“Edebiyat nefes alıp veren bir varlıktır”

Göz aradığı şeyi görüyor. Ben de etrafıma baktığımda edebiyat görüyorum. Yazmaya başladığımda bunu başkalarıyla da paylaşmış oldum. Hepsi bu.

Meltem Gürle’nin BirGün gazetesinde yazdığı denemelerden oluşan kitabı Kırmızı Kazak, Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Edebiyatla hayatın birbirine temas ettiği noktaları açığa çıkaran ve türsel sınırlamalara direnen denemelerin yer aldığı kitap edebiyat dünyamızda önemli bir boşluğu dolduracak gibi duruyor. Meltem ile BirGün’e yazmaya başlayışını, Kırmızı Kazak’ı,  deneme türünün sınırları ve bu sınırları ihlal etme eğilimini, her hafta yazmanın ve  daha da önemlisi Türkiye’de yazmanın zorluklarını konuştuk.

2016 yılı senin için verimli geçiyor. Ölülerle Konuşmak’tan sonra ikinci kitabın Kırmızı Kazak raflardaki yerini aldı. Nasıl bir duygu emeklerinin karşılığını somut olarak görebilmek?

Biraz buruk bir his. Hem geç gelen bir başarı olduğu için hem de memlekette yakın zamanda yaşanan siyasi gelişmeler içinde kitap çıkarmış olmaktan duyduğum mahcubiyet nedeniyle. Türkiye çok büyük sıkıntılardan geçti, hala geçiyor. Bunların arasında her sevinç insanın kursağında kalıyor. Ben de kitapların çıkmasına sevinemedim aslında.

Ölülerle Konuşmak mesafeli bir dille yazılmış akademik bir metindi. Neden böyle hissettiğime dair pek ipucu vermedi bana. Kırmızı Kazak ise, yakın zamanda yazdığım denemelerden oluşan daha kişisel bir anlatı. Bu derlemeyi hazırlarken, Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Sırma Köksal’ın ve bu kitapta büyük emeği olan editörüm Çiğdem Uğurlu’nun da önerisi ile, güncel olaylardan bahseden yazıları dışarıda bırakmaya karar vermiştik. Gazete yazıları değil de denemeler toplamı olsun istedik yani. Bunu yaparken niyetimiz, zamandan bağımsız olarak okunabilecek bir kitap oluşturmaktı.

Kırmızı Kazak sonunda çıktığında, kitabı elime aldım ve bir iki bölüm okuduktan sonra fark ettim ki, bu kitap artık burada olmayan bir dünyanın hikayesini anlatıyor.  Sadece çocukluktan, gençlikten, geçmiş zaman hikayelerinden bahsettiği için de değil bu. Birkaç sene önceki olayları anlatan hikayeleri okurken bile aynı hisse kapılıyor insan. O mekanlar, o insanlar yok artık. O zamandan bu yana ülke büyük bir dönüşümün, sert bir kırılmanın eşiğine gelmiş ve etrafımızı saran gerçeklik tamamen değişmiş. Çoğunu neşeyle ve heyecanla yazdığım bu denemeleri okurken, artık burada olmayan bir Türkiye’nin hikayesini anlattığımı anladım birden. Niyetim bu değildi halbuki. Baktım ki, “zamansız” bir kitap olsun isterken, bir zamanın sonunu işaret eden bir kitap yapmışız hep birlikte.

Selami İnce’nin muzipçe oldubittisi gerçekleşmeseydi denemelerini okuyamayacak mıydık gerçekten? Seni yazma konusunda korkutan sebepler nelerdi?

Selami çok eski arkadaşımdır. Beni çok iyi tanıyor, korkularımı seziyordu. Yazma ihtimalinin kapısını benim için açık tutarsa, eninde sonunda gireceğimi de biliyordu. Kapıyı uzun süre açık tuttu. Ben kedi gibi kapının önünde oyalanınca da, arkamdan şöyle bir itekledi. Meğer bütün ihtiyacım olan, o ilk ivmeymiş. Ondan sonrası çorap söküğü gibi geldi. Bir de Selami’ye “Hayır!” demek çok zordur gerçekten. Bunu da buraya bir not olarak düşelim.

Bu tesadüf olmasaydı yazacak mıydım? Elbette yazacaktım. Eskiden beri yazıyordum. Mektuplar, denemeler, günlükler, roman taslakları… Onları yazmaya devam edecektim. Ama yazdıklarımın çoğu bir çekmecede kilitli duracaktı. Bir kadının yazabilmesi ve yazdıklarıyla ortaya çıkabilmesi zor iştir. Bu benim için özellikle doğruydu. Sadece başarısız olmaktan değil başarılı olmaktan da korkuyordum çünkü. Başarısız olsam, arkadaşlarım için yazmaya devam ederdim. Onlarla yine mutfakta oturup iki ağlar bir güler, geçer giderdik. Ama ya başarılı olursam? O zaman görünür olacaktım. Bir avuç insanla sınırladığım ve bu şekilde bile güçlükle idare edebildiğim günlük hayatım alt üst olacaktı. İnsanlar yazdıklarıma dair konuşacaklar ve bu da yazdığım her satırı yeniden düşünmeme neden olacaktı falan filan.

Daha önce de yazmıştım bunu: Korkağın biriyim ben. En çok da kötü yazmaktan korkuyorum. Hep korktum. Yeni değil bu. Buna rağmen yazabilmiş olmak hayattaki en büyük başarımdır. Neyse ki korktuğum kadar görünür de olmadım. En azından buna sevinebiliriz.

Gazete yazılarından oluşan bir seçki var elimizde. 2009’dan bu yana hatırı sayılır bir okur kitlesine ulaştığını düşünüyorum. Böyle sadık bir okuyucu kitlesi edineceğini düşünüyor muydun bu gazete yazılarını yazarken?

Gazetede yazmaya başlamadan önce, arkadaşlarımı eğlendirmek için ufak tefek bir şeyler yazıyordum. Bir keresinde bir oyun bile yazdım. İnsanın arkadaşları için yazması çok güzeldir. Bir kere güvenli bir alan: Arkadaş sevgisinden şüphe etmediğin kişidir çünkü. Yazdığını beğenmese bile, seni sevmeye devam edecektir. İkincisi hiç “poz” yapamayacağın bir yer: Samimi ve sahici olmak zorundasın. Yoksa kafana atabilirler. Atmasalar bile zaaflarını gösterip eline tutuştururlar yazdıklarını. Arkadaşlarının dürüstlüğüne her zaman yaslanabilir insan. Bir gün hasbelkader kendimi BirGün’de köşe yazarken bulunca, bu tanıdık alanda kalmak istedim. Sanki sadece arkadaşlarım okuyacakmış gibi yazdım uzunca bir süre. Pek de haksız değildim aslında. Başında sadece arkadaşlarım ve öğrencilerim okuyordu Not Defteri’ni. Sonra belki bu okuyucu grubu biraz daha büyüdü. Gerçi seneler geçtikçe, hikayeler dallanıp budaklandıkça, onlarla da arkadaşlık etmiş kadar olduk zaten.

“Sadık bir okuyucu kitlesi” diyorsun ama böyle bir şeyden söz edebilir miyiz bilmiyorum. Sadık olduklarında haklısın ama “kitle” diyebilir miyiz emin değilim. BirGün’deki yazılarımı okuyanlar sessiz ve küçük bir grup bence. Bana gelen mektuplardan çıkarıyorum bunu. Her zaman o kadar kibarlar ki, valla utanıyorum bazen! Her seferinde rahatsız ettikleri için özür diliyorlar, zamanımı almak istemediklerini söylüyorlar, asla bir şey talep etmiyorlar. Nadiren bir sıkıntısını anlatmak isteyen oluyor, o da sadece dertleşebilmek için. O zaman neden yazıyorlar diyeceksin? Çoğu kez anlattığım bir detayın onlarda yarattığı duygudan söz ediyorlar. Bunu paylaşmak iyi geliyor anlaşılan. Bazen okurken bir anının canlandığını söylüyorlar, bazen gördükleri bir rüyayı yazıyorlar, kimi zaman da daha evvel fark etmedikleri bir şeyi onlara gösterdiğim için teşekkür ediyorlar. Bu sonuncusu çok hoşuma gidiyor. O zaman yazdığım hikayenin başkalarına dokunduğunu hissediyorum. İnsanları değiştiren dönüştüren metinler yazdığımı düşünerek seviniyorum.

Her hafta yazmanın ve vuruş sınırlarının insanın yaratıcılığını köreltebileceğine, ister istemez kişisel konulara göndermelerin ön plana çıkacağına dair bir düşünce var. Aynı zamanda kendini tekrar etme tehlikesi de var. İlk yazılarından bu yana kişisel deneyim ile bilgi birikimini harmanlayarak yazan biri olarak bu düşünce hakkında ne söylersin?

Her hafta yazmanın birtakım sıkıntıları var, haklısın. Kendini tekrar etme tehlikesi bunların başında geliyor. Yeni konular bulmak ve onları farklı bir yerden okumak her zaman kolay bir iş değil. Fakat benim için deneme yazmanın çok çekici bir tarafı olduğunu söylemeliyim. Dediğim gibi, bu metinlerin çoğu günlük bir gazeteye yazılmış ve güncel olaylarla sınırlanmış köşe yazıları olarak yazılmadı. Not Defteri, özellikle de ilk üç sene boyunca, kendi gündemini bağımsız bir şekilde tayin eden edebiyat yazıları olarak devam etti. Bunda hem beni özgürleştiren hem de disipline sokan bir taraf vardı. Konuyu tamamen kendim seçtiğim ve dilediğim gibi yazabildiğim için özgürdüm. Ancak bir taraftan da, gazetenin bana verdiği formata uymam ve her hafta aksatmadan yazmam lazımdı.

Kuralların en fenası da kelime sınırlamasıydı. Başlarda sadece 500 kelime içinde kalmak zorundaydım. Bu da beni Kırmızı Kazak’taki bir yazıda tarif ettiğim “jiletçi” editörler gibi yaptı. Önceleri kilometrelerce uzayıp giden metinleri kırpıp kırpıp kuş kadar bırakıyor, sonra da üzülüyordum. Zamanla sadeleşmeyi öğrendim. Birkaç paragraf içinde derdimi anlatmayı, az vakitte ve bir solukta yazmayı öğrendim – ki bu sonuncusu gazete yazısı yazıyorsanız çok önemlidir. Sonuçta, denemeci de öykü yazarı gibi, dar bir alanda mümkün olan en iyi hikayeyi anlatmak durumundadır. Tutumlu bir şekilde yazmalıdır, konuyu dağıtmamalıdır, ve en önemlisi, bütün cümlelerini (hatta imla işaretlerini bile) tek bir duygu ya da fikre doğru çevirmek ve ona yönelik kullanmak zorundadır. Ben de deneme yazarken bunları öğrendim. Hiç de az bir şey sayılmaz.

Kişisel olanın metinlere dahil olması meselesine gelince, böyle bir kaide yok bence. Yazarın ne tür bir dil tutturduğu ile, dünyayı nereden okuduğu ile ilişkisi var bunun. Yoksa, her köşe yazarı, illa ki özel hayatından bahseder diye bir kuraldan söz edemeyiz. Köşe yazısı en nihayetinde kişisel gözlemler ve fikirlerden oluşur. Ama bazı yazarlar daha mesafeli bir yerden konuşmayı tercih ederler. Onları okuduğunuzda, bahsettiklerinin şahsi fikirler değil, mutlak gerçekler olduğunu düşünmeye başlarsınız. Bazıları ise dünyayı daha kişisel bir yerden okur. Bu tür yazarlar, yazdıklarıyla başka fikirlere yer açar ve okuyucuya farklı okumaların da olabileceğini hatırlatırlar. Ben kendimi bu ikinci gruba daha yakın hissediyorum.

Kitabın deneme türüne dâhil edildi. Ama özellikle Sokaklar, Otobüsler, Kahveler  bölümünde bir öykücüyle karşı karşıya olduğumu düşündüm. Denemenin türsel sınırları ihlal etme eğiliminden mi kaynaklanıyor bu?  Yoksa kurmacaya göz mü kırpıyorsun?

Bir karikatür var, çok seviyorum. Montaigne ile ilgili. (Çizerini maalesef hatırlayamadım şimdi. Leman’da çıkmış olması lazım.) Karikatürde Montaigne’i yazı masasının başında görüyoruz. Harıl harıl bir şeyler yazıyor. Ama annesi hiç memnun değil. Odaya giriyor ve şöyle diyor: “Millet ne romanlar, öyküler, şiirler yazıyor; sen anca deneme yaz!” Sonra da ekliyor: “Kaç yaşına geldin, hala deniyorsun. Ne yapacaksan yap artık!” Benim durumum da biraz böyle. Hep deneme hep deneme! Nereye kadar gidecek böyle?

Geçen gün Kırmızı Kazak’ı okuyan bir arkadaşım kitabı çok beğendiğini yazdı. Ardından da dedi ki, “Şöyle bir sallasak kitabı, sanki edebi eserler üzerinden anlatılan otobiyografik bir roman olacakmış gibi.” Bunun biraz hikayelerin sıralamasıyla da ilgisi var tabii. BirGün’de daha önce yayınlanmış denemeleri kitaba koyarken kronolojik bir sıra izlemektense, konularına göre düzenlemeyi tercih ettik. Çocukluk, gençlik ve yetişkinlik hikayelerini bilerek grupladık ve art arda yerleştirdik. Arkadaşım böyle deyince, ben de kitaba başka bir gözle bakmaya başladım şimdi. Kişisel anlatılardan bahsettik ya? Bu kitap da aslında bir kişisel anlatılar toplamı. Ama edebiyat üzerinden anlatılmış bir yaşam öyküsü bu. Başka bir arkadaşımın söylediği gibi, bir “Autobiografiction,” yani kurguyla karışık bir otobiyografi.

Yazının hiçbir türünü kurmacadan bağımsız bir şekilde düşünmek mümkün değil bence. Türler arasındaki sınır da sandığımız kadar belirgin değil. Romanlaşmış şiirler ya da şiirleşmiş romanlar olduğu gibi öyküleşmiş denemelerden de söz edilebilir. Benim denemelerin içinde de kurmacayı andıran özellikler var tabii. Ama bu malzemeden bir öykücü çıkar mı? Bakalım, göreceğiz.

Denemelerinde genelde edebiyat eleştirisi yerine edebi değiniler vardı diyebiliriz. Yaşamla edebiyat arasında köprü kurduğunu düşündürüyor bu bana…

Gazetelerdeki edebiyat köşeleri genellikle kitap eleştirisi üzerinden tasarlanır. Çok da doğru bir şeydir bu aslında: Bu işten anlayan birilerinin yeni çıkan kitapları okuması, onlara dair düşünmesi ve yazması gerekir. Benim de alıştığım ve sevdiğim bir formattır bu. Fakat Not Defteri’ni yazmaya başladığımda, biraz da BirGün’ün bana tanıdığı özgürlük sayesinde, kendimi bu formatın dışında metinler yazarken buldum. Yazılar gündelik hayatla edebiyat arasında bir yerde gidip geliyordu. Bunda BirGün’ün özgürleştirici tutumu kadar, benim dünyayı edebiyat üzerinden okuyup anlıyor olmamın da etkisi vardı. Edebiyatı hayattan kopuk bir şey olarak görmedim hiçbir zaman. Kitaplarda yazılı olan her şeyin gündelik hayatımızla sımsıkı bir bağı vardı. İyi bir romanın başından kalktığımızda dünyayı bambaşka bir ışık altında görüp, ona daha önce hiç bakmadığımız bir yerden bakardık. Edebiyat kağıtlar arasına sıkışmış ve sadece kelimelerden mürekkep bir şey değildi, basbayağı kanlı canlı ve nefes alıp veren bir varlıktı benim için. Yazmaya başladığımda, edebiyatla kurduğum bu yakın ilişki yazdıklarıma yansıdı. Böylece İstanbul’da bir kahvede etrafa gülücükler dağıtan bir kadın ile Çehov’un bir karakteri, arkadaşı tarafından ihanete uğramış bir lise öğrencisinin düş kırıklığı ile Fareler ve İnsanlar’ın bir sahnesi, ya da Charles Bovary’nin biçimsiz şapkası ile üniversiteye gideceğim sene annemin benim için ördüğü kırmızı kazak bir araya gelebildi.

Göz aradığı şeyi görüyor. Ben de etrafıma baktığımda edebiyat görüyorum. Yazmaya başladığımda bunu başkalarıyla da paylaşmış oldum. Hepsi bu.

Türkiye’de muhalif olmanın, yazı yazmanın, sözün değerini hatırlatmanın gün geçtikçe zorlaştığı bir zamanda, defterin ya da klavyenin başına geçmenin de zorlaştığını düşünüyor musun?

Bunca felaketin içinde edebiyattan ve gündelik hayattan bahsetmeyi bir lüks olarak görüyorum bazen. En son Marmara Depremi’nde böyle hissetmiştim. Hayatta kaldığım için çok mahcup hissediyordum. Yaptığım her şey, yediğim her öğün batıyordu bana. Bir ay boyunca, değişik bölgelerde enkaz üstünde çalışmıştım. Gördüğüm şeyleri uzun zaman hazmedemedim. Hala da etkisi tam olarak geçmiş sayılmaz. Son dönemde Türkiye’nin geçirdiği siyasi deprem de benzer bir etki bıraktı üzerimde. Geçenlerde BirGün Pazar’ın 500. sayısı için yazdığımda da söylemiştim: Yazarken çok zorlanıyorum bir süredir. Son bir iki senedir düzenli yazamıyorum zaten. Çoğu da edebiyat yazıları değil artık. Onların yerini, adaletsizlikler karşısında isyan eden, kimi zaman da kayıpların ardından yas tutan yazılar aldı. Not Defteri, başka her şey gibi, ülkenin siyasi gündeminin istilasına uğradı ve dönüşmek zorunda kaldı.

Sadece yazdıklarım değil, yazıyla ilişkim de değişti aslında. Eskiden büyük bir keyifle masa başına oturuyordum, hafta içinde notlar alıyor, anlatacak hikayeler biriktiriyordum. Fakat artık yazmak ağır geliyor. Gencecik insanların bombalarla parçalanarak katledildiği, çocukların tecavüzcüleriyle evlendirildiği, cesetlerin bile gömülmek için aylarca bekletildiği bir ülkede, başka bütün hikayeler önemsizleşiyor. Acılar bu kadar derinken, yazıyor olmaktan utanıyor insan. Depremde o kadar kişi ölmüşken, hayatta kalmış olmaktan utandığımız gibi. Hatta bu sefer daha da kötü. Çünkü bu depremi önleyebilirdik belki.

Fakat yine de yazmaya devam etmek gerekir. Bunu biliyorum. Söz söylemeye devam etmek gerekir. En çok da edebiyat lazım bize. Sadece Türkiye’yi değil bütün dünyayı yavaş yavaş ele geçiren hoyratlığa ve kötülüğe karşı en güçlü aracımız odur. Aslı Erdoğan’ın hapishaneden yazdığı mektupta söylediği gibi, bizi edebiyat kurtaracak. Dünyayı güzellik kurtaracak. Buna dair inancımı kaybetmiş değilim.

  • Kırmızı Kazak
  • Yazar: Meltem Gürle
  • Türü: Deneme
  • Baskı Yılı: 2016
  • Sayfa Sayısı: 424 Sayfa
  • Yayınevi: Can Yayınları
Doğuş Sarpkaya
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Öyküler, Yolculuklar ve Misafirlikler

Read Next

Sevimsiz Öyküler

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *