Ercan Kesal: “Her şeyin bir iktidarı var, sanatın da!”

Nasipse Adayız isimli romanını vesile ederek Ercan Kesal ile kitabı, sinema, sanat ve hayat üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.

Sizin eserlerinizde başka türlü bir samimiyet başka türlü bir sadelik var. Nasipse Adayız romanı da bu açıdan aynı özellikleri taşıyor. Bunu nasıl “başarıyorsunuz”?

Ercan Kesal: Teşekkür ederim böyle düşündüğün için. Bu bir başarıysa eğer, belki şöyle açıklayabilirim: Her şeyin bir iktidarı vardır. Bilginin de öyle. Burada, kuşkusuz sadece politik bir iktidardan söz etmiyorum. Ben bir hekimim; mesleğinizin de aslında, eğer kullanmaya kalkışırsanız, iktidarı vardır. Pekâlâ, hastayla hekim arasında da, eğer hekim kullanmaya kalkışırsa elbette hekime ait bir ‘bilgi iktidarı’ vardır. Çünkü bir şeyleri başkalarından farklı olarak bilme, erkenden öğrenme ve ona sahip olma gibi bir ayrıcalığa sahip olmuşsunuzdur. Sanatın da böyle bir iktidarı, eğer kullanmaya kalkışırsanız var! Ama tam burada Tarkovski’nin lafını hatırlamak lazım: “Yetenek bir imtiyaz değildir”. Yetenek, hizmet etmekle mükellef olduğun bir şeydir. Edebiyatta da pekâlâ o sözcüklere takla attırabilirsin. Bir söz tanrısıysan(!) madem, (şair bir abim böyle tarif ederdi) okuyucunu hipnotize edebilirsin, okuyucunun aklını çelebilirsin. Sinemada da bu mümkün… Hatta daha kolay… Öyle kolay ki, zaten ışıkları kapalı bir salonda, sadece bir bölgesi aydınlatılmış bir yere baktırarak ona bir şeyler gösteriyor ve anlatıyorsun.

Edebiyatta da, sinemada da, hekimliğimde de, bunları fark ettim. Ve hızla bu tuhaf iktidardan vazgeçmem gerektiğini düşündüm. Bilgi örneğin, yine tırnak içinde söylüyorum, ‘ayağa düşmeli.’ Sahip olanın onu bir iktidar aracı olarak kullanması mümkün olmamalı. Yani, bilginin kendine dönük, kendisi için bir iktidarı olamaz. Bilgi, ne kadar çabuk ve ne kadar çok kişiye yayılırsa işte o zaman işini yapmaya başlar. Edebiyatta da bunu yapmaya çalışıyorum. Bunu yaparken şundan vazgeçmiyorum ama; savruk, keyfi, kendiliğindenci bir dil ve üslup tuzağına düşmemeye çalışıyorum. Olabildiğince sade, olabildiğince samimi, olabildiğince fazlalıklardan arındırılmış bir metnin peşine düşüyorum. Metni defalarca yazdıktan sonra tekrar tekrar okuyor, düzeltiyor ve onu fazlalıklarından arındırmaya çalışıyorum. Tabii ki, bütün derdim şu iddiadan kurtarmak: ‘’Ey okuyucu! Bak şimdi, senin bilmediğin öyle laflar var ki bende. Öyle süsler, öyle benzetmeler var ki!’’

Ben bu tuzağın dışında yazmaya ve yaşamaya çalışıyorum. Mesele bir iktidar-muhalefet meselesi anlayacağın… Daha doğrusu bir iktidarın kullanılma ve kullanılmama meselesi.

image (2)

Nasipse Adayız romanının biraz “Zübük”le akrabalığı var gibi. Uzak bir çağrışım üzerinden söylüyorum. Ne dersiniz?

Ercan Kesal: Kesinlikle katılıyorum. Tabiî, Zübük romanında, aslında akılda kalan, kalması gereken, Aziz Bey’in söyledikleridir:

‘’ Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz.

Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz …’’

Nasipse Adayız’da da, romanın kahramanının, kendine en çok şaşırdığı yer, “meğer ben de çok farklı değilmişim, pekâlâ ben de çabucak bu kirli oyunun bir parçası olabiliyormuşum” dediği yerdir.

Kahramanımız Kemal Güner bir konuşma için gittiği radyoda, radyonun parti üyesi yöneticisinden, kendisini ilçe belediye başkanlığı için düşündüklerini, il başkanlığı ve genel merkez düzeyinde ‘sondaj’a başladıklarını öğrenir. Röportaj’dan sonra sokağa adımını atar atmaz da belediye başkanı haleti ruhiyesine çoktan kaptırmıştır kendisini. İçindeki saklı iktidar olma isteği görünür olmaya başlar sanki.

Demek, kendimizde fark etmeden yaşadığımız, o kadar derunî ve karanlık taraflarımız var ki! Bu yüzden, Aziz Bey’in Zübük romanında dediği gibi: “Zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz.” Hakikaten hepimizin içinde bir Dr. Kemal Güner’lik, hepimizin içinde bir yerlere, birtakım mahfillere ‘aday’lık ya da ‘aday adaylığı’ hevesi var. Eğer iktidar elimize verilirse, iktidar şansını yakalarsak, o içimizde bir yerlerde saklı duran hükmetme isteği; “işte şimdi tam zamanı”, “benim de zamanım geldi” duygusu nasıl böyle hızla açığa çıkabiliyormuş, oradaki kahraman üzerinden anlatmaya çalıştım. Bir saptama yapayım burada, kitaptaki kahramanlar arasında en acımasız davrandığım da Dr. Kemal Güner’dir. Yani diğerlerini pekâlâ affedebiliriz. Çünkü neticede onlar çok daha donanımsızlar ve çaresizler.

Kitabın sonunda, bir karakter Kemal Güner’e şunları söyler: ”Bak Doktor! Bi şey söyleyeceğim sana, sakın alınma. Bu söylediklerimi de unutma. Her dönem sizin gibi güzel arkadaşlar gelir, biraz vitrinde dururlar. Paralarını, zamanlarını harcar sonra da giderler. Üzüntüleri, yorgunlukları da cabası. Bu hep böyledir biliyo musun? Biz hiç bir yere gitmeyiz ama! Burası bizim işimiz ekmek kapımız. Gidecek başka bir yerimiz yok çünkü. Onun için biz hep buradayız tamam mı ?” Kemal Güner’in başına gelen sizin de başınıza gelmiş gibi?

Ercan Kesal: Benim de böyle bir deneyimim oldu. Ama roman sadece bundan ibaret değil. 2000’li yıllarda Beyoğlu’nda bir aday adaylığı sürecim oldu. Politikayı zaten hep yapan, politikanın içinde olan ve halen de politikadan kopmayan birisiyim. Bundan başka türlü de düşünülmez zaten ama bu ‘reel politika’ denilen şeyin ne menem bir şey olduğunu o süreçte çok daha içeriden ve yakından yaşadım, öğrendim. Meğer o kadar da tanımıyormuşum, içinde yaşadığım muhiti, o insanları, hastalarımı. O ana kadar başka türlü bir ilişki kurmuşum onlarla. Daha soğukkanlı, mesafeli ve turnusol kâğıdına batırılmamış bir ilişkiymiş meğer. Bir bakıma o süreçte, ilişkilerimizi turnusol kâğıdına batırdık; karşılıklı, onlar da ben de. Bir süre sonra onlar da, ellerindeki tek ‘güç’ olan, dört beş yılda bir kullandıkları bir silah gibi duran, oy verme gibi ya da bir yerin delegesi olma ya da bir yerin üyesi olma gücünü doya doya, sonuna kadar kullanmak istiyorlar. Çünkü şehir onlara çok korkutucu geliyor, maddi manevi birikimleri daha az. Geleceğe dair endişeleri çok daha fazla. Bu yüzden onları anlayabiliyorum Ama, ‘’be hey Doktor Kemal Güner! Senin ne işin var oralarda, neyin derdindesin de bu âlemin çarpık ilişkilerine çabucak ayak uyduruyorsun? ‘Madem öyle, ben de bu oyunun kurallarını onlardan daha iyi oynarım’ özgüvenini birdenbire nasıl edindin böyle? O güne kadar yaptığın bütün iyilikler aslında sadece kendin için miydi?’’

Bu yüzden; Nasipse Adayız’da, sadece bir politik hikayenin ve hicivin ötesinde, bir insanın kendi içsel yolculuğu ve trajedisi de vardır.

image

Buna ek olarak bir röportajınızdan anımsıyorum. Nasipse Adayız romanının film olarak hayata geçirilmesi söz konusu mu?

Ercan Kesal: Bu hikaye, tretman olarak bir kenarda duruyordu zaten. Biliyorsunuz, tüm senaryo, hikâye, işte roman ya da uzun hikâye çalışmalarının bazıları başlarsınız biter, bazıları bir kenarda bekler. Bir şey yazarsın, o yürümeyince, o arada okuduğun bir şey daha ilgini çeker, onun üzerinden koşmaya, yazmaya başlarsın. Biraz böyle oldu… Benim için hep yazılmayı bekleyen bir meseleydi Nasipse Adayız’ın hikayesi. ‘Bundan iyi bir film olur, bir senaryo çıkar bundan’ düşüncesiyle kenarda beklettiğim bir hikayeydi. Sonra bunu bir novella yapabileceğime hükmettim. Editörüm de cesaretlendirdi bu konuda. Şimdi de senaryolaşıyor, nasipse! Bir süredir onun üzerinde çalışıyorum. Bunu film olarak çekeceğim.

Belli bir takvimi var mı? Şu zamanda başlayacağım, diye bir şey söyleyebilir misiniz?

Ercan Kesal: Bilemiyorsun onu. Şöyle anlatayım; her filmin bir yapım süreci var. Ön hazırlığı, ona bir kaynak bulma, yurt dışı ve içinde ortaklıklar, Kültür Bakanlığı desteği vs… Ondan sonra kendini hazır hissettikten, daha doğrusu projenin güvencede olduğunu hissettikten sonra ancak, mekân, oyuncu seçimi, setin, ekibin oluşturulması vs. gerçekleşiyor… Bütün bunların hepsi, bir, bir buçuk hatta bazen iki yılı bulan süreçler.

Edebiyatın olanakları mı sinema yapmanın olanakları mı hangisi daha kolay?

Ercan Kesal: Edebiyat daha kolay yapılan bir iş, tek başına okuyup yazabilirsin, sinema gibi endüstrileşmemiş. Bu akşam oturup yeni bir hikâyeye başlayabilirim. Bunun için kendimden başka hazırlık yapacağım kimse ya da özel bir ortam yok. Sinema, bir yönetmenin dünyası olarak düşünülür ama bileşenleri çoktur. Mutlaka iyi bir ekiple, iyi bir set süreciyle, belki daha sonra iyi bir post prodüksiyonla buluşmak zorundasın. Fakat onun da şöyle bir şansı var; dolaşımı çok güçlü ve hızlıdır. Yazdığın bir hikâye, şiir ya da roman, neyse işte, belli sayıda basılmıştır, üzerinde konuşulur ya da konuşulmaz. Ama iyi bir film yapmışsan eğer, emin ol, bütün dünya senden söz etmeye başlar. Sinemanın, görselliğin böyle bir gücü var. Ben ikisini de yapan, ikisine de şahit olanlardanım. Şanslıyım bu işte. Çünkü edebiyatı sinemacı gibi, kamera tekniğiyle, sinemacı kafasıyla, onun zaviyesinden bakarak yapıyorum. Sinemada da edebiyatçı tarafımla yer alıyorum. Yani oynarken de, senaryolarımı yazarken de, sürekli edebiyattan, edebiyattaki kahramanlarımdan, o tematik yapılardan besleniyorum. Beni profesyonel bir oyuncudan ya da bu işi profesyonel yapanlardan daha şanslı kılan da bu galiba.

Son olarak, Krzysztof Kieslowski mi? Theodoros Angelopoulos mu?

Ercan Kesal: Ah!… İkisini de severim, ama, galiba Krzysztof Kieslowski!

Cengiz Kılçer
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Julius Caesar’ın İşleri…

Read Next

Eşekarısı Fabrikası – Ölümcül Bir Kehanet Kutusu

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *

Follow On Instagram