Ezilenlerin gözünden Cumhuriyet: Haraç

Füruzan’ın Haraç öyküsünde kullandığı ve insanda görüyormuş, yaşıyormuş hissi uyandıran betimlemeleri, abartıdan uzak, inandırıcı ve yalın özelliğiyle verilen duyguların yoğunluğunu sahici kılmakta, hem de anlatımı masallaştırmaktadır.

Haraç, Füruzan’ın dönem öykülerinden biridir. 1914 ile 1961 yılları arasındaki zaman diliminde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşümün yarattığı sosyal değişiklikleri, sınıfsal bakış açısıyla anlattığı duygu yüklü bir öykü. Bu dönem aynı zamanda dünyada da imparatorlukların yıkılıp ulus devletlerin kurulduğu dönemdir.

vertical-harac

Füruzan’ın, bir günlük anlatı zamanı kullanılarak büyük bir zaman dilimi içinde oluşan dönüşümü, sürükleyici bir dille anlattığı öyküde kronolojik sıraya uygun bir zaman kurgusu yoktur. Hikâyede hem an, hem geçmiş hem de gelecek iç içedir. Yaşlanmış ve mahallede ‘Deli Saraylı’ diye isimlendirilen, ana karakter Servet, geriye dönüşlerle ana taşınan geçmiş anlatılmaktadır. Dramatik anlatım dili kullanmıştır.

Füruzan’ın Haraç öyküsünde kullandığı ve insanda görüyormuş, yaşıyormuş hissi uyandıran betimlemeleri, abartıdan uzak, inandırıcı ve yalın özelliğiyle verilen duyguların yoğunluğunu sahici kılmakta, hem de anlatımı masallaştırmaktadır. Buna örneği hemen kitabın başında, Servet’in geldiği yerleri hatırladığı bölümde görüyoruz;

“Geniş bir toprak yolun kıyısında dizili kavruk ağaçlar görüyorum. Eprimiş örtüler örtünmüş kadınlar, bakır bakraçlar taşıyarak geçiyorlar. Hava kararana doğru iki pencereli topraktan çıkma evlere, asık yüzlü adamlar giriyor. Yoğurt mayası kokan, ocağı isli, loş mutfaklardan birinde saçı örgülü bir kadın duruyor. Kadının çevresinde irili ufaklı çıplak ayaklı çocuklar var, bez entariler giymiş. Kadın içlerinden birini kucaklayıp emziriyor. Mavi damarlı memesi taşkın süt dolu. yüzü belli değil, ..”(sf:9) Gözümüzün önünde canlanan o mutfaktaki yoğurt mayasının kokusunu burnumuzda hissediyoruz, yoksulluğun sızısını ve insanların umutsuzluğunu yüreğimizde duyuyoruz. Anlatılan şehrin yoksulluğunu ve acılarını, adamların asık yüzlerinde, çocukların çıplak ayaklarında görüyoruz.

Bir örnek de, Servet’in çocukken satıldığı konaktan.

Artık genç kız olduktan, savaş bitip sahipleri konağı terk ettikten sonraki günlerde, o güne dek hiç görmediği arka bahçe anlatımından;

“Bahçeyi ilk gördüğümde ürkmüştüm.

Otlar, ağaçlar, yabangülleri birbirine dolanmıştı. Hiç ismini bilmediğim yüzlerce çiçek, yaprak, ot değişik renkte, değişik biçimde uzayıp iç içe karışıyorlardı. Ağaçlar azman olmuştu. Tanıdığım tek çiçek olan güllerin gövdeleri ağaçlaşmıştı. Açmışlardı, gül mevsimiydi, demek mayıstı. Bahçede insan ayağının değeceği boş bir toprak parçası görünmüyordu. Otların ağaçların loşluğu duvarın bitimine dek sürüp her yanı doldurmuştu. … … Güneşin girmediği bu bahçe kuyu yosunu rengindeydi.”(sf:60) ve devamla, o güne kadar hiç görmediği bahçenin hışırtılarından duyduğu tedirginliği ve korkuyu biz de duyup Servet’le birlikte vazgeçiyoruz bahçeye çıkmaktan. Onun telaş ve korkuyla kapıyı kapamasına, kapının altını bezle tıkamasına yardım ediyoruz. Onunla birlikte, şimdiye dek farkında olmadığı, canlı bir dünyanın varlığını hisseden insanın şaşkınlığını yaşıyoruz.

