On bir doktorun da karakterine uygun olarak betimlendiği ve konuşturulduğu öyküler, okuyucu üzerinde zamanda yolculuk yapmış hissi uyandırabilir.
BBC’nin klasikleşmiş bilimkurgu dizisi Doctor Who, sadık bir izleyici kitlesine sahip olan az sayıda diziden bir tanesi. Bütünlüklü bir hikayesi olmasının yanı sıra her bölüm farklı bir macerayı ekrana taşıdığı için birçok insan da -devamlı olmasa da- beğenilen sezonları izliyor. 1963 yılından beri yayın hayatını sürdüren dizi, yıllardır izleyiciyi heyecanlandırmayı ve şaşırtmayı başarıyor. Ancak Steven Moffat’ın baş yazar olması ile birlikte dizinin son iki sezonu için oldukça tartışmalı bir dönem geçirdik. 12. Doktorun yarı-sadık izleyici kitlesini tutamaması veya sadık izleyiciyi hayal kırıklığına uğratmış olması, Peter Capaldi’nin performansıyla mı yoksa Moffat’ın performansıyla mı ilgiliydi? Ağlayan Melekler gibi bir efsanenin yaratıcısı olan adam ne olmuştu da diziyi bu hale getirmişti?
Tüm bu tartışmalar henüz devam ederken dizi sezon finali verdi. Gözler de heyecanla yeni doktora ve başyazara çevrildi. Dizi yapımcıları sadık izleyiciyi heyecanlandıracak, günübirlikçi izleyicileri ise son sezona en azından bakmaya itecek önemli bir hamle yaptı ve Jodie Whittaker’a On Üçüncü Doktor olma görevi verdi. Birçok insan yeni doktorun kadın olacağı konusunda peşin yargılara varmış gibi davransa da herkes kenetlenmiş bir şekilde yeni Doktor’u görmeyi bekliyor. Dizinin gelmesine ise henüz aylar var. Bu esnada ne yapacağını şaşıran izleyiciler olarak yaramıza tuz basıyor ve eski sezonları hatmetmeye devam ediyoruz.
Dizinin sadık izleyicilerinin birçoğu Doctor Who kitaplarını okumuştur. Okumayanlar için ise dizinin yeni sezonu gelene kadar vakit var. Biz de okuyanlara hatırlatma ve eleştirel gözle bakma fırsatı, okumayanlara ise tavsiye niteliğinde küçük bir kitap incelemesi hazırlayalım dedik. Bu nedenle İthaki Yayınları’nın çevirip bastığı “11 Doktor 11 Öykü” adlı antolojiye bir göz atıp on bir doktoru da hatırlayacağımız küçük bir zaman yolculuğuna çıkacağız.
Kitaba geçmeden önce dizinin genellikle en sevdiğimiz bölümleri olan “genius” bölümlerini hatırlayalım. Bu bölümlerden kastım, örneğin ağlayan meleklerin ortaya çıktığı “Blink” ya da dokuzuncu sezonun “itiraf kutusu” gibi izleyicinin tüylerini diken diken eden bölümler. Her doktora bir öykünün düştüğü antolojide de okurlar her doktor için en iyi, en “genuis” hikayeleri bekliyor. Ancak dizinin dahi “Dünyanın en zekice yazılmış öykülerini bir araya getireceğiz!” gibi bir konsepti olmadığı için kitaptan da bunu beklemek hata olur. Yine de on bir öykü içerisinde insanı hayrete düşüren, dahice yazılmış ve Doctor Who’nun “konseptli” bölümlerine uygun hikayeler mevcut.
Bir bölüm kütüphanede gölgelere, bir bölümde trende bir mumyaya karşı savaşılan, başka bir bölümde ise bir okulda, bir şatoda ya da Shakespeare’in evinde maceralar yaşanan konseptli bölümler, Doctor Who evreni açısından oldukça önemlidir. Dizi, her bölümde farklı bir macera ile sezonlarca devam edebilmesini de bu farklı konseptlere borçlu. Kitapta da tıpkı dizide olduğu gibi bu durum gözden kaçmıyor. Öykülerle birlikte Üçüncü Doktor ile Olimpos tanrılarının yanına, Dördüncü Doktor ile ağacın içine kurulmuş canlı bir gezegene, Dokuzuncu Doktor ile Babil Krallığına ve çeşit çeşit gezegene gidiyoruz.
Bu konseptlerden en zekice kurgulananları ve en etkileyici olanları tabii ki Onuncu ve On Birinci Doktor’un öyküleri. Zaten On Birinci Doktor’un öyküsünün yazarının yine Doctor Who’nun dizisinden ve Amerikan Tanrıları’ndan tanıdığımız Neil Gaiman olması da bunu kitabın kapağından belli edecek cinste. Kısacası kitabın yıldız öyküleri mevcut. Bu nedenle özellikle bu iki “yıldız” öyküyü biraz açmak gerektiğini düşünüyorum.
