteklerine varmıştır.
Kendi çukurunun içinde debelenip durur Elmas, insan taşırken içinde. Bir bebek gelecektir yakında, ne bebek! Ne babası bellidir, ne nefes alıp vereceği, bir mucize midir yoksa bir bela çiçeği mi?
Celal’e kalırsa onu yerin dibine sokan bir piçten başka bir şey değildir, sokakta her girdiği kahvede, her selamlaştığı insanda ‘biliriz senden değil bu piç, sakın babasıyım diye böbürlenmeyesin’leri işittiğini sanır. Altıparmak’ta herkes bilir ki, Celal’den değildir bu çocuk, ‘erkekliğine’ zeval getirmiştir belki bu yüzden. Çünkü erkeklik en önce sahiplik – aitlik katı kuralıyla donanmıştır.
Çocuk Elmas’ın rahmine düştüğünden beri Altıparmak’ı bir bela havası almıştır. Babasızlığın belasıyla gelmektedir bebek. Bundan böyle Elmas’a yük gelir karnındaki. Bu düşünce zihninin içinde dönüp dolaşır ancak bir karanlık kaplar Elmas’ın yüreğini. Allah’ın mucizesi bellemek ister, buna inanmak, inandırmak. Kimdendir bu çocuk? Aydandır der, ‘aybabalıdır benim bebem.’
‘Savaşın gürültüsü kesildi kesileli, her yeni mevsim gönülsüz ve geç geliyordu eskisi kadar sessiz Çukur’a. Bebek de öyle gelmişti, Mikail dedi adına anası. Aydı yüzü, ay parçası Mikail. Ama uğursuzluğundan bir şey kaybetmemişti Altıparmak’a kalırsa. Sonra Üzeyir dediler adına, bir başka zaman Cebrail. Annesi Elmas, bebeğini, onu kuyulardan çıkaran sağlam bir ip, yıkıntılarını süpüren, parçalarını birleştiren bir mucize olarak görmüştü. Fakat Mikail, Elmas’ı ne kadar bütünlemişse Celal’i o kadar yalnızlaştırmıştı. Uğursuz da deseler adına, ‘Elmas’ın sarılacak bir piçi vardı. Celal kime sarılacaktı?’
Bu bebek sürekli oluş ve gelişim halinin tezahürü olan bir karakteri betimliyor esasında. Bu sebeple, bebeğin doğumundan büyümesine kadar geçen süreç içindeki olay örgüsünün ‘diyalektik’ i işaret ettiğini söyleyebiliriz.
Kitabın belki de hafızaya en çok kazınanı; İbrahim’in sık sık Tanrı ile hesaplaştığı bölümler. İbrahim peygamberin yansımasını taşıyan, diğer yandan şair niteliği ön plana çıkan, kendini bulma arayışındaki İbrahim imam, belki Tanrıya bu kadar yakınken bu hakka sahip olduğunu düşünmektedir. Ya da ulaşmaya çalıştıkça kaçtığını fark etmek ve bunun insana verdiği tuhaf bir bağlılık hissiyle birlikte, onu yerme gücü. İnsanın insanla ilişkisini insanın Tanrıyla ilişkisinden bağımsız tutabilir miydi?
Kitapta Spinoza felsefesine de bazı bölümlerde vurgu yapılmıştır. Natura naturans ile natura naturata arasındaki bağlayıcı ilişki, hikaye içindeki hesaplaşmaların temelini oluşturan unsurlardan biri halindedir.
‘Yakılmış şiirler kadar yazılmamış şiirler de yüktü insana.’
Bir satır olur, tek bir cümlenin sayfalarca anlama gelen soğukluğuyla karşı karşıya getirir bizi Çukur. ‘Şimdi benim bir han avlusunda hiç bitmeyecek umutsuz kavgam’ diyen Metin Altıok’u hatırlatır belki yakılmış şiirler, İbrahim’in ve tüm kayıpların zihninde dolanıp çıkış yolu ararken sanki kader yazgısı olacaklardır yazılmamışlar ise.
Hikayenin bir nevi ‘sığınmak’ teması üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Kötü iyiye, nefret aşka, korku hırsa sığınır. Karakterlerin arasındaki hem dost hem düşmanca ilişkiler ve her birinin kendi içindeki cevapsız soruları, kendileriyle baş başa kaldıklarında yarattıkları distopyaları, hatta aynı zamanda bir arada iken de açığa çıkan distopyaları, kitabı zaman zaman iyi kurgulanmış bir film haline getirir. Bu sebeple tasvirlerin ve dilin oldukça başarılı olduğu bir roman ‘Çukur’
Yerli romanlarda, toplumun geleneksel yaşamına dair fazlaca kesit buluruz. Burada da geleneksellik ve toplumsal yaşamdaki iyi ya da kötü gerçeklikler, zaman zaman eleştirel şekilde yansıtılıyor. Bir mahallede yaşanan olaylar, insanların hayatlarına dair müdahaleler, toplum baskısı, din, aile ya da ‘namus’ kavramı, hikayeyi parçalardan bütüne götüren yolun taşlarını oluşturuyor.
Romanın temelini oluşturan ögelerden biri de dini imgeler. Özellikle Kuran’dan alıntıların yapıldığı kitapta, hemen hemen her karşılaşma içinde bu etkileri net olarak görüyoruz. Dini; bir kaçış noktası, bir sığınma kabini ya da bir pusula olarak belleyebiliriz karakterleri tanıdıkça.
Kıbleye dönük yüzünde çöllerde susuz kalmış, sürgün, işiten bir İsmail vardı. Çocuğun ayağının altında yükseldiği taş vardı. Aynı taştan hicret yükselen Muhammet, Davud’a görünen Rab, oğlunu kurbanlığa yatırmış İbrahim vardı. Aynı taşın çevresinde oğlunu çarmıha çakmış dolaştıran Rab vardı. Aynı taşın üzerinde bir mabet vardı, duvarına asılı olan şiirler vardı.
Yeni çıkanlar arasında tercih edilebilecek birkaç ‘çok iyi kitap’ tan biri Çukur. Ancak okuyup bizzat karar vermeniz gereken bir nokta var:
Derin boşluklar içinde yaşayan insanların, sona yaklaşma kaygısıyla umutsuzluğa daha sıkı tutunma çabası mı, yoksa her şeyi göz alıp çıktıkları bir umut yolculuğu mu Çukur?
![]()
|
- Gergedan, Büyük Küfür Kitabı - 4 Mart 2019
- Saramago’dan eşsiz bir yolculuk hikayesi: Filin Yolculuğu - 18 Temmuz 2018
- Çölün kıyısı, var olmanın müthiş ağırlığı: Yedi Taş - 19 Mart 2018
FACEBOOK YORUMLARI