Aslında Açık Deniz Kenarında için tiyatro yazarlığı yapan Strindberg ile şiirleriyle bilinen Necatigil’in ikincil işlerinin kesiştiği muazzam bir yetkinlik örneği de diyebiliriz.
Bir gün bir çocuğa sormuştum, deniz neden tuzludur? diye… Babası uzun bir sefere çıkmıştı. Çocuk hemen karşılık verdi: ‘Deniz tuzludur çünkü denizciler durmadan ağlarlar!’ ‘Neden denizciler böyle çok ağlar ki?’ Çocuk yine beklemeden yanıtladı: ‘Çünkü yolculukları bitmez, onun için ağlarlar ve mendillerini hep direklere asıp kuruturlar!’ Yine sordum: ‘Ya peki niçin insanlar üzgün olunca ağlar?’ ‘Çünkü daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerekir!’
Strindberg imzalı Açık Deniz Kenarında kitabını okurken yazarın evvelce dile getirdiği bu diyalog düştü zihnime. Duru gözlerle dünyaya bakabilmek! Yani baktığın yeri anlamlandırabilmek için gözün aklına değil aklın gözüne ihtiyaç duymak…
İşte, aklın gözüyle kendisini öldüresiye sorgulayan biri olarak görevli gittiği uzak balıkçı köyünde, gözün aklıyla yaşayan ve gelenekçi dünyalarına hapsolmuş halkla yaşadığı kopukluğu, insan denen karmaşanın derinliğini yazarın bu başyapıtının kahramanı balıkçılık uzmanı Axel Borg karakteri üzerinden görmek mümkün.
Hikayenin kısaca konusuna geçmeden önce, yazarın üslubu bana Eduardo Galeano’nun kendisini anlattığı şu sözlerini aklıma getirdi. “Önce görüntü. Sonra söz. Ben bir durumu, bir duyguyu ya da bir düşünceyi eğer önce gözlerimi kapatıp göremiyorsam onu aktarma yeteneğinden yoksunum; bu görüntüyü aktarma gücüne sahip, görüntünün görkemine yaraşır sözcükleri bulmak isterim…” Sanırım çizerek yazmak denilen bu üslubu, Strindberg’in her tümcesinde görmek mümkün. Tabi buna ilaveten Behçet Necatigil’in şiirsel tercümesinin katkısı da yadsınamaz elbette. Sözcükler akıp gidiyor adeta… Aslında tiyatro yazarlığı yapan Strindberg ile şiirleriyle bilinen Necatigil’in ikincil işlerinin kesiştiği muazzam bir yetkinlik örneği de diyebiliriz buna.
Bir aydın sorunsalı
Bir aydın sorunsalının ele alındığı hikayede, kahramanımız Borg bu dünyadaki her şeyin bilimsel bir açıklamasının ve çözümünün olduğu inancına sıkı sıkı bağlı bir aydındır. Karakterinin şekillenmesinde, annesinin küçük yaşta kaybı nedeniyle eğitimini üstlenen ‘üstün insan’ babasının önemli katkısı vardır. Baba, insanın aklı ve gücünü çok önemseyen ve pozitivist doğa dinine inanan biridir. Bu nedenle baba Borg, hayatın sürekli değişim ve dönüşüm hâlinde olduğunu, içgüdüsel davranışların insanı hayvanlaştırdığını, Tanrı’yı da insanların inançlarını somutlaştırmak için zihinlerinde yarattıkları bir varlık olarak düşünür. Bu nedenle; hayatını disiplin içinde geçirmeyi, içgüdülerini baskı altına almayı çocuk yaşta öğrenen” Axel Borg ilkokul yıllarından itibaren çevresindeki insanlardan farklı olduğunu ve onlar gibi düşünmediğini görmeye başlar. Bilim ve zeka her şeydir onun için.
Sorgulamayı ve eleştirmeyi yaşam tarzı olarak benimseyen Axel Borg, kendini çeşitli alanlarda sürekli okuyarak, kültürlü insanlarla bir arada bulunarak yetiştirmek için büyük çaba harcar. Fen bilimleri dalındaki çalışmalarıyla bilim dünyasına birçok katkı sağlayarak ödüller alır. Ama ne yazık ki her yeniliğin, her başarının tüm dünyada olduğu gibi insanların hazımsızlığına, eleştirisine, kuşku duyulmasına yol açmasının trajik sonuçlarından kahramanımız da kendisini kurtaramaz.