Öncelikle Onuncu Doktor’un hikayesinde yer alan konsept, oldukça zekice tasarlanmış. Buradaki öykü, insanların anılarından aldığı masallardan bir gezegen inşa eden ve insanları orada tutarak enerjilerini çalan bir organizma üzerine kurulu. Bu nedenle hikayede Rapunzel’den Galiffrey masallarına kadar çeşitli mekanlar bulmak mümkün. Bu anlamda hikaye, Doctor Who fanı olan okuyucuyu da tatmin edebilecek nitelikte. Üstelik öyküde tanıdık bir isim de var: Martha Jones. Mekanın çeşitlilik gösterdiği, her türlü tırmanma, atlama ve koşuşturmacanın, yani aksiyonun da bol olduğu bir hikayede Martha’dan daha iyi “companion” görebilir miydik?
On Birinci Doktor’un öyküsünde ise Neil Gaiman’ın imzası ilk elden hissediliyor. Öykü, zamanı doğrusal şekilde algılayan hiçbir canlının hayal edemeyeceği bir zaman-mekana inşa edilen ve anın hep bir parça uzağında olan bir hapishane ile başlıyor. Okuyucu, böyle bir hapishanede yatan canlının ne kadar tehlikeli olabileceğini düşünürken bu canlının aslında bir ırk olduğunu öğreniyor. Başka bir deyişle öyküde maskeler aracılığıyla insanların yüzlerini taklit edebilen ve zamanda kolayca yolculuk ederek her anı kendisiyle dolduran ve bu yüzden kendinden bir ırk yaratan bir canlı söz konusu. Canlının amacı ise bir Tardis çalıp zamanın şafağına yani başlangıcına giderek her yeri kendiyle doldurmak ve evreni kontrol altına almak.
Doctor Who’nun en zekice konseptlerinden biri olan ağlayan melekleri, nasıl Amy Pond olmadan düşünemiyorsak böyle güzel bir hikayede kafamızda canlanacak ilk “companion” da Amy Pond oluyor. Amy, tabii ki öykü boyunca başını sürekli belaya sokuyor ve yaptığı en önemli şey de her zamanki gibi Doktor’u azarlayıp durmak oluyor. Bu anlamda On Birinci Doktor’un öyküsü tam olarak beklediğimiz yerden soran ve Doctor Who evrenine oldukça uygun bir hikaye.
“Peki, Rose Tyler yok mu?” diye soracak birçok okurumuz olduğundan eminim. Bunun için de Dokuzuncu Doktor’un öyküsüne bakmak yeterli olacaktır. Küçük bir hatırlatma yapalım. Modern serinin henüz ilk bölümünde Doktor, Rose Tyler’a “Benimle gelir misin?” teklifini yaptığında Rose, onun hayatına ait olmadığını ve dünyadaki sevdiklerini bırakamayacağını söyleyip onu geri çevirmişti. Tardis kaybolduktan yaklaşık üç-dört saniye sonra Rose fikrini değiştirmiş ve bu esnada tekrar beliren Tardis’e ağzı zıplayarak koşmuştu. İşte Dokuzuncu Doktor’un öyküsü bu üç-dört saniyelik zaman dilimi içerisinde Doktor’un Babil’de “uzaylı” bir arkadaşı ile yaşadığı bir macerayı konu alıyor. Bu anlamda öykü, okurların gözlerini de yaşartıyor.
Toparlamak gerekirse, on bir doktorun da karakterine uygun olarak betimlendiği ve konuşturulduğu öyküler, okuyucu üzerinde zamanda yolculuk yapmış hissi uyandırabilir. 2017 bitmeden özel bölümüne ulaşabileceğimiz dizinin hayranları, Nisan 2018’de yayınlanacak On Üçüncü Doktor’un maceralarını heyecanla bekliyor. Beklerken geçmiş sezonları hatmetmiş ve kitapları hala okumamış izleyiciler aslında şanslı sayılır. Çünkü eski sezonları hatmetmeye küçük bir ara verip biraz da okuyabilir ve Doktor Who evreninde bir yolculuğa çıkabilir. Öyleyse on birinci sezonu beklerken biraz da okumak isteyen tüm kader mahkumlarına bizden küçük bir “Allons-y!”
|
- Sabahattin Ali’nin kitapları artık telifsiz - 3 Ocak 2019
- Ece Erdoğuş Levi her şeyi baştan anlatıyor - 17 Ekim 2018
- Özlem Özdemir yanıtladı: Ekonomik kriz yazarları nasıl etkileyecek? - 28 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI