Eleştirel Kültür; Yeni Bir Eleştiri Dergisi

İlk sayısı iki aylık olarak çıkan Eleştirel Kültür, yazdan sonra aylık dönemselliği hedeflemekte. Dileriz ömrü uzun olur.

Başlığı şu şekilde de devam ettirebiliriz; yine mi eleştiri dergisi? Hafif bir sinizm içeren bu soru cümlesi, dikkat çekmek için belki iyi bir yoldur. Ama doğru bir gerçekliği ifade etmeyeceğini de hemen belirtelim. Evet, Eleştirel Kültür dergisinin elimizde ilk sayısında Ali Şimşek’in belirttiği gibi, günümüzde bir “dergi patlaması” yaşanmakta. Özellikle “mizah” kulvarında yer alıyor gibi görülen bir dergi çokluğu söz konusu. Ama bu dergi patlaması içinde merkezine/adına eleştiriyi oturtan pek yok. Her derginin eleştiri yazısı içermesi ayrı bir olgu olmakla, “eleştiri” gibi bir riski göze almak pek kolay değil demek ki!

TİMAŞ
TİMAŞ

Eleştirel Kültür dergisi, “EK” kısaltmasıyla, Mart-Nisan aylarında doğumunu duyurmaya başladı. Mayıs ayında, “Mayıs/Haziran 2017, Sayı 1” künyesiyle dağıtıma verildi. Kağıda basılı dergicilik yapmayı seçen, Ali Şimşek’e ekip başı olduğu yayıncı arkadaşların yoğun bir ön çalışma süreci geçirdikleri belli. Çünkü, ilk sayı kelimenin tam anlamıyla dopdolu.

İlk sayısı iki aylık olarak çıkan dergi, yazdan sonra aylık dönemselliği hedeflemekte. Dileriz ömrü uzun olur. Çünkü “alel usul” çokça tartışılan eleştiri meselesi ve “Türkiye’de eleştiri var/yok” iddialarının havada uçuştuğu kültür sanat ortamında, eleştirini varlığı veya yokluğundan öte “etki” meselesi önemli! Eleştiri, mevcut kültür-sana-edebiyat “üretimini” ne denli etkiliyor? Bu etkilemenin olumlu anlamda düşünüldüğünü de bilmem ayrıca belirtmeye gerek var mı?

Konu eleştiri olunca, soruların da ardı arkası kesilmiyor. Ya da iddialı ama bir o kadar da hüküm cümleleri kuruvermek çok çekici olabiliyor. Örneğin “Ne kadar kültürümüz var ki, eleştirimiz ne olsun” gibi. Kurduğumuz bu cümle için hemen şöyle bir istatistiki veri de oldukça kullanışlı: Dünya sanayi üretiminde, gayrı safi gelir ölçüt alındığında, dünyaya %1 dolayında olan katkımız son derece zayıf ve neredeyse acınası halde. Ama dünya sanat “üretimine” olan katkımız bu yüzdeye bile ulaşmıyor! Buyurun bezdirici bir tartışma konusu daha… Yani sanayicilerimiz/yatırımcılarımız, kobilerimiz, namı diğer kapitalistlerimiz sanatçılarımızdan daha çalışkan/üretken. Tabi buradaki “para” motivasyonunu göz ardı etmemek gerek.

Paranın sesi…

Para demişken, aslında sanat piyasası veya piyasalaşan sanat da parasal konuda çok masum değil. Mehmet Çebi’nin anlatımıyla (Habertürk, 28.05.2017, Yakın Plan) dünyanın plastik sanatlar piyasasında resmi verilerle yıllık 100 milyar dolarlık bir ciro var. Gayrı resmîsiyle bu ciro 200 milyar dolara ulaşıyor… Bunlar çok büyük rakamlar. Çebi, Türkiye için güncel rakamı 200-250 milyon dolar olarak belirtiyor. Sayın Çebi bu verileri anlatırken, nedense arada “Geziye” çakmayı da ihmal etmiyor. Gezi öncesi bu oranın 500 milyon doları bulurken, Gezi’den sonra düştüğünü belirtiyor. İlginç bir yaklaşım. Oysa buradaki temel kilit, lobilerden veya kötü niyetli komplo teorilerinden öte, batılı yatırımcının –sanat yatırımı dâhil- sisteme olan güven yitimi. Yani paranın rasyonelliği! İşte, eleştiri yaparken “eleştirellik” yitirilince, iş bu biçimde bir “çakmaya” varıyor. Bu çakma, Türkiye’deki eleştiri kültürünün ana görünümlerinden biri aslında. Sırf bu açıdan bile Eleştirel Kültür’ün önemli bir boşluk dolduracağına inanmaktayım.

Konuya para ve çakma bağlamından girmişken, yine sayın Mehmet Çebi üzerinden devam edelim. Sayın Çebi önemli bir koleksiyoner. Özellikle hat sanatı konusundaki çalışmaları ile önemli bir kişi. Ancak, bu konuyu, ani Osmanlı hat sanatını anlatırken de yine çakmayı ihmal etmemesi oldukça ironik. Osmanlı hat sanatının kesintiye uğramasını, Cumhuriyet modernizminin önemli bir kolu olan “harf devrimine” dayandırıveriyor. Âlimlerin bir gecede cahil olması gibi çarpıcı argümanları saygıyla karşılamak gerek. Bu bir düşüncedir, tartışılır. Ama, bir yandan da, Cumhuriyet’ten sonra dört önemli hat sanatçısının çalışmalarını sürdürdüğünü ve günümüzde hat sanatının Osmanlı dönemi hat sanatının çok ilerisinde olduğunu kesin bir dille belirtiyor. Öyle ki artık büyük gelişme kaydedildiği, modern işler yapıldığı tespitleri önemli ve sevindirici. Dahası, diğer İslam ülkelerinde hat sanatına dair ilginin bize göre fersah fersah geri olmasının nedeni olarak gösterdiği “cahillik” gerekçesi karşısında şapka çıkarıyor ve yerlere kadar eğiliyorum!

Şimdi, burada da bir eleştirellik konusunda çelişki var. Ya da, sorunsalı kendine göre bir söylem sistemine sokmak söz konusu. Çünkü, şimdiyi değerlendirirken nesnel davranıp, bu nesnelliği yaratan geçmişi ise çapraz/asimetirk görmek. İşte bu da bir eleştirellik sorunsalı. Sanatın ve hayatın her alanında “Eleştirel Kültür” yaklaşımına çok ama çok ihtiyacımız var.

Hat sanatı konusunda, 1970 yılında Tonguç Yaşar ve Sezer Tansuğ’un  “Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü” adlı kısa animasyon filmi, olağanüstü bir eserdir. Harf devriminden kırk sene sonra bile böyle serlerin yapılması, kültürel çöküş iddialarını bir kez daha gözden geçirmeyi gerektirmektedir. Aslolan yapmaktır. Yapılınca olmaktadır.

Tarihsellik ve İmparator Oğuz Çetin…

Eleştiri dergisinden öte, bir tarihsel geri bakış için geçmişi ele aldığımızda eleştiri sanki çok az kişini ilgi alanındaki bir düşünsel insan etkinliği gibi algılanabilir. Eleştirel pratikler için bir başlangıç noktası bulmak istesek, çizgiyi yazının bulunmasına, ya da alfabeye kadar geri götürmek bile gerekebilir. Ki bu da yeterli olmayacaktır. Çünkü bunu yaparken daha ilk elde, çağdaş eleştirelliğin gereklerinden birisi olan çok boyutlu bakışı yitirmiş sayılırız. Zira, tarihsellik bir yana, kronolojiyi yazıya veya alfabeye bağlamak, sözlü eleştiriyi atlamak anlamına gelecektir. Bu vurguda da yine, bir karşı çıkış olasılığı vardır; bir sanat disiplini olarak, bir kavramsal tür olarak “Eleştiri” o için o denli geriye gitmeye gerek yoktur, karşı çıkışı… Görüldüğü gibi, konu eleştiri olunca, işi çetrefilleştirmenin bin bir yolu bulunabilmektedir! İşin daha başında, içinden zor çıkılacak bir durumda buluveriyoruz kendimizi. Bu karmaşık durumdan nasıl çıkılır? Bu ve benzeri soruların yanıtını, nasıl çıkışlar olabileceğini EK’nın serencamı bize gösterecek.

Geçen hafta Türk futbolunun efsanelerinden Oğuz Çetin, katıldığı bir televizyon programında, futbol merkezli bazı eleştiri ve saptamalarda bulundu. Fatih Terim ile ilgili konuşurken, Terim’in değerini teslim ettikten sonra, o sistemde birilerinin bir yere gelmelerinde sadece bireysel yeteneklerin yetmediğini, camialara ve bazı güçlere dayanılması gerektiğini cesaretle söyledi. Aslında bu veciz söz ve saptama, sadece futbol için geçerli değil. Politikadan sanata, ticaretten bürokrasiye ve hatta aşka kadar hayatın her alanında geçerli bir sözdür bu. Bizim ülkemizde eleştirinin varlığı veya yokluğu (Ali Şimşek’i kızdıran sorular) bir yana, yerleşik, sürekli, nesnel ve saygın bir eleştirel birikimin olmaması –ya da hafızanın olmaması- sanat alanında da Oğuz Çetin’i akla getiriyor. Şöyle de denebilir; eleştiri dergisi ile ilgili bir yazıda, bir futbolcu referans olabiliyor! İşte memlekette eleştiri ile ilgili kalem oynatanların hali pür melali!

İşi sulandırmak bir yana, tarihsellikten söz etmişken, ülkemiz açısından aslında oldukça renkli bir eleştiri geleneği olduğunu da, yukarda söylediklerimizle çelişiyor gibi olsa da, söylemek yanlış olmaz. Siyasetname/Nasihatname geleneğinden risaleleler, şiirde ve fıkrada taşlama ve hicve varan geniş bir yelpazeyi anımsayalım…  Örneğin Yusuf Has Hacib ya da Kaşgarlı Mahmut’un eseri de bir yönüyle eleştiri başlığına girer. Kaşgarlı’nın Divânü Lugâti’t-Türk’ündeki Arapça eleştirisi önemli bir kaynaktır örneğin. Kaşgarlı’nın sahip olduğu dilsel-kültürel duyarlılık ve eleştirel bakışla Türk dilinin hazineler değerindeki şaheseri ortaya çıkmıştır.

Eleştirel Kültür ya da EK

Yazının başında risk almaktan söz etmiştim. Günümüzde yerli yerinde kavram, terim ve sözcükler yerine, farklı alanların “kariyerli” sözcük, kavram ve terimlerini kullanınca daha fiyakalı bir tablo oluştuğu düşünülüyor. Özellikle ekonomi alanındaki terimler, kavramlar çok moda. Sadece “satmak” üzerinden koskoca bir literatür ortaya çıkabilir, hikayenin satması/satmaması, politikanın, yöntemin… Eleştiri için risk almayı dile getirirken, bu anlamda bir söylem kaygımın olmadığını belirtmek isterim.

Bir dolayımdan öte, bir gerçekliği ifade temek istiyorum. Örneğin, Ali Şimşek üstadım, Recep İvedik filmleri dizisinin ilk başlarında bu filmlere ilişkin olumlu değerlendirmelerde bulunduğunu gördüğümde, eleştirmen olarak risk aldığını düşünmüştüm. Bana kalırsa, son filmle o risk gerçekleşmiştir. Bu konuda yazılacak yeni yazılara ihtiyaç var. Ben kendi adıma yazacağım yazıyı ertelemiştim.

Eleştirel Kültür’ün ilk sayısının ilk yazısı da bu konuda olunca, doğrusu üzerimden bir yük kalktığını düşünmüştüm. Ama, hala anladım ki, Recep İvedik konusunda yazmayı düşündüğüm yazıyı bir başkasının yazması bekleyerek, hala erteleme konumunda kalacağım. Filiz Elasu, çoğu bölümlerine katılmasam da, güzel bir Recep İvedik yazısı yazmış. Filiz Elasu da anladığım kadarı ile benim gibi bir yazı bekleyenlerden. Yazsını sonunda da buna yakın bir değerlendirmede bulunuyor.

Dergiye ilişkin bir ilk değerlendirme yazısında ve derginin ilk yazısına eleştiriyle girişmek, sanırım, yukarıda eleştirdiğimiz tipik bir “çakma” tepkisi içinde olmamızdan kaynaklanıyor. Oysa, tamamı eleştiriden, yani eleştirmenlerden oluşan bir dergiye ilişkin yazarken, daha temkinli olmak gerekir! Şaka bir yana, bir zamanların Argos ve Gergedan gibi dergilerini düşündüğümüzde, Ali Şimşek ve diğer değerli yazarlar her şeyden önce ergonomik bir dergi tasarımı yapmışlar. Tek elde tutup okunabilecek, kıvırıp, taşınabilecek. Ama bir o kadar da dolu dolu. Saklanılası bir nüsha.

İlk sayıda seçilen “Kaybetmenin cazibesi” teması anlamlı. Bu tema çerçevesinde, Onur Caymaz, Alper Erdik, Ubeydullah Güner, Taylan Kara ve B. Sadık Albayrak imzalı yazıları görüyoruz. Kaybetmeye ilişkin farklı yaklaşımları okumak güzel.

Tema dışında, bu ilk sayıda, dediğimiz gibi her bir başlığın ve tabi yazarın değerli ve önemli olduğu uzun bir listemiz var, Filiz Elası, kemal Ilıkkan, İsmail Sürücüoğlu, John Holloway (çeviri,EK), Kirkor Cezveciyan, Can Öktemer, Volkan Hacıoğlu, Donald Kuspit (Türkçesi, Nesli Türk), Durmuş Akbulut, Suat Hayri Küçük, Sylvere Lotringer (Türkçesi, Nesli Türk), Ali Gazi, Lütfiye Bozdağ, Mustafa Tüzel, Aysun Öner, Ahmet Ergenç, Tuncer Çetinkaya, Anıl Koç, Haydar Ali Albayrak yazılarıyla çok iyi emek vermişler. Öyle ki, kimi yazarların yazılarını birkaç kez okumak gerekiyor, keyif ve bilgi için. İlk sayıda bu zamanın olmazsa olmazı olan dijitale yer verilmesi (Ali Gazi, Sanatın Paralel Evreni: Dijital) ayrıca ve özellikle kutlanası bir durum.

Dergi bu denli dolu olunca, sanırım bir aylık dönemselliğe girdiğinde, okumak için bir ay yetmeyecek.

Ali Şimşek sunu yazısının başlığında “Eleştiri… Şimdi?” diyor. Biz de şimdiyi anlamamızda yol açıcı olacağını şimdi söyleyebiliyoruz. En azından beklentimiz budur.

  • EK, Eleştirel Kültür
  • Yayın Yönetmeni: Ali Şimşek
  • Editörler: Suat Hayri Küçük, Kirkor Cezveciyan, Selman Akıl, Özgür Atak Öztürk, Fikiz Elasu
  • Görsel Yönetmen: Fatih Mutlu

Sabri Kuşkonmaz
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

İnsanüstülük Taslayanlar

Read Next

Mukavemet Dergi Haziran sayısıyla raflarda…

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *

Follow On Instagram