“İnsan, hayvanla üstün insan arasında bir iptir”
Bilim dünyasındaki ikiyüzlülükten ve bağnazlıktan çok yorulan Borg, babasından kalan mirasla geziler yapmaya başlar. Bu geziler Borg‟un insanları daha yakından tanımasına vesile olur. Nietzsche‟nin “insan, hayvanla üstün insan arasında bir iptir” sözünden de esinlenerek insanın konumunu belirlemeye çalışır ve insanları; “bilinçliler”, “kendini aldatanlar” ve “bilinçsizler” olmak üzere üçe ayırarak bilimin kapısını aşındırır. Yıllarca süren bu sınıflandırma onu doğaya daha çok yaklaştırır ve İsveç‟e döndüğünde yalnızlığına yarenlik eden “deniz senfonisi”ne sığınmak için balıkçılık uzmanı olarak görev yapmayı tercih eder.
Bir gün görevli olarak bir ada köyüne şef olarak atanır. Ve Borg‟un ‘üstün insan’ olarak duygu ve düşünce dünyasının ayrıntıları, bu köye gelişiyle birlikte daha görünür olur. Axel Borg‟un ‘üstün insan’ kimliği, doğaya bakışından başlayarak, sürüden kadına, dinden gündelik hayata kadar birçok alanda varlığını gösterir. Borg‟un bu kimliği, ada halkıyla arasında derin uçurumlar oluştursa da kahramanımız başlangıçta bundan hiç rahatsız olmaz, hatta farklı bilince sahip olduğuna inancı nedeniyle bundan memnuniyet bile duyar.
Borg aslında ada halkının en büyük geçim kaynağı ‘Baltık Ringa’sında yaşanan yokluğu gidermek için görevlendirilmiş bir uzmandır. Bu konudaki bilimsel yaklaşımlarının, ada halkınca dikkate alınmamasının nedenleri arasında Borg’un narsist tutumunun payı olsa da, daha çok yeni fikirlere açık olmayan, geleneksel kodlardan kurtulamayan halkın, tüm olan biteni Tanrıya havale etmesinden kaynaklanmaktadır. Öğrenmeyi ve öğretmeyi hayatının baş unsuru yapmış Borg için bu durum gittikçe rahatsızlık yaratır. Kendisini dinleyecek ve ona destek olacak birilerinin arayışı içindeyken, adaya yeni taşınan Maria’ya duyduğu duygusal ve düşünsel yakınlık onun bu ihtiyacına çare olabilecek midir?
Yozlaşan ve çürüyen bir toplumda sahip olduğu ‘ben’ ile yaşamak zorunda kaldığı ‘sürü’ arasında git-gelleri oluşur.
Çünkü Borg’un Nietzsche‟nin ‘kadın ruhunun sığ ve güvenilmez’ olarak ileri sürdüğü görüşünden hareket ederek, egoistçe bir tavır içinde ve aşık olduğu kadına karşı iradesini teslim etmeyip, kadına yüksekten bakan bir bakış açısı mevcut. Kadına ‘hayran olmak (için) değil, hayran olunmak için’ yaklaşan ve ‘üstün insan’a yakışır bir kadın figürü yaratmak onun en büyük arayışıdır.
Tüm çabasına rağmen, hem ada halkının yoksulluklarını düzeltmek yerine teslimiyetçi kabul anlayışları hem de güdüsel olarak yakınlık duyduğu Maria’yı istediği entelektüel seviyeye getirememiş olması ve gittikçe ‘sürü’ tarafından alay konusu olması ‘üstün insan’ Borg’u bile yıpratmayı başarır. Yozlaşan ve çürüyen bir toplumda sahip olduğu ‘ben’ ile yaşamak zorunda kaldığı ‘sürü’ arasında git-gelleri oluşur. Maria’yla tanışmadan önce yalnızlığa ve doğaya sığınan, kitap okuyan, deneyler yapan biri iken şimdi Maria’ya odaklı bir yaşam ve benliğinin başkasına bağlı olarak değiştiğini görmek Borg’un endişelerini artırır.
Borg için artık karar vakti.
Ve nihayet bu yorucu çıkmazda debelenen Borg için artık bir karar vaktidir. Ya kendince hep verdiği hiçbir şey almadığı bu ilişkiyi sürdürerek ‘üstün insan’ şahsiyetini kaybedecek ve eleştirdiği burjuva hayatındaki uysal sosyetiklerden bir farkı kalmayacak, ya da yeniden yalnızlığına dönmek ve kendi ‘ben’ini yeniden bulmak için bu ilişkiyi bitirecektir.
