Öykülerinde fantastik unsurlara yer veren ve etkili üslubuyla çağdaşları arasında sıyrılan Tarsus ile sanata, edebiyata bakışını ve öykü kitaplarını konuştuk.
Ozo Ozo Çokta, Babam Bir Astronot ve Ayrıkotu kitaplarının ardından İt Gözü adlı öykü kitabıyla Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü alan Deniz Tarsus genç yaşında farklı sanat disiplinlerinde gösterdiği başarı ile dikkat çekiyor. Öykülerinde fantastik unsurlara yer veren ve etkili üslubuyla çağdaşları arasında sıyrılan Tarsus ile sanata, edebiyata bakışını ve öykü kitaplarını konuştuk.
Hem sinema hem edebiyat ile ilgileniyorsunuz. Öncelikle genç bir kadın olarak bu ülkede bir sanat dalıyla uğraşmak, üretmek sizin için ne ifade ediyor?
Kadın-erkek ayırmadan konuşmayı tercih ederim, herhangi biri olarak bu ülkede kafa yorarak, emek sarf ederek bir üretimde bulunmak zaman kaybı olarak görülüyor. Babam, “Kızım sinema okudu,” dediğinde, “Yapacak bir şey yok,” cevabını aldığını biliyorum. Genel algımız böyle olunca elbette bütün üretim aşamaları yavaşlıyor. Çünkü etrafımda gördüğüm, üreten insanların hepsi, içinde yaşadığı topluluğun, ya da daha da genişletelim, toplumun yaptığı üretime bakış açısına göre yeni refleksler geliştiriyor. Üretilen şey her neyse, “İçinde bulunduğum topluluğun düşünceleri, tepkisi beni asla etkisi altına alamaz,” diyen yalan söyler. Ben de her anlamda zorlanıyorum, ama çok şanslıyım, ailem beni hep destekledi. Eskiden çabuk küsen vazgeçen biriydim, ama değiştiğimi hissediyorum. Engeller sürekli önümde, çözdükçe yenisine tosluyorum. Ancak sanırım beni bu ülkede bu kadar heyecanlandıran ve motive eden şey de sürekli karşıma dikilen problemler. Yakınmayacağım, iyi ki varlar, güçlendiğimi hissediyorum.
İt Gözü öykü kitabınızla Gio Ödülü’nü ve Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü aldınız. Ödül almak sizin için ne ifade ediyor? Bir nevi ürettiklerinizin desteklendiğini düşünüyormusunuz? Sonrasında size ne katkısı oldu bu ödüllerin?
Türkiye’de ödülün değeri büyük. Her ödülde belli önemli bir zümre tarafından kabul gördüğüm için büyük bir hevesle çalışmalara geri oturduğumu biliyorum. Zaten sanırım en büyük getirisi bu olmalı ödül dediğimiz şeyin. Fakat bir yandan da aldığın takdiri çok büyütmeyip akılda bir baskı yaratmasını da engellemek gerekiyor. Garip bir denge, eğer içimde çok fazla büyütsembu sefer de sonraki üretimde olumsuz etkisi olacaktır gibi geliyor bana. Ben şu an tam olarak nötr bir noktada durmaya çabalıyorum. Hayatta her şeye karşı hatta. İt Gözü kıymetli insanlar tarafından takdir gördü, her aklıma geldiğinde gülümsemeden edemiyorum, ama bu sadece bir takdir, daha iyisi için devam et Deniz, diyorum hep. Umarım daha iyilerini ortaya çıkarabilirim.
OzoOzoÇakta, İt Gözü, Ayrıkotu adında üç öykü kitabınız bir de Babam Bir Astronat çocuk kitabınız var. Yazımınızda genel özelliğiniz anlatımınızın çok sinematografik olması. Birbirini besleyen iki sanat dalında çalışmak nasıl bir mesele? Örneğin yazarken bunun filmi olur diyormusunuz?
Elbette, yazarken, “Ahh param olsa ve çeksem,” dediğim öyküler oldu. Bazı öyküleri çalıştıktan sonra, izlemek isterdim, dediğim oluyor. Fakat genellikle fantastik öyküler olduğu için çok ciddi post prodüksiyon aşamasını da içinde barındırıyor. Ama bir öykü var, dayanamadım, senaryosuna çalıştım. Belki bir gün çekerim.
OzoOzoÇakta ilk ve biraz iddalı bir öykü kitabı. Mitolojik kahramanlara, hikâyelerin hep büyülü taraflarına dokunmuşsunuz ama her daim bugünün içerisinde kahramanlarınız. Olasıklardan sıkıldığınız bir dünyanın içerisinde yaşıyormuşsunuz gibi hissettiriyor okuruna. Yeryüzünde bazı anlarda her şeyin bir anda değişebileceğine dair bir his içerisinde dolanıyor gibisiniz. Böyle yazarlar karşısında ben ister istemez baktığıyla gördüğü arasında nasıl bir bağ kuruyor diye düşünüyorum. Baktığınız, gördüğünüz ve hatta yaşadığınız dünya arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
Bilmem, nasıl bağ kurduğumu hiç düşünmemiştim, güzel soru için teşekkür ederim. Ama şunu çok net söyleyebilirim ki, annem ben küçükken çok zorlandı, hatırlıyorum. Epey savaş verdi bu konuyla ilgili. Bazen çok yorulduğumu hissediyorum. Okuduklarım, izlediklerim hep benimle. Bir yandan bu atmosferde meydana gelen olayları, insanları sürekli takip etmeye çalışıyorum. Yaşadığım dünya, yaşanmış tarih hepsi önümde. Yaşamak hakkındaki her şeye, neden burada olmamız ya da olmamamız gerektiğini açıklayacak verilere sahibiz aslında. Sadece ne kadarını görmek istiyoruz, ben bu sorularla birlikte bağ kuruyorum sanırım.
Ardından Ayrıkotu kitabınız geldi. İki bölümden oluşan öykülerinizde ilk bölümünde insanlar ve seyahatler söz konusu bir gezgini “sıradan” insanların içerisine gönderiyorsunuz, gözlemlerini anlattırıyorsunuz. İkinci bölümde hayvanlar âlemine geçiyorsunuz. İnsanın kendinden geçmesine ve hayvanlara verdiğimiz zararlara yöneliyorsunuz. Kavramlar, yargılamalar, ahkâmlar çıkıyor karşımıza. Bugüne baktığınızda da toplumsal olarak aynı tarafta olan insanların bile bir anda birbirlerini harcadıklarını görüyoruz. Aynı zamanda bir arayış var. Tekrar yaşadığımız güne ve coğrafyaya dönecek olursak. Siz bütün bu olup bitenleri insanlara sirayet eden yargıları nasıl değerlendiriyorsunuz.
Kültürüne çok çok az aşina olduğum bir toplumla ilk defa tanıştığım zaman gözlemlemeye başladığımda ciddi şekilde keyif almıştım. Sen yabancı olansın, bu yüzden hiçbir davranışın o topluluğun yargısına dahil edilmiyor. Sen onların fikirlerine, onlar da sana saygıyla yaklaşıyor. Ancak o toplumun bir parçasıysan yargılar seni içine çekip öğütmeye başlıyor. Sonra bir şekilde Kaşgarlı Mahmut’u araştırmaya başladığımı hatırlıyorum. Ne kadar garip ve esrarengiz bir adam olduğunu, çok uzun süre gezip araştırma yaptığını okudum. Yazdıklarını, içeriğini inceledim. O dönem içinde yaşayan biri için toplumları gözlemleme ihtiyacı duymak ve sadece bunun için ciddi mesafeler katetmek başka bir bakış gerektiriyordu. Bütün bunları bir araya getirip çalışmaya başlamıştım Ayrıkotu’na. Şu gün için söyleyebileceğim taraf tutanların fikirlerini okumaktan yoruldum. Sanki uzun zamandır bir tenis maçının izleyicisiyim ve boynumu sağa sola çevirmekten gövdemi zedelemişim gibi bir ağrı hissediyorum. Tarafını tuttuğu topluluğa bu kadar sıkı sıkıya bağlı olmak, ciddi bir yalnızlık gerektiriyor olmalı. Temas ettiği topluluğa dahil olup, ”Oh! Ben de bir yere aitim sonunda,” deme ihtiyacı. Bu denizi göle çeviriyor, akıntı olmayınca da yosunlanma başlıyor. Herkes çok sinirli, sürekli yeni bir şey oluyor ve gündelik yaşamı, duygularımızı, dengemizi, ne kadar olumsuz etkiliyor, hesabı yok. Bir kere her gün ölüm tehdidiyle evden çıkıp işe gidiyoruz. Bu nasıl bir psikolojiyi beraberinde getirir, sinir, endişe, nefret. Bu saydıklarımın hepsi de uç duygular. Sanırım beni en çok korkutan uçta yaşanan duygu durumu. Hissedilen duygu, biriktirilen bilgiye ve ürettiği düşünceye etki eder çoğunlukla. Bunu engelleyebilen insana aydın diyoruz ve gerçekten çok azlar. Eğer ülkenin endişesi, taraf edinme, nefret birikimi biraz daha artarsa, öngörülen şeyler gerçekten ürkütücü tablolar ve gerçekleşirse hiçbirimiz o tablonun içinde yer almaktan kaçamayız.
Doğa ile güçlü bir bağınız olduğu anlaşılıyor Ayrıkotu’ndaki öykülerinizden. Kaybettiklerini her hâlükârda yeniden kazanmayı becerebilen ve ayakta kalan doğaymışçasına. Türkiye’ye baktığımızda kapıldığımız umutsuzluk biraz da doğayı hem toplumsal hem maddesel olarak kaybetmemiz gibi geliyor bana. Siz neye tutunuyorsunuz üretmeye devam etmek için? Devam edecek güç sizin için nerede?
Tekerrür eden tarihte.
İt Gözü kitabınızla öyküleriniz biraz daha büyüyor. Diliniz biraz daha değişiyor ama yine de naifliğiniz duruyor. Sessiz sakin yazıyormuşsunuz, bağırmıyormuşsunuz edasını taşıyor üstelik bunu olağan gündemlerden bahsederken yapıyorsunuz. İt Gözü’yle dünyaya ve ülkeye geri dönmüş gibisiniz. Nasıl bir ihtiyaçtan doğdu bu daha ayakları yere basan kahramanları yazmak?
Büyümekle alakalı sanırım. Daha da büyüyeceğim, umuyorum. Beni ben yapan bir kültür var, damağımın şeklini bile o vermiş, nasıl göz ardı edeyim, deyip değiştirmeye karar vermiştim.
Günümüz öykücülerinden farklı bir yeriniz var. Yaşıtınız yazarlar genelde güncel problemleri esprili bir dille anlatmaya çalışırken. Siz belki de sizin üslubunuza uyan bir şekilde daha “ciğerden” anlatıyorsunuz hikâyenizi. Kahramanlarınız varlık olarak hikâyenin içerisinde yer alsalar dahi daha çok ân’da ya da anıdasınız. Bu haliniz bana sanki içinizde bir hanımanne varmış hissiyatı uyandırdı. Yazarken kendinize neyi dert ediniyorsunuz ya da neden bu hikâyelerin yazılması gerektiğine inanıyorsunuz?
Evet, bunu bana birçok kişi söyledi. Ben de düşündüm, neden daha güncel, daha ferah ve yumuşak anlatımlarla bir öyküye dalamıyorum. Seçtiğim dertle alakalı sanırım. Gerilimi seviyorum. Hava açık, güneşli de olabilir, ama oradaki tek aksiyon kuşların süzülmesi.Ben neden bilmiyorum, onu tercih edemiyorum, yıldırım düşsün, deniz kabarsın, gemiler batsın. Yavaş yürümek zordur, derler. Hiç yürüyemedim, hep koşuyorum. Belki bir gün ben de yavaş yürürüm.
Yaşıtınız yazarların ürettiği edebiyatı nasıl buluyorsunuz? Kimleri yakından takip ediyorsunuz?
Bence çok güzel insanlar geliyor. Gerçekten aklını, zekasını, hayallerini bütünüyle edebiyat için şekillendiren insanlar. Takipte olduğum büyüklerimin isimleriyle bitireyim Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar, Orhan Pamuk, Murat Uyurkulak, Faruk Duman, Emrah Serbes, Ahmet Büke, Sema Kaygusuz.
- Kül Sesleri: Geride Kalanlara Düşen Gözyaşları - 18 Nisan 2020
- Kediler ve Erkekler - 12 Şubat 2020
- Beyin Kırıcı - 19 Ocak 2020
FACEBOOK YORUMLARI