sanki sesim füruğ oluyor, füruğ’un sesi ben… koşuyoruz… dip ses’te koşuyoruz. karanlık bir izbede… zifir bir ışıltıda koşuyoruz füruğ’la.
insan niye büzüşür…
bihakkın genişleyebilmek için.
şiir, içimizin genişlemesi için var sanırım en çok. kendimize ve hayata terapi yapmamız için. sadece sağlıksızlığın giderilmesi anlamında bir terapi değil bu. içimizi çiçeklendiren çimense çimenin çiçeğe dönmesi; çiçekse renklerinin uçması için…yollar güneşe varsın diye hep. denizin taşa, taşın gökyüzüne, gökyüzünün nehirden kuşa dönüşüp durduğu, git git bitmeyen bir yol tarifi yapmak için… sessizliğin içindeki sesleri duyabilmek için konuşmak şiir… bihakkın konuşabilmek için susmak… derin bir susmak hâli… ister sözle ister resimle olsun birbirine sarılmak, koşmak için kendinden yola çıkıp kendine varmak için belki de…
bir şiir geliyor aklıma; ve öyle akıyor ki kulaklarımdan, sürekli kımıldanan içinin “ne için durmalıyım” diyen sesi. ben çiçekleri düşünüyorum; ve şiir,
“bana ne ilkel üreyişlerdeki vasat ulumalardan
et düşkünü solucanların boş hareketlerinden bana ne
bana kalan çiçeklerdir
kendini yaşamaya adarken can vermiş çiçekler
ve onların bana geçen kanıdır”
diyor. çığlığının sesini onarmak için, yırtarak gelen çığlığını taşa taşa akıtmış; bataklıklardan, karanlıklardan kaçarken bu şiiri düşürmüş sanki sesinden…
bu şiiri düşürmüş de ben tutmuşum gibi buluyorum ses’i içimde. bir ışık kendine yol buluyor yeniden sanki; kara delikler cıvıldıyor tenimde. sanki sesim füruğ oluyor, füruğ’un sesi ben… koşuyoruz… dip ses’te koşuyoruz. karanlık bir izbede… zifir bir ışıltıda koşuyoruz füruğ’la. sesimden tut, diyor gözleriyle “kuşlar ölümlü“ diyor, “sen uçmayı tut kalbinde”
kalbimde… evet… kalbimde tutacağım, diyorum. uçmayı aklıyla yapamaz, insanın kalbindedir uçmak bilgisi… doğaya gideriz rahatlamak için ama doğa biziz diyorum; bedenimizdir doğa… bedeninin sesini dinle o vakit, diyor konuşmadan, nehire ulaşan bir dağ suyu gibi dinle… karıncaların ayak sesini dinler gibi dinle sesini… dinliyorum yüreğimi kabartıp.
onu anlamak kendimi anlamaktan geçiyor, kendimi anlamak onu anlamak gibi. o yüzden çevirmek bana farz oluyor şiirlerini. en mahrem okumalarımı yapmalıyım o’nunla… rüyalarımda dizelerini düşünür buluyorum kendimi. çözmek ister buluyorum her bir dip anlamını. öyle, kararlar vererek başlamıyor yolculuk; kalbim uçuyor o’na… kendimi füruğ’la yolda buluyorum. nasıl bir heyecan, nasıl bir keşif hâli… her keşfettiğim anlamda yeniden uçmak hissi… dilimi açıyor sanki her dokunuşta.
söylemeyi aklıma bile getirmeden yuttuklarımı gösteriyor; bir nevi anahtar gibi. bir dizem vardı; yıllar önce yazmışım ” çilingir şifresi döküyor dilin” demişim kime dediğimi bilmeden. onun kuş olarak ölmesi uçmayı daha da sürdürülmesi gerekli bir eylem yapıyor. tim robbins “parfümün dansı” isimli kitabında demişti ki; “rüyanın yarısı nerede diye sorma, bütün rüyalar devam eder.” rüyası bende sürüyor gibi hissediyorum füruğ’un. benim dilim onun diline çilingir şifresi dökecek, belki ben ona döktükçe dilimi bulacağım gibi hissediyorum, öyle içerden, öyle derinden bir yerden.
“yalnız ses kalır” demişti durmalara direnirken; belki ses’in de yalnız kaldığı bir aralıkta demişti. yola kendi doğallığında çıkıp kendi nehrinde, kendi usulluğunda akan sesler kalır… ancak duyanın fark edeceği bir çığlık da olsa, sesine dünyayı takıp pırıl pırıl ışısa da ancak gören gözlere daha derinden akan sahici sesler kalacak; kalacaksa yarına… o dip sesi çıkaranın adı unutulacak belki bir gün, ancak sesi kalacak illâ… bir ağacın kabuğunda kalacak, bir arsız yaprağın ucunda, zamanından usanmış bir makinenin dişlisinde kalacak… başka seslerle bütünleşmiş, karışmış hatta belki de dönüşmüş olarak… içinden yanışlı ışık sesler kalacak… gittikçe annemin yaşlılığına benzeyen yeşil ellerimden; o zifiri sessiz kuytuda atan göğsümden anlıyorum.
“görmüyor musunuz
güneşin parlak kapılarına ulaşmak
ve ışığın bilincine dökülmektir marifet
doğaldır; yel değirmenleri çürür
ne diye umursayacakmışım sizi
memelerimin altına tutup emzirirken
ham buğday başaklarını
ne diye…
ses
ses…
sadece ses…
berrak suyun akmayı isteyen sesi
toprağın dişiliğine dökülüşünün sesi ışığın
döllenmiş manânın sesi
ve yayılma sesi aşkın müşterek zihninin
ses
ses
yalnız ses kalır…”
not: yazıdaki alıntılar furuğ’un “tenha seda” isimli şiirinden alındı /çeviri-yorum: aynur uluç
- “pandora’nın kapısı” şişli cemil candaş kültür merkezi’nde açıldı. - 13 Ocak 2020
- ezgi günlük tutarsa - 7 Aralık 2019
- her şeye rağmen - 18 Kasım 2019
FACEBOOK YORUMLARI
4 Comments
ben, bir gün doğup ve bir gün bu dünyadan çekip giden ve arkalarında bu geliş ve gidişlerinden herhangi bir iz bırakmayan yüz binlerce insan gibi yaşayamam.”
Dediği gibi yaşamış Aynur uluç’un sürdüğü izlerden belli. uzun vakit oldu içinde paşa Gönlümün dilediği gibi keyfini sürecek yazi okumayali. Eyvallah
elini uzatsan tutabileceğin, kulağını kabartsan duyabileceğin, gözlerini dört açsan görebileceğin bir tenha seda’nın peşine düşmektir şiir dediğin…
yüreğine sağlıkla aynurcuğum
Bakın, ben bu yazıyı okuyunca bir kapı açtım kendime; sıra sizde… Doğrusu sizde uyandırdığı hisleri merak ediyorum…Füruğ evet Füruğ okunmalı dedirtiyor…Ona yapılan yolculuklar kapı içinden kapı açılması gibi etkileşerek çoğaldı bu paylaşımla…Ben çoğaldım, tıpkı Aynur Uluç gibi şu satırlarda:
“görmüyor musunuz
güneşin parlak kapılarına ulaşmak
ve ışığın bilincine dökülmektir marifet
doğaldır; yel değirmenleri çürür
ne diye umursayacakmışım sizi
memelerimin altına tutup emzirirken
ham buğday başaklarını
ne diye…
Kim demiş, fısıltılar da yankılanmaz diye; bu durum, tarifi mümkün anlamlara terfi etmiş halde Aynur Uluç’un Füruğ betimlemesinde şöyle kristalize olmuş: “…Bir ışık kendine yol buluyor yeniden sanki; kara delikler cıvıldıyor tenimde.”
Kim demiş, fısıltılar da geniş ovalara yol alıp oraların sedasında tenhalığa ulaşmaz? Füruğ tenhalığından fışkıran berrak, akışkan sedasını sözcüklere damıtırken, Aynur Uluç tutuvermiş bazılarını ve paranteze alıp kendi duygu haritasıyla yoğurarak, özümsercesine de tekilliği ve tümelliğiyle harmanladığı yeni bir kıvam sunmuş kendince Füruğ okurlara… Bu minvalde de yine demiş ki Füruğ için; “…Çığlığının sesini onarmak için, yırtarak gelen çığlığını taşa taşa akıtmış; bataklıklardan, karanlıklardan kaçarken bu şiiri düşürmüş sanki sesinden…
Fısıltıların gücünün sessizliğin ahengiyle dolaşıklığı sizi de büyüleyecek Furuğ’