Aldığı karar onu ne kadar mutlu kılacak? İhtiyacı olan aşk, sevgi ve şefkati nerede nasıl bulacak veya bulabilecek mi? Duygu ve düşünce kopukluğunu onarabilecek mi? diye derin bir merak içinde okumaya devam ederken biz, Borg’un gittikçe dibe vuruşuna tanıklık ederiz. Öyle bir dibe vuruştur ki bu; doğa ile arasındaki bağı kuracak insandan mahrumiyetini cansız bebek oyuncaklarla gidermeye çalışacak, çocukluğuna dönüp annesiyle olan hatıralarına sığınarak onunla inanmadığı bir alemde buluşmayı hayal edecek, yıllarca küçümsediği aile, sevgi, şefkat ve din gibi değerleri önemsediğini gösteren bir düşünce dönüşümüne bizi tanık edecek kadar bir dibe vuruş…
“Yalnızlık, bu dünyanın en eski asaletidir”
‘Üstün insan’ ve ‘sürü’ arasında “aynı topraklarda aynı gelecek hayali kurulamayacağını” anlayan Alex Borg sonunda topluma, dine, bilime karşı cesur itirazlarına son verip, kayıkla açıldığı denizde kendisine yön belirlemek için seçtiği yıldızı da mitolojide Tanrılar tarafından gazaba uğrayan ve yalnız bırakılan Tanrı Herakles’le özdeşleştirip ona doğru sonsuzluğa yelken açar.
İnandığı değerlerin ters yüz olmasıyla tutamaklarını kaybeden Borg, bir boşluğun, bir hiçliğin sınırında dolaşırken içinde uyanan kaçma arzusu onu “hayatın ilk kıvılcımını kucağında parlatan tabiat anaya, verimliliğin sonsuz kaynağına, hayatın başlangıcı, hayatın düşmanı olan aşka doğru” sürüklerken, biz okurlara da ‘üstün insan’ kimliğinin kalıcı ve başarılı olması hususunda zihinlerimizde bir soru işareti bırakır.
Romanı okurken insan sıkça Nietzsche’yi anımsıyor. “Yalnızlık, bu dünyanın en eski asaletidir” ve “Ey yalnızlık! Yurdum, yuvam olan yalnızlık” cümleleriyle yalnızlığı üstün insan olmaya giden yol olarak belirleyen Zerdüşt, aynı zamanda üstün insanın sürü içinde ‘daima vahşi ve yabancı kaldığını’ söylemesiyle de ona çizdiği trajik kaderi kahramanımız Borg özelinde ve belki de birçok aydının da yaşam öyküsüne tanık eder bizi.
Açık Deniz Kenarında
Uyumsuz, dışarlıklı bireyin tutku ve ızdıraplarla örülü yaşamını yansıtan bu eserde, en büyük karakter de doğa. Strindberg adanın doğasını anlattığı satırlarda yüzlerce otun, çalılıkların, ağaçların, denizin, çeşitli balık ve kuşların adlarını, görünüşlerini, kuzeyin ıssız kıyılarında doğanın büründüğü halleri, insan denilen karmaşık yaratığın çelişkilerini şiirsel bir dille anlatarak natüralizmin çok güzel örneğini sunar bize. Coğrafyanın bununla ilgisi var mıdır bilmiyorum ama gerek filmlerinde gerekse yazılı eserlerinde sıkça fark ettiğim Kuzeyli yazarların engin, açık, ele gelmez, olayları bir çırpıda tüketen olağanüstü kahramanlar yerine herkesin içinde var olan bir parçayı çıkarıp harmanlayan, duygu sömürüsünden uzak, derin, kusurlu ve inandırıcı karakterleri ve bir taraftan da sosyal eleştirilerinin duygu yansıması garip bir çekicilik oluşturur bende. İşte bu çekiciliği çok daha iyi hissettiğim bir roman “Açık Deniz Kenarında”.
İçerik açısından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” adlı romanıyla büyük benzerlik taşıyan eserin en önemli ayrışma noktası Strindberg’in ‘üstün insanının’ bilim ve doğadan hareketle evrensel, Yakup Kadri’nin ‘üstün insanının’ ideolojik bir bakış açısıyla ulusal bir nitelikte oluşudur. En önemli benzeşmesi de her iki yazarın baş karakterlerinin, “üstün insanın” ideal bir insan olarak temsil etme noktasında başarısızlık göstermesidir.
Türkiye’de 1951’lerden bu yana dönem dönem basımı yapılmış olmasına rağmen ne yazık ki yeni okuyabildiğim bir kitap olmasının yarattığı rahatsızlığı, Selim İleri’nin sunuş yazısında da belirttiği gibi “Defalar kez okunabilecek dört dörtlük bir roman” olarak kütüphanemde şefkatle saklayarak gidereceğimden eminim.
|
Okuma önerisi!Sima Sinemis’in incelemesi; “Umutlarını, arzularını, benliklerini yakan kadınların hikayesi“ yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZMariana Enriquez imzalı Yangında Kaybettiklerimiz isimli eseri günümüz sorunlarından ve insanlığın büyük yaralarından nasibini almış bir kitap. |
- ZAMANIN BİR UCUNU DİĞER UCUNA TEYELLEMEK - 6 Mayıs 2022
- Zamana açılabilen kültür olgusu: Mitler… - 5 Mart 2019
- Çocuklarını Yiyen Satürn - 1 Ekim 2018
FACEBOOK YORUMLARI