
Kapalıçarşı Cinayeti adlı ilk romanı 2013 yılında yayımlanmıştı. İkinci kitabı Cadıbostanı Cinayeti Nisan ayında Mylos Kitap’tan çıkan Esra Türkekul’la, romanları, Berna ve hayat hakkında sohbet ettik.
İlk romanı Kapalıçarşı Cinayeti’nde rehberliğini yaptığı Amerikalı Reynard çiftinden Andrew öldürülünce kendisini paldır küldür dedektif olarak bulan Berna Tekdemir, Cadıbostanı Cinayeti’nde bile isteye dedektifliğe soyunuyor. Daha kendine güvenli, daha istekli bir dedektif artık. İlk romanda karşımıza çıkan Fatih ve İlker yeni rütbeleriyle yeni romanda da yerlerini alıyorlar. Fatih ve İlker’e ek olarak, Berna’nın eski sevgilisi Levent ve teyzesi Nazmiye de kurguya renk katıyorlar.
Kocaman bir şantiyeye dönen İstanbul’un elit Caddebostan sahilinde bir cinayet işleniyor. Çevirilerden ve yarım günlük turlardan para kazanan, ilk romandaki depresyonu hafiflemiş Berna balıklama dalıyor cinayet araştırmasına.
Kimi kahramanlar yıllardır tanıdığınız kişileri çağrıştırır. Yazar sanki o tanıdığınızı yazmıştır. Esra Türkekul’un önce Kapalıçarşı Cinayeti’nde daha sonra Cadıbostanı Cinayeti’nde boy gösteren kadın karakteri Berna Tekdemir bu tür karakterlerden.
Berna; ablanız, arkadaşınız, bir zamanlar yakın olduğunuz iş arkadaşınız olabilecek bir karakter. Esra Türkekul Kapalıçarşı Cinayeti’nde kilo problemi dolayısıyla fiziğinden hoşnut olmayan, evden spatulayla kazınabilecek kadar sosyallik sorunu olan, başladığı işleri kendisi dâhil kimseyi mutlu edebilecek biçimde bitiremeyen bir kadın olarak resmettiği Berna’yı Cadıbostanı Cinayeti’nde daha dışa dönük, biraz daha kendiyle barışmış olarak çiziyor.
Bu hafta kendisiyle barışmış “bizim kız” Berna hakkında Esra Türkekul’la yaptığımız söyleşiyi okuyacaksınız.
İyi okumalar.
Esra Türkekul’la Berna, Kapalıçarşı ve Cadıbostanı Cinayeti Üzerine
Biz sizi kitaplarınızdan tanıyoruz. Okuyucularımız için biraz kendinizden bahsetmenizi istiyorum. Yazma serüveniniz nasıl başladı, neden yazıyorsunuz, nasıl yazıyorsunuz?
Mühendisim, uzun süre finans sektöründe çalıştım. Sonra bıraktım, sektörden çıktım, tam ne yapacağımı da bilmiyordum. İspanyolca kursuna gittim. Turist Rehberliği Sertifikası aldım, bazı vakıflarda çalıştım. Derken; inanın şunu hatırlamıyorum, ben niye, nasıl kitap yazmaya başladım. Yazmaya merakım vardı, hevesim de vardı. Belki her insan düşünür ben bir kitap yazsam nasıl olur diye. Zamanım vardı, müsaittim hani şansımı deneyeyim diye başladım açıkçası. Nasıl söyleyeyim bir projem olup da bunu mutlaka yazmalıyım gibi değil de kitap yazmak istiyorum, yapabilecek miyim, uzun bir metni baştan sona bitirebilecek miyim diye başladım. İlk kitabı yazarken çok deneme yanılma yaptım. Yani çok değiştirdim. Basılan ilk kitabım olan Kapalıçarşı Cinayeti kitabının ilk yazdıklarımla alakası yok. Gerçekten yazarken öğrenmiş oldum biraz nasıl yazabildiğimi. İlk kitapta polisiye kurgu biraz geri planda kaldı. Tecrübesiz olduğum için kafamdaki fikirleri sonuna kadar planlamamıştım. Yine de tutarlı olmasına özen gösterdim. Baştan sona bir tutarlılık olsun diye, olayın içinde bir saçmalık olmasın diyerek esas ona özen gösterdim. Belki bu nedenle polisiye kurgu daha geri planda kaldı.
İkinci kitapta Cadıbostanı Cinayeti’nde polisiye kurguya daha fazla ağırlık verdim. İkinci kitapta artık şunu biliyordum. İlk kitaptan sonra artık bir tane kitap bitirmişim, uğraşırsam bunu da bitiririm diyebiliyordum. İkinci kitapta şöyle, siz okudunuz biliyorsunuz, katilin kim olduğu üç aşağı beş yukarı biliniyor, anlaşılıyor, nasıl yakalanacağı meselesi öne çıkıyor.
Sizin kitaplarınız da çok ortada olan, çok bilinen, çok okunan kitaplar değil. Ama çok okunsa ne iyi olur denilecek kitaplardan. Harcanıyor mu sizce kitaplarınız?
Ben kendime öyle kondurup söylemiyorum ama eminim yani harcanan diyeceksek bir dolu kitap ve yazar vardır. Hiçbir kitap ekine çıkamayan, hakkında en ufak söz edilmeyenler de vardır eminim. Ayda neredeyse bin-2 bin kitabın basıldığı bir ortamdan bahsediyoruz. Ciddi bir üretim yani.
Kitaplarınıza dönersek. Berna şahane bir karakter. Sıradan ve şahane. Ben okuduğumun ertesi günü hemen Perge’ye bahsettim, çok güzel bir karakter, mutlaka okumalısın diye. Berna nasıl ortaya çıktı, Berna’yı oluştururken esinlendiğiniz bir kişi var mıydı?
Bir karakteri ilgi çekici yapan şey karakterin böyle kâğıt üzerindeki nitelikleri değil. Yok efendim adam 12 dil biliyormuş, fotografik hafızası varmış falan değil. Böyle kâğıt üzerinde bir takım özellikler atfetsek de o onu ilginç veya okunur hale getirmiyor. Mesela Oblomov örneğini düşünün. Çok normal çok sıradan bir karakter, sıkıcı. Oblomov’un ne özelliği vardır denilse sayamazsınız bile. Benim çok sevdiğim bir romandır. Ama çok ilgi çekici bence… Neyi ilgi çekici; yazarın sonuna kadar bir karakterin üzerine gittiğini fark ediyorsan o ilgi çekici oluyor.
Bir de FBI’yla bir cinayet çözeceksen farklı oluyor, karmaşık oluyor, sıradan bir kişiyle çözersen farklı oluyor. Sıradan insanın yapabilecekleri benim hep ilgimi çekmiştir, önemserim bunu. Dediğim gibi benim eğilimim o yönde daha küçük hayatlar, mütevazı karakterler. Büyük anlatılar peşinde değilim. Kendi dünyam da öyle. Zamanla değişebilir elbette.
Bir de benim dünyam bu kitapla sınırlı değil tabii ki. Tüm ilgi alanlarını da kitaba koyamıyorsun. Kitabın ve karakterin kendi dünyası var.
İlk kitapta polisiye kurguyu daha geride tuttum, Cadıbostanı Cinayeti’nin kurgu anlamında da bir zevk vermesini istiyordum. Onu da sahicilik hissini bozmadan ve çünkü yama gibi gözükebilecek bir durum olabilirdi, bir denge oluşturdum. Böylece ikinci kitapta polisiye kurgu daha ön plana geçti.
Kapalıçarşı Cinayeti’nde Berna karakterinin serimi yapılıyor, karakteri anlamak açısından. Okuyucu ikinci romanınız olan Cadıbostanı Cinayeti’nden de başlayabilir okumaya ama ilk kitabınız Kapalıçarşı Cinayeti’ni okursa Berna karakterine daha iyi vakıf olabilir. Okurken Berna’nın daha fazla macerasını okuyacakmışız gibi geliyor ama bir söyleşide üç kitapta bırakacağınızı söylemişsiniz, bırakacak mısınız?
Üçüncüyü macerayı da yazacağım sonra belki farklı bir şey denerim diye düşünüyorum. Onu da pek bilmiyorum. Kesin konuşamıyorum. Üçüncü de olsun bakalım neye evirilecek durumlar ve olaylar.
Ama sanki devam edebilir gibi…
Berna’dan yürüyebilirim diyorsunuz yani. ( gülüşmeler) Bakalım üçüncü de olsun. Neye evirilecek görelim.
Cadıbostanı Cinayeti’nde depresyonunu atmış, biraz zayıflamış bir Berna görüyoruz. Kapitalizmin moda ve güzellik fetişiyle beyni yıkanmış insanlar olarak 38 bedene düşeceği zamanı bekliyoruz.( gülüşmeler)
Öyle bir şey bekliyor değil mi insan? Tabii çok seviyoruz öyle hikâyeleri değil mi? Dipten gelip böyle zirvelere gidenleri…
Romanlarınızı yazarken bütün kültürel altyapınızı kullanmadığınızı, her şeyi hikâyenin içine sokmadığınızı söylediniz. İyi ki de öyle yapmışsınız.
Her şeyi koymuyorum romanın içine. Koyduklarım da tecrübesiz bir yazar olduğum için en çok benim kafamı kurcalayan noktalar, çevremi gözlemlerken en çok dikkatimi çekenler, ele almak istediğim ve ilgimi çeken temalar oluyor. Örneğin psikiyatriye meraklıyım konu hakkında kitaplar okurum. Bağımlılık, kilo problemi, orta sınıf insanların kendine dert ettiği şeyler… Bunlar nasıl söyleyeyim benim bir kısmını yakınlarımda gözlemlediğim durumlardı, onları seçtim romanlarıma. Hep öyle diyorum; bildiğim yerlerden yazmaya başladım. Berna karakteri de öyle oluştu.
Peki romanlarınızı sinemaya uyarlanabilir buluyor musunuz? Sinemayla ilgili teklifler geliyor mu?
Şimdi sinemanın senaryo mantığı falan çok farklı. Ben de açıkçası o konuda çok da bilgili değilim. Ben öyle bir işe girer miyim girmez miyim çok bilemiyorum.
Peki siz neler okuyorsunuz? Polisiye okuyor musunuz?
Polisiye okuyorum ama polisiye dışında da kitaplar okuyorum. Nörolojiye meraklıyım, Oliver Sacks’ın kitaplarını seviyorum. Irvin Yalom’u seviyorum. Felsefi arka planı da sağlam bir yazar. Klasiklerden Dostoyevski ve Tolstoy’u çok çok seviyorum.
Yalnızca o yazarla hayatımı geçirebilirim dediğiniz bir yazar var mı?
Öyle demeyim de polisiyeden örnek vereyim, son dönemde Ruth Rendell’i seviyorum. Ruth Rendell’in Müfettiş Wexford serisinden değil de onun dışında tek tek yazdığı kitapları var. Onları çok seviyorum. Ruth Rendell’in karakterleri veriş biçimini çok seviyorum. Karakter ve olay örgüsünü çok iyi üst üste bindiriyor. Ben çok büyük bir tatmin alarak okuyorum.
Türkiye’de polisiye denilince geniş bir suç edebiyatını kapsıyor. İngilizcede daha kategorilere ayrılmış. Bazı macera gerilim romanlarını da psikolojik gerilimleri de biz polisiye diye adlandırıyoruz. Benim dediğim polisiyede İngilizce karşılığı crime novel -işte suç- romanları, onun altında mystery yani gizem, gizemli olaylar değil de bir cinayet işlenir onun gizemi, detective story ya da whodunit yani kim yaptı polisiyesi. 221 B Dergisinin Ülkeler Dosyasında da yer aldı. Örneğin İngiliz romanlarında müfettiş soruyor; saat 10: 42 de ne yapıyordun? Ben 10.42’de bilmem kimle kahvemi içiyordum, o sırada müzik dinliyordum vs. Aslında bir bilmece halinde suçun çözülmesi ve analiz edilerek ve mantık oyunlarıyla çözülmesi falan aslında ülkelere bağlı bir şey. Mesela iç savaş yaşanan bir Ortadoğu ülkesinde, kim vurduya gidiyor insanlar. Polisiye romanlarında bazen katilin kim olduğu bile önemli olmuyor, sadece süreç ve suç ortamı önemli oluyor. Veya bir Afrika ülkesinde bir adli tabibin gelip inceleme yapamadığı bir vakayı nasıl araştırabilirsiniz? Orada başka şeyler ön plana çıkıyor. Ülkenin gelişmiş düzeyiyle ve ülkedeki adli sistem veya kolluk güçlerinin durumuyla polisiye roman birebir ilgili. Benim romanımın formatı belli. Türkiye’de benimki de dâhil Kim yaptı? polisiyesi yazılıyor. Ama ben Türkiye’de başka örnekler de çıkacağını düşünüyorum. Özellikle bu son yıllarda geçirdiğimiz süreçlerden sonra, bir hazmedilme dönemi geçirildikten sonra, siyasi polisiyeler yazılacak diye düşünüyorum. Polisiye edebiyatın üreticisinde de okuyucusunda da bir artış görüyorum.
Kitaplarınızı yazarken bir ritüeliniz var mı?
Bir ritüelim yok, o düzeni ben hiç kuramadım. Çünkü bana yazmaktan daha zoru düşünmek ve planlamak geliyor. Bazı yerlerde çok takılıyorum mesela bir ay belli bir sorunu düşünüyorum. Kolayca yazamıyorum yani öyle söyleyeyim. Önce bir ön düşünme süreci yaşıyorum, nasıl bir şey yazabilirim diye, ondan sonra dediğim gibi yazmaktan daha çok olayı oturtmak, çerçeveyi çizmek zor geliyor bana. O yüzden de düzenli yazamıyorum. Kitapla ilgili bir sorun yaşıyorsam ancak o sorunu aştığımda yazabiliyorum.
Notlar alarak…
Evet notlar alıyorum, kimi zaman kitabın ortalarında da takılıyorum. Kitabın değişik aşamalarında takılabiliyorum yani o yüzden de kolay yazamıyorum. Tabii yazıp da bırakmıyorum. Üç dört kez üzerinden geçtiğim oluyor. Okurken rahat rahat yazılmış gibi bir hava olabilir ama öyle değil benim açımdan.
Cümleleri fazlaca kurcalayıp yapay hale getirmemek için de uğraşıyorum tabii, o da rahatsız edici oluyor okuyan kişi açısından.
Çok “çalışılmış” metinler belli oluyor zaten çoğu kez didaktizme kayıyor.
İşte o çok riskli, ilk kitaplarda öyle bir tehlike var. Çok ayıkladım ben mesela Kapalıçarşı Cinayeti’nde. İnsan aklına gelen her şeyi doldurmak istiyor. Kitaba koymak istediğin şeyler çok oluyor, bir şey görüyor, duyuyorsun ve onu koyuyorsun. Ama sonra o eklediğin kitabın dünyasıyla barışmadığı, uyumlu olmadığı zaman ayıklıyorsun. Zaten işin büyük bir kısmı da eleme yapmak. Çünkü her gün kafamızdan milyonlarca şey geçiyor, siyasi olarak gündemler hepimizi etkiliyor, onları eleyip hangisinin kitaba uyacağını bulmak da büyük bir iş oluyor.
Zaten ülkemiz de siyasi olarak gündemin çok hızlı değiştiği bir ülke…
Ya evet bir kitabı yazmak iki yıl sürüyor diyelim. Bu sürede ülke gündemi, kendi kişisel sorunlarımız, her şey değişebiliyor. Üç ay bir şeye üzülüyorsun, ailenin bir sorununa kafanı takıyorsun, başka bin tane sorun olabiliyor. Kendi gündemini kitaba sokmak mümkün değil. Kitabın dünyasına girdiği kadarını vermek lazım gibi geliyor bana.
Siyasi gündem de polisiye romanların gündemi olabiliyor, siz nasıl yaklaşıyorsunuz bu konuya?
Siyasi konularda şunu söyleyebilirim, kitabın karakterlerinin dünyasında siyaset ne kadar yer alıyorsa benim kitaplarımda da siyaset o kadar yer alabiliyor.
Cadıbostanı Cinayeti kentsel dönüşümü konu alan gayet siyasi bir kitap bana göre.
Yani dediğim gibi o dünyaya ne kadar girebiliyorsa o kadarına yer veriyorum. O dünyaya giremiyorsa benim aklıma gelse de sokmuyorum.
Benim kendi açımdan çekincem şu: Üç yıl sonra gündem değişmiş oluyor, ya da o yazılan konu o kadar sakıza döndürülmüş oluyor ki anlamını ve önemini yitiriyor gibi.
Karakter olarak Berna’nın sizin önünüze geçtiği oldu mu? Yahu bir dur artık noktasına gelindi mi hiç?
Öyle bir şey olmadı. Ben hayatımın yüzde doksanında yazar kimliğimle yer almıyorum. Benim de kendime dair küçük büyük sorunlarım, uğraşlarım, dertlerim oluyor. Kitap benim için hep düşünsel bir uğraş oldu. Kendimi duygusal olarak karaktere de yazarlığa da çok kaptırmıyorum. Benim için dediğim gibi düşünsel bir uğraş yazarlık. Bana zor gelen bir uğraş. Ama biraz önce dediğim gibi sorunları çözmek üzerine düşünmemi gerektiriyor ve bu da beni tatmin ediyor. Benim hayatımı çok etkilemiyor açıkçası.
Berna’nın sizinle örtüşen yanları var mı?
Elbette var. Ben birey olarak değil de tipoloji olarak Berna gibi orta sınıf bir hayatın içindeyim. Berna benim yaşadığım yerlerde, benim haşır neşir olduğum tarzda insanlarla haşır neşir oluyor. Benim de fikrim olan şeyler oraya düşmüş oluyor. Var tabii ki yani. Ama ben onu hiç bir zaman kendimi anlatayım diye düşünmedim. Böyle düşünsem blog açarım. Kafamı kurcalayan meseleler, anlatmak istediğim temalar için bir araç Berna, öyle görüyorum.
Son olarak Kitap Eki aracılığıyla okurlarınıza bir tavsiyede bulunmak ister misiniz?
Yazarak düşünmek insan için iyi bir uğraş. Eğer ilgisi olan varsa cesaret edip denemelerini öneriyorum. Ayrıca Kitap Eki’ne çok teşekkür ediyorum.
Biz de çok teşekkür ederiz, güzel sohbet için.
- Çağatay Yaşmut’tan Moda Cinayetleri - 16 Şubat 2019
- Bir Sevgi Masalı ve Organik Kitaplar - 19 Ocak 2019
- Domingo’dan Böcek Çılgınlığı - 12 Aralık 2018