
Vardığımız noktada, dilin, gerçeği aynı anda hem gösterme hem de gizleme becerisi ortaya çıkmış, edebiyat da dahil olmak üzere toplumun her alanında yalan ve sahte gerçeğin yerini almıştır.
Kitap Eki sayfalarında yazmaya 2015 yılı romanlarını değerlendirerek başlamıştım. Şimdi geriye dönüp baktığımda, romanlarla birikte yayıncılık sektörünü, edebiyat okuyucusunu ve siyasi atmosferi birlikte ele alan yazıda her açıdan karamsar bir tablo çizdiğimi görüyorum. Ne yazık ki 2016 yılı için söyleyeceklerim pek de farklı olmayacak. Bunun en temel nedeni siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmelerin 2015’i bile aratacak derecede kötüye gitmesidir.
Sadece 2016 yılında başımıza gelen felaketler batılı bir ülke vatandaşının bütün ömrü boyunca tanık olamayacağı kadar yoğun ve travmatikti. Çoğunu naklen izlediğimiz olayları teker teker sıralayarak daha baştan iç karartmayalım. Ağır bir ekonomik krizin de eşlik etmesiyle birlikte Ruhi Su türküsünün “Kıyamet dedikleri/ Ha koptu ha kopacak” dizelerini akla getiriyor 2016 yılı, dahası kıyametin koptuğunu… Tam da Susan Sontag’ın belirttiği gibi; “Kıyamet görünür gibi olur ve hiç bir şey olmaz. Ancak yine de görünür gibidir… Kıyamet bugün artık uzun bir dizi filmdir: Ama, adı -Kıyamet Şimdi- değil, -Kıyamet bu andan itibaren-dir“. Nicedir içine düştüğümüz kıyamet zamanları 2016’da zirvesine ulaşmıştır.
Sahtelik hakikatin yerini aldı
Böyle zamanlarda edebiyat üzerine konuşmak hiç de kolay değil. Üstelik edebiyatla, romanlarla, yayıncılık dünyasıyla bu sorunları ilişkilendirmek, konuya dönüp dolaşıp siyaseti ve ekonomiyi katmak itirazlara neden olabilir. Doğrudur, bu meseleleri siyasetle ve ekonomiyle bilhassa ilişkilendirmek gerçekten de gereksiz; çünkü siyaset ve ekonomi edebiyatın, romanın ve yayın dünyasının organik bileşenleridir.
Böyle bir fikriyattan yola çıktığımızda yayın dünyasındaki ekonomik krizi, krize çare üretmek adına yayımlanan romanlardaki kalitesizliği, siyasetin şiddeti karşısında alt üst olan zihinleri, dilsizleşen vicdanları anlayabiliriz. Bu romanımızdaki hakikat kaybının da nedenidir.
Sanıyorum Gramsci’nin sözleriydi; “belli bir anda egemen olan sanatsal ya da edebi eğilimlerin o toplumun duygu ve düşüncelerini temsil ettiği aşikardır”. Yani bugünkü edebiyat ortamımız da bir hakikati, hakikatin zihinlerdeki baş aşağı edilmiş imgesini yansıtıyor. Artık bir romanda her okuyucu farklı bir hakikat bulabilir ve bu hakikatlerin hepsi de meşru sayılabilir. Ama her şeyin meşru sayıldığı bir dünya, aslında değerlerin önemsizleştiği ve anlamın yittiği bir dünyadır. Böyle bir dünyada edebiyattan hayata bir biçim vermesi, kim olduğumuzu, ne hissettiğimizi ve bütün bu çabaların, ideallerin, çatışmaların amacının ne olduğunu anlamamıza yardım etmesini bekleyemeyiz. Belki de tartışılması gereken beklentisizliğin kendisidir. Çünkü yazar ve ürünününden hayata müdahale etmesine yönelik beklentisizlik daha iyi bir dünya umudunun tüketilmişliğinin, mevcut duruma teslim olmuşluğun ifadesidir.
Camus, II.Dünya Savaşı sırasında benzer bir krizi tespit etmiş ve “Denemeler”ine şu cümlelerle yansıtmıştı; “İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama, insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yineleyenlerden başka), çünkü, dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiç bir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü, kendilerine güveniyorlardı. Çünkü, soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz.”
Doğruluk Aydınlığın Gücüdür
Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu kriz Avrupa’nın -öncesi ve sonrasıyla- II.Dünya Savaşı yıllarını, özellikle faşizmin yükseliş dönemini hatırlatıyor. Burada Alman yazar Ödön von Horvath’ın “Tanrısız Gençlik” romanına başvuracağım. Kayıtsız şartsız itaate dayalı totaliter bir yönetim, düzene uygun yetiştirilen militan bir gençlik, boyun eğmiş bir toplum temalarıyla “Tanrısız Gençlik” yetmiş yıl önce yazılmasına rağmen güncelliğini hala koruyan bir roman. Mesela aşağıdaki alıntı kendi zamanımız ve coğrafyamızla birebir örtüşmüyor mu?
“Kendi güruhunun çıkarına olan doğrudur, haklıdır, diyor Radyo. Bize yaramayan şey kötüdür, haksızdır. Demek her şey serbest; cinayet, hırsızlık, kundaklama, yalancı tanıklık. Evet, hatta sadece serbest de değil, kendi güruhları çıkarına işlendiği sürece bunlar bir cürüm bile sayılmıyor…”
Yolsuzluğun, hırsızlığın, hatta cinayetlerin bile kendi güruhları çıkarına işlendiği için cürümden bile sayılmadığına, toplumun buna duyarsız kalışına bizler de defalarca tanık olduk. Aslında duyarsızlık demek yanlış; toplum duyarsız değil, daha da kötüsü, gücü elinde bulunduranları ve icraatlerini kayıtsız şartsız destekliyor. Hukukun siyasallaşması, güçlü olanın dilediği gibi yönetmesi, insanların asılsız suçlamalar ve çakma delillerle yıllarca hapiste tutulması, yüzbinlerce savaş mağduru vicdanları rahatsız etmiyor. Edebiyattan magazine, siyasetten spora –futbola- kadar her yerde despotik bir liderin peşine takılan insanlar, liderlerinin keyfi, haksız, hukuksuz her türlü kararını alkışlamaya çok hevesli.
Ödön von Horvath, tam da bu durumu tespit ediyordu “Tanrı’sız Gençlik”te;
“Ellerinde pankartlarla kız ve erkek öğrenciler ve pankartların üzerinde yazılı olan yalanlara inanan aileler uygun adım sokaklardan geçiyorlardı. Ayrıca, bu yalanlara inanmayanlar da onlarla beraber yürüyordu. (…) Bayrağı hiç vakit kaybetmeden daha dün geceden asmıştım. Canilerle ve çılgınlarla muhatap olan kişi, canice ve çılgınca davranmak zorundadır, aksi halde yok olup gider. Geriye kemikleri bile kalmaz. Bu kişi yuvasını bayraklandırmak zorundadır, her ne kadar artık bir yuvası yoksa da. Artık kişilik değil, yalnızca itaat var sayılıyorsa hakikat gider ve yalan gelir. Bütün günahların anası olan yalan.”
Hakikatin yerini yalanların aldığı bir ülkede en çok zarar görecek yazarlık kimliğidir. Çünkü –Camus’ün ifadesiyle- “ister bütün ömrünce ünsüz ya da bir zaman için ünlü olsun, ister zorbaların zincirlerine vurulsun, ister bir süre dileğini özgürce söylesin, yazar kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın, elinden geldiğince, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur : Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü, yalan da kölelik de, bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır: Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak.”
Ne yazık ki Türk romanına saygınlık kazandıran ve bir çoğumuzu edebiyata bağlayan bu ilkeler, değerler çok gerilerde kaldı. Vardığımız noktada, dilin, gerçeği aynı anda hem gösterme hem de gizleme becerisi ortaya çıkmış, edebiyat da dahil olmak üzere toplumun her alanında yalan ve sahte gerçeğin yerini almıştır. İlginç olan inandırmak için hiç bir çaba gösterilmemesi, çabaya ihtiyaç bile duyulmaması. Hatta abartı ve mübalağa -herkes için- özellikle istenen, hayallerdeki imgeyi besleyen bir şey. Yalan o kadar apaçık söyleniyor, o kadar arsızca pazarlanıyor ki gerçekliğini sanki sergilenen sahteliğinden kazanıyor. Bugünün medya dili ve köşe yazarlığının karakteristiği tam da budur ve okuyucuyla suç ortaklığından beslenir. İcraatların gerçek yüzünü gizlemeye, rızayı beslemeye yarayan, sonuçta medyaya maddi menfaat de sağlayan böyle bir suç ortaklığı mevcut hükümetin, aslında genel olarak hükümetlerin yönetme stratejilerinin bir parçası. Üzücü olan –pek azını dışında tutarak söylüyorum- yazılan yüzlerce romanın da gerçeğe benzeyen ama son çözümde hakikati gizlemekten öte gitmeyen suya sabuna dokunmayan hikayelerle dolu olması. Gelinen bu noktada, hakikatin ve doğruların silindiği bir edebiyatın değer kaybı kaçınılmazdır. Şimdi “peki doğru nedir?” diye sorabilirsiniz. Yanıtı Camus’e bırakıyorum;
“Doğruluk nedir, diyordunuz. Onu bilmiyoruz, doğru. Ama, hiç değilse, yalanın ne olduğunu biliyoruz : işte sizin bize öğrettiğiniz de bu oldu. insan düşüncesi nedir? Onun da karşıtının ne olduğunu biliyoruz. O, eninde sonunda, zorbalarla Tanrıları kapı dışarı eden güçtür. Aydınlığın gücüdür o.”
- Mary Shelley’in Yaratığı - 4 Şubat 2018
- Jules Verne’in Fantastik Dünyası - 28 Kasım 2017
- Dorian Gray’in Portresi; Yazarını Yok Eden Roman - 19 Ekim 2017