Ayrıca sayfa 66’da da Servet’in, konağın boş odasında bir dolapta bulduğu albümde gördüklerini anlatırken yaptığı betimleme de, hem o tarihlerdeki sosyal yapıyı oluşturan zengin sınıfı tüm duygusuyla anlatmakta hem de, Servet’in dış dünyayı fark etmesini sağlamakta.

Haraç öyküsünü anlamaya çalışırken, anlattığı dönemi kısaca hatırlayalım.

Dönem sanayi devrimiyle gelişen kapitalizmin, hammadde ve yeni pazarlar ihtiyacını karşılamak için, baş başvurduğu, emperyal devletler arasındaki paylaşım savaşı olan, I. Dünya Savaşı dönemi. Bu savaş sonucunda imparatorluklar yıkılmış, yerine ulus devletler kurulmuştur. Yıkılan imparatorluklardan biri olan Osmanlı İmparatorluğundaki halklar da, Ulusal Kurtuluş Savaşını vererek Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuşlardır.

Öykü, işte bu dönemde işgal altında da olan İstanbul’un yönetici sınıflarında ve sosyal hayatın her yerinde kendini gösteren ilkesizlik ve çürümüşlüğün yarattığı toplumsal çöküşün hâkim olduğu savaş dönemini ve sonrasını anlatmaktadır. Bu ortamda kazançlarını artıran, kârlarını katlayan, savaşın yarattığı ekonomiden pay alan işbirlikçi sınıflar vardır. Belirtilmesi gereken önemli bir başka nokta ise, Osmanlının yönetim şeklinden dolayı, İstanbul İle Anadolu’nun birbirlerinden çok uzağa düşmüş konumudur. Başkent olan İstanbul, tarihinden ve Avrupa’ya yakınlığından dolayı hep ayrıcalıklı bir kent olmuştur. İmparatorluğun güçlü, zengin ve etkili sınıfları bu şehirdedir. Kendilerini ayrıcalıklı ve soylu aynı zamanda da Anadolu’dan üstün görmektedirler.

Öykümüze dönersek; Kurtuluş Savaşı dönemini anlatan ve İstanbul’da bir konakta geçen öykünün ana karakteri, yoksulluktan dolayı İstanbul’da bir konağa satılan Servet’tir. Öyküde Füruzan, Servet’i var eden toplumsal koşulları çok güzel çiziyor.

“Ben kızımı vermem. Aç çıplak olsa da. … … Nereden çıktı İstanbul’a çocuk taşımak? Parası da batsın bunun.” diyor, öykünün başında Servet’in annesi. Zenginler, konaklarında çalıştırılmak üzere yoksul köylü kızlarını satın alıp boğaz tokluğuna, son güçlerine kadar, çalıştırır sonra da yaşlı biriyle evlendirirlerdi. Satın alınan bu çocuklara “evlatlık” adı verilirdi. Böyle yaptıkları köle ticaretinin insanileştirildiğini düşünürlerdi.

Evlatlık olarak verildiği belirtilen Servet, aslında savaşın, Anadolu’da yarattığı yokluğun, yoksulluğun ve yıkımın bir alış veriş metasıdır. Tıpkı bu gün çevremizdeki ülkelerde ve dünyanın birçok yerinde yaşadığımız ahlâksız alış verişlerde olduğu gibi.

Satıldığı konağın sahibi olan Rusuhi Bey eşi Dizdar Hanımla, konaklarında savaştan ve savaşın getirdiği yoksulluk ve yokluklardan etkilenmeden yaşamaktadırlar. Davetleri ve toplantıları devam etmekte, sosyal yaşantıları aynı hızda sürmektedir. Savaşın lafı bile geçmemektedir, asrilikten başka söz edilmeyen konakta. “Asrilik rahat etmektir.”(sf:14) demişti Gülendam Kalfa, ne olduğunu merak edip soran Servet’e. Memlekette yoksullar savaşıyor, zenginler hem yönetiyor hem de asriliği yaşıyorlardı.

Füruzan betimlemeleriyle sıkmadan, aksine her betimlemesi bir sonrakini besleyen detaylar eşliğinde, hayal dünyamızı zenginleştiren okuma yapmamıza yardım eden anlatısıyla, Dizdar Hanımı bize çok yakından tanıtıyor. Dış görünüşünden, duygularına, sosyal yaşantısına dek.

Dizdar Hanım saçları modaya uygun olarak papatyayla sarartılmış, özel, doktoru tarafından yapılan kozmetik ürünleriyle kendisine çok iyi bakan, eve gelen kadınlı erkekli misafirlerle rahat konuşup gülen, güzelliğinden ve eğlencesinden başka bir şey düşünmeyen bir kadın. Konakta kaçgöç yok. Dışarı çıktığında sıkma baş yapıp kısa giysiler giyiyor. Sabahları geç uyandığından Rusuhi Beyle ayrı yatıyorlar bu da evliliklerinin sevgiye dayanmadığını gösteriyor. Herkes kendi hayatını yaşıyor. Miralay sevgilisiyle gündüz konakta rahatça zaman geçirebiliyor, sakınması yok. Kısaca konak ve konaktaki yaşantıyı anlatırken, geçiş döneminin değerlerini yitiren aile yapısını çok güzel yansıtmaktadır Füruzan.

Füruzan Haraç öyküsünü Servet’in etrafında kurguluyor. Servet’in yaşamındaki kırılma noktalarıyla ilerletiyor.

Öykünün ilk kırılma noktası; Servet’in idare meclisi azası Rusuhi Beyin konağına satılması. Konakta kalfa Gülendam, hizmetçi Şemsitap ve aşçı Şehime çalışıyor. Şehime’nin dışındakilerin kimsesi yok, tüm zamanlarını konakta geçiriyorlar. Şehime ise, sık sık dışarıya çıkıp akrabalarıyla görüşebiliyor ve dışarıyla iletişimi sağlıyor. İlerleyen sayfalarda, toplumsal olaylarla ilgili haberleri ondan alıyoruz.

Servet konağa ilk geldiğinde Gülendam kalfaya teslim ediliyor. Yıkanıp paklanması, bit olabilir kaygısıyla saçlarının kazınması ve daha sonra da ev işleri için eğitilmesi hep kalfa tarafından yapılıyor. Vurgu yapılan ‘bit’ ise, o dönem, Anadolu’da savaşın getirdiği yokluk ve yoksulluğun, parçalanma sürecinin çalkantıları içindeki halkın, savaştan savaşa koşan yoksul köylünün, yiyecek ekmeği, giyecek giysisi çarığı olmadığı gibi, sağlık koşullarındaki yıkımını yansıtan bir vurgudur. Ordudaki askerlerin çoğu da bu dönemde bitin sebep olduğu salgın hastalıktan ölmüştür. Kaynaklara göre, Sarıkamış faciasından sonra, en çok asker kaybı, bitin yol açtığı tifüs hastalığından olmuştur. Ayrıca savaş dönemi boyunca, kötü yaşam koşulları nedeniyle, salgın hastalıklar, açlık çok yaygındır ve çok fazla ölüme sebep olmuştur.

Tekrar öykümüze dönersek; Servet’in, iri yarı bir vücut yapısına sahip olduğu ve ”…ele güne çıkacak inceliklerinden yoksun olduğu…” için yukarı katlara çıkması, gelenlere görünmesi yasaktır. Getir götürden, silip süpürmeye kadar her işe koşulan, çalışkanlık, dürüstlük, iyi huy istenen, bir ‘evlatlık’ Servet. Gülendam’ın, bu eğitiminin yanında Servet’e; “Servet kızım, beyefendi, hanımefendi bizim velinimetimizdir. Sebeb-î hayatımızdır. Onlara şükranını her an göster.”(sf:13) sözleriyle konaktaki hayata ve sahiplerine minnettar kalması, yaşadıklarının ona bağışlanmış çok kıymetli bir iyilik olduğunu öğretmesi onun, kendini değersiz olarak görmesini sağlıyor. Bu durum aynı zamanda yönetici sınıfın ve şehirlilerin köylüye bakış açısını da anlatıyor bize. Sınıfsal olarak üstünlüklerinin sorgulanamaz olduğu ve hizmetçilerin ise, işe yaradıkları kadar insan sayıldığının bir göstergesi. Aşçı Şehime Hanım bile, “Sen köylüsün.” Demişti bir konuşmalarında, küçümseyici bir gülümsemeyle, vücut yapısına bakarak Servet’e ve “Onlar, ancak o cahiller sayısız çocuk doğurup açlıktan, açıklıktan getirip çocuklarını İstanbul’da satarlar.”(sf:40) diye de eklemişti. Hatta Servet’in; “Anadolu olan yer çok mu uzak?” sorusuna, “Di mi ya? Cehennemin dibi. Kim araya kim sora?” (sf;40) diye yok sayıcı cevap vermişti.

İmparatorlukta Çanakkale Savaşı bitmişti ama işgaller ve kargaşa devam ediyordu. Üstelik başka savaş söylentileri de dolaşıyordu ortalarda. Bunu hem ev sahiplerinin özel hizmetinde olan Gülendam Kalfanın söylediklerinden çıkarıyoruz, hem de Şehime’nin her akraba ziyaretinden dönüşünde getirdiği haberlerden anlıyoruz.

“… Şimdi eski kalabalığımız yok. Harp bitti, bir sürü dert başladı. Gene de harp söylentileri var. Hem de tam tamına içimizde harpmış bu defaki. Öyle Çanakkale’yle falan bitmeyecekmiş. O yukarıdaki bahriye miralayı anlatmış.”(sf:14) Bu miralay da Dizdar hanımın sevgilisidir, konaktan hiç çıkmamaktadır.

“Şimdi memlekette harp kıtlığı var. İzne gittiğimde öğrendim. Askeri otlamaya götürüp karnını doyuruyorlarmış. … … İnsanlar mısır koçanını öğütüp yiyor. Yetmezmiş gibi bit hastalığı kıran oldu. Dünyadan haberiniz yok avallarım.”(sf:16) diyor Şehime, şehirdeki akraba ziyaretinden dönüşünde.

Şehime’nin anlattıklarından yola çıkarak şöyle düşünür Servet; “Ben köylüysem kimsem kalmadı ha..”(sf:40) çıkıp diyar diyar arayacağı bir hısımı, yakını kalmamıştır diye düşünmeye devam eder, sonra da düşünceleri karşısında şaşırır, demek ki yola çıkıp yakınlarını arama duygusu vardır derinlerde bir yerde, bu his korkutur Servet’i. Konaktan başka yerin varlığını ve kendini oraya ait hissetme isteğini çabucak siler düşüncesinden.

Şehime’nin anlattıkları, Kurtuluş Savaşının başlayacağını haber veriyor, tarihsel gerçeğe tekrar döndürüyor bizi. İstanbul’un kokuşmuşluğuna ve işbirliğine karşılık, Anadolu’da ülkesine sahip çıkma duygusunun varlığını hissediyoruz.

Açlığın had safhada olduğunu, öykünün başında Servet’in evini anlattığı satırlarda da okumuştuk. Hayal meyal hatırladığı, her yanında yoksulluğun görüldüğü o toprak evdeki her parmağı yüzüklü, örgülü saçlı kadın boş olan memesini, etrafında ayağı yalın, bez entarili çocukların birinden diğerine verirken “Sütüm yok ama oyalanır. Daha açlığını oyalamayla avutacak yaşta bu.”(sf:10) demişti.

Konakta savaş yoklukları ve sıkıntılar bahane edilerek, masrafları azaltmak için çalışanların çoğu işlerinden çıkarılıyor, çalışan sayısı azaltılıyor. Efendiler önce evlatlarını harcıyorlar, kendileri sıkıntıda kalmasın diye. Bir yandan da konaktaki bütün değerli eşyalar ya kaldırılıp saklanıyor ya da paraya çevriliyor, sahiplerin yaşamlarını garantiye almak için.

Rusuhi Beyle Dizdar Hanım tam da bu yüzden devrin insanlarıdırlar. Savaştan hiç etkilenmemiş gibidirler. Konaktaki yaşam, çalışanlardan yapılan kısıntının dışında normal seyretmektedir. Geleni gideni çok olan konağın misafirleri üst düzey görevliler ve şehrin ileri gelenleridir. Dönemin rağbet görenleri ise rütbeli askerlerdir. Yönetimsel özellikleri maddi rahatlıklarından dolayı, askerler oldukça gözdedirler. Hatta Dizdar Hanımın da miralay bir sevgilisi vardır. Savaşa rağmen eve gelen konuklara yapılan ikramlarda fazla farklılık yoktur. Oldukça asri adetlerin uygulandığı misafir ağırlamaları yapılmaktadır. Bu ağırlamalarda kahve likör ve çikolata ile ikram edilmekte, zenginliğin kullanılan takımlara, örtülere yansıyan, yemekli misafirler eksik olmamaktadır.

Öykünün ikinci kırılma noktası ise Şemsitap’ın kocaya kaçması sonucunda, evin beyinin Servet’e musallat olduğu dönemdir. Rusuhi Beyin ihtiyaçlarını giderme işi Servet’indir artık. Hizmetçilerin barınma ve yaşamak için sadece emeklerini değil, insanlıklarını da harcayan bir efendi köle sistemiyle tanıştırıyor bizi Füruzan. Tüm konağın, hatta Dizdar Hanımın dahi bildiği, gürültülü Rusuhi Bey ve Şemsitap eğlencesinin artık öznesi Servet olmuştur ve bu durum onun için, katlanılması zor bir işkencedir. Sessiz iç gürültüsüyle yaşayacaktır, kendisine tanrının cezası olarak gördüğü bu olayı Servet.

“Amma da gücü vardı sessiz, hafif yürüyüşlü Rusuhi Beyin!”(sf:30) Servet’in kişiliğini yaralamasına rağmen, itiraz etmeyi bilmediğinden, her şeyi kabullenip sessizce yaşamına devam etmesi sonucunda, işkenceye dönen yeni bir dönemdir bu.

“O geceden sonra, eski koyu, düşsüz uykularım gitti. O geceden sonra hiç bir şey danışmadım kimseye. … … Bir uzun iş tuttum mu, kendimce nağmeler uydururdum. Sonra bundan vaz geçmiştim.”(sf:31) Servet, duygularını ve bedenini parçalayan ‘o’ işi; “Büyük temizlik günü gibi bir ağır işti bu yapılması gereken.” diyerek kabullenmişti. Yaz kış, sıcak su soğuk su demeden, karşı karşıya kaldığı aşağılanmayı yok etmek için, vücudunu zımparalarcasına yıkıyor ovuyor kanatıyordu. Sonraki yıllarda bu sağlıksız yıkanmalarının sonucunda, yaz kış bir türlü ısınamayacak, kat kat giydiklerinin görüntüsü ve kendi kendine konuşması yüzünden, Horhor’da adı Deli Saraylıya çıkacaktır.

Konağın boşaltılmasına kadar sürecektir bu işkence. İşe güce koşulmasının hayatının anlamı olduğu Servet, bu çirkin ve taşınması zor olaydan sonra utanma duygusuyla içine kapanmış, yaşam sevinci yerini “günah” korkusuna bırakmıştır. Başına gelenlerin nedenini çözemediği ve tanrının kendisini niçin korumadığına dair kaçamak sorgulamalar yaptığı için günahı pekiştiren suçluluk duygusu içinde kıvranmaktadır. Hayır demenin gerekliliğini bilememesi katlanmasını kolaylaştırmaktadır. O geceyi düşünmek istememesine rağmen, hiç aklından çıkmamaktadır. Bu olay hayatının son yıllarında bile, aklına geldikçe, ihtiyarlığı ve sakarlığı kat kat artan taşınmaz yük olmaktadır.

Rusuhi Bey’in tecavüzü aynı zamanda Servet’in ilk defa ağladığı olaydır. Bu olaydan sonra Servet hayatında sadece iki kez daha ağlayacaktır, biri Dizdar Hanım, giderken kucakladığında diğeri ise oğlu Almanya’ya gittiğinde. Duyguları da yok gibidir Servet’in, o kadar köleliği içselleştirmiştir.

Üçüncü kırılma noktası, cumhuriyetin ilân edilmesi ve değişen sosyal yaşamla birlikte konak devrinin kapanmasıdır. Nişantaşı’nın ve çok katlı evlerin gözde olduğu devirdir bu. Harp bitiminde, saklanan paralar da ortaya çıkar ve yeni yerleşim yerleri oluşur. “Harp yeni bitti. Millet parasını birden ortaya çıkarmaya korkar. Her şey durulsun. Kurulan kuruldu nasıl olsa.” der, satışa çıkarıp boşalttığı konaktan giderken Dizdar Hanım. Nasıl olsa ortalık durulunca, paralar saklanan yerden çıkacaktır. Fırsatçılar savaş dönemini nasıl kendi yararlarına çevirmiş, kârlarını artırmışlarsa, yeni dönemde de kimden yana olacaklarını iyi bilecekler, kârlarını artırmaya devam edeceklerdir.

Daha önce, Şehime Hanımın gitmesiyle de ilk ayrılığını yaşamıştı Servet. O zaman çok etkilenmiş, kendini kötü hissetmişti ama asıl yıkımı Dizdar hanımın gitmesinde yaşar. Dizdar sahibidir Servet’in. Yaşam sebebidir, velinimetidir. Oysa şimdi sahibi kendini terk etmektedir. O olmayınca ne yapacaktır, kime hizmet edecek, kime minnet duyacaktır. Kendisiyle vedalaşmayan Gülendam kalfa bile umurunda olmamıştır bu duygular içindeyken. Dizdar Hanımın vedalaşmak için sarılmasıyla birlikte tutamaz kendini ve ağlar durmamacasına. Hayattaki ikinci ağlamasıdır Servet’in, çünkü yaşam amacı yok olmuştur.

Boşaltılıp gidilirken, koskoca yapıda tek başına bırakılan Servet’in, konağın koruyucusu olarak kalması gerektiğine inandırılması, onun bunu kutsal bir görev gibi yapmasını sağlar. Hatta yalnız kalmaya üzüleceğine Rusuhi Beyden kurtulmasına sevinir, nasılsa, konak satılınca o da Nişantaşı’na gidecektir. Üç yıl boyunca sadece ailenin geçerliliğini yitirmiş avukatının ihtiyaçlarını gidermek için geliş gidişinin dışında, hayatında hiç bir hareketin ve kimsenin olmadığı bir dönemdir yaşadığı dönem.

Servet’in yok ve yoksun kalacağını, kimsesizliğinin getireceği unutulmuşluğu yaşayacağını Şehime Hanım daha önce tespit etmiştir görmüş geçirmiş, kafası çalışan bir kadın olarak. “Desene boş konak satılana kadar seni buraya bekçi dikecekler. Bana kalsa, çık, üç beş hakkını al. Sonra bekçiliğini yap. Buraya sırf boğaz tokluğuna mı kapılandın?… boğaz tokluğun da güvenlikte değil. Hem evladım, sırf yemeyi içmeyi hayvanlar düşünür. Senin de bu dünyada görecek günün sürecek sefan olmalı, karınca kararınca.”(sf:54) der Şehime Hanım.

“Bir şey diyemem bunca yıllık hanımıma. Burada bırakmazlar beni…”(sf:54) diyen Servet’in verdiği safça cevap Şehime Hanımı, buruk bir şekilde gülümsetir.

Oysa daha önceki sayfalarda, çalışanları hakkında ev sahiplerinin görüşlerini bize çok açık anlatmıştı Füruzan. Şemsitap’ın hakkı olan çeyizini almaya gelen kocasının, Dizdar Hanım tarafından kovulması sonrasında giderken; “Vermezler bir şey, bunlar haraca alışık.”(sf:24) cümlesi, sömüren sınıfın çok güzel tarifidir aslında. O zaman söylenenden hiç bir şey anlamamıştı Servet ama Gülendam Kalfa, Şemsitap’ın çeyizini hak etmediğini söylerken; “Haraç nedir bilir misin? Bir insanın diğerinden hakkı olmayanı almasına haraç denir. Şemsitap’ın bu evde ne hakkı var? Karnını doyurmuş, ısınmış, barınmış.”(37) demişti ve bir kez daha, haracı çalışanların verdiği gerçeğini çok iyi anlatmıştı. Çalışanların hayatı, çalıştıranların kendilerine hak olarak gördükleri “Haraç”tı.

İnsandan, yaşamdan her şeyden uzakta üç yıl yaşamak.. Anlamakta zorlandığımız bu olay aslında insanın ancak uyarıcılarının gücü kadar insan olduğunu bize anlatıyor. Neyle uyarır, hayata nasıl dâhil edersen, o kadar insandır insan. Çevresinde uyaranı olmayınca, bir toplumda yaşayıp sosyalleşmeyince, insan ancak sınırları kadar insandır. Robinson bir adada yalnızdır ama doğayla baş başadır. Doğada mücadele etmek, yaşamak için mücadele etmektir ve insanın zihninin muhakeme yetisini kullanmasına neden olan, beyinsel gelişimini sağlayan bir şeydir. Philoktetes (yunan) mitolojinin ilk yalnız adamıdır. Yarasını yılan sokunca kötü koktuğu için Limni adasına bırakılır, on yıl boyunca yalnız başına yaşar ama o da aslında yalnız değildir, doğadadır. Yaşamak için mücadele etmek zorundadır. Ama Servet’in durumu tamamiyle durağan, uyaranı olmayan, amacı olmayan, ihtiyaçları başkaları tarafından karşılanan sınırlı bir dünya içindeki zaman öldürmedir sadece. Yapayalnızdır. Onun için üretim demek olan, sahipleri için köle gibi çalışmak, artık hayatında yoktur. İlk günler evi temizlerken bir müddet sonra onu da bırakır, sadece arada bir gelen, konak satıldıktan sonra da evleneceği adam olan Fatin Beyden başka hiç bir kimse, hiç bir şey, hiç bir hareket yoktur hayatında. Bu yalnızlık, hareketsizlik ve amaçsızlık günlerce hasta yatmasına neden olur. Kimsenin haberi bile olmaz. Yüksek ateşinden dolayı sürekli rüya görmüştür, rüyaları hep geldiği yere, hep annesine dairdir. Ait olma ihtiyacı içindedir Servet.

Daha sonra da, odalardan birinde hayatla tek bağlantısı olan deri kapaklı albümü bulur. Hayatına anlam katan bu albüm yaşam sevinci de aşılar Servet’e. Günlerce o albümden aldığı güçle tek başına yaşadığı konakta insan olduğunu hatırlar, ona tutunur. Fotoğrafta gördüğü her bir kişiyi, daha önceden gördükleriyle eşleştirip unuttuğu çiçekleri, kuşları, renkleri yeniden hatırlar. Yaşadığının farkına varmıştır. En sevdiği renk olan ‘yaz göğü rengi’ bir kez daha hayatına girmiştir. Freud maviyi okyanus diye betimler ve huzur ve güven veren, sakinleştiren bir renktir der. Servet için de öyledir. Daha sonradan da o albümü kendinden yaşamsal bir parça olarak hep saklamıştır, son gününe dek.

Öykünü dördüncü kırılma noktası da kendisinden çok büyük olan (neredeyse 30 yaşa yakın) Fatin Beyle evlenmesi ve oğlunun Almanya’ya işçi olarak gitmesidir.

İstanbul’un en eski ilçesinin Fatih’in, o dönemde en yoksul, bir semti olan Horhor’a yerleşirler evlenince ve Servet yeniden doğar, çünkü yepyeni bir hayata başlamıştır. Yoksulluğun hemen belli olduğu bu semtte komşuları olur. Onların sayesinde yaşamı öğrenir. Sokaklarda dolaşır, pazara gider, alış veriş yapar, gerçek hayata dâhil olur. Komşularıyla beraber Eyüp Sultan’a çocuk için adakta bulunmaya dâhi gider. Çocuk istemektedir çünkü. Horhor’a taşındığından bu yana tanıştığı ‘sevgi’ kendisinde de sevilme ihtiyacı yaratır. “… Ana olmam geri gelsin diye. Bana yakın birileri olsun diye. Beni sevecek hoş tutacak… Gerçi tanıdıklarım pek kötülük etmemişlerdi, gene de kötü olan bir şeyler vardı benim anlayamadığım. …”(sf:74)

Oysa Fatin Bey ise kız olmadığını anlayınca küçük gördüğü Servet Hanıma çok ısınamamış, onu kendine yakıştıramamıştır. Yaşlılığında kendisine baksın diye tutmaktadır yanında. Aslında o da, modası geçen dava vekili olarak, kullanılarak bir kenara fırlatılmıştır. Tüm hayatı köle gibi, efendilerine çalışmakla geçmiştir onun da. Sahiplerinin işine yaramayınca da Servet Hanımla aynı kaderi paylaşmıştır. Mutsuz bir evlilikte Servet’le çocuğunu çok benimsememiş, ilişkilerinde hep kırıcı olmuştur.

1960 yıllarına gelinmiştir artık. Ülkede durum, 1940’lardan sonra izlenen ekonomik politikalarının sonucunda, hiç de iç açıcı değildir. İşsizlikle sorunların başında gelmektedir. Varılan antlaşmalar gereği göçmen işçi olarak, kafileler halinde Almanya’ya gitmeler başlamıştır. Bunların arasında Servet’in de oğlu vardır. Hiç istemediği halde önüne geçemediği ‘gitme’ olayı Servet’i tüketmiştir. İlk defa hayatını sorgulamaya başlar. “Merak ediyordum kimdim?”(sf:36) Kimi kimsesi var mıydı, çok meraktaydı ne zamandır. Kadın olması, her şeyi kendisi için günah olarak kabul etmesinin ağırlığı, horlanması, Şemsitap’ın çeyizini kullanması, bütün bunlar duygusal yaralarının kaynağıdır. Bütün bunları fark eder yaşamla tanışınca. Ayrıca Cumhuriyetle birlikte kimlik edinme sürecinde adını ve doğduğu yeri öğrenmek şaşırtır Servet’i. Hacer’dir asıl adı, Erzincan’lıdır, Hatçe’dir anne adı da. “Hanımefendi bana neden göstermemişti? … Beni Erzincan’a mı gider sanmışlardı? Beni ha? Kadın olduğumu, kızlığımı kaybettiğimi anlamayan beni. Onu da Fatin Beyin demesinden anlamıştım.” “Kız değilsin sen rezil. Seni bana yutturdular.”(sf:68)

En büyük kırılma ise oğlunun Almanya’ya işçi gönderme politikaları çerçevesinde giden ilk kafilede olmasıdır. Kabullenemez ayrılığı. Oğlunu yolcu etmeye gittiğinde istasyondaki insanların durumunu Füruzan o kadar yalın ve gerçekçi anlatır ki, aynı zamanda memleketin ekonomik durumu da gözümüzde belirir, O’nun eşsiz betimlemeleriyle.

“Kadınlar hiç ses etmiyor, yüzlerindeki sararıp kızarmalarla bekleşip duruyorlardı. Taşımaktan yorulanlar arada çocuklarını diğer kollarına alıyorlardı. Beride yaşlı kadınlar gizli gizli ağlayıp örtülerinin yenlerine gözyaşlarını siliyorlardı. Bir şey dağıtmıştı onları. Kıyamet günü müydü ne? İnleyerek dalgalanıyor, çözülüyor, yeniden toplanıyorlardı. … … Hiç gülümseyen yoktu. Gülüyor gibi yapıyorlardı. … … Dağınıklık, gizli ağlamalar oğulcuğumun gideceği yeri gözümden iyice düşürmüştü.”(sf:75)

Bu ayrılık kendi ayrılığını düşündürür Servet’e. Doğduğu şehir Erzincan, annesini, evini oyuncaklarını hatta annesini yüzünü bile hatırlar. Annesine büyük özlem duyar. Bütün bunların kendisinden niye saklandığını anlamaya çalışır. Çıkamaz işin içinden. Sevgisiz ve anlamsız hayatına anlam katan oğlunun uzaklara gitmesi, yılların yıpratıp ufaladığı bedeninin son gücünü de tüketir ve titremelerini durduramadığı bedenini, dinlendirmek ve unutturulmaya çalışılan hayatına kavuşmak için yatar. “Ben yorgunluklarımı kimseye göstermedim. Günahsızım. Erkeği hiç bilmedim. … Hep keder mi? Hep keder mi? Vah yazık… Vah yazık… “ (sf:79)

Füruzan’ın 1970’lerde yazdığı “Haraç” ve “Gül Mevsimidir” aslında birlikte okunması gereken iki öykü. Haraç, Füruzan’ın Parasız Yatılı isimli öykü kitabının sın öyküsü. Haraç’ta ezilen sınıfın temsilcisi, deli saraylı Servet’in gözünden anlatılan hikâye “Gül Mevsimidir” öyküsünde, zengin sınıfın temsilcisi Mesaadet’in gözünden anlatılmaktadır.

Bu gün de bu öykülerin geçerliliğini ve tazeliğini koruması yüreklerimizi acıtsa da, mücadele gücümüzü hatırlatmalı, artırmalıdır. Dünyaya barış gelmek zorundadır. İnsanlık için…

  • HARAÇ
  • Füruzan
  • NOTOS Kitap
  • 85 sayfa
  • Birinci Basım, Mayıs 2008
Sülbiye Yıldırım
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Platonov’un Işığını Fark Ettiniz mi?

Read Next

Gerçek tutkunun romanı: Bir Kadının Yaşamından 24 Saat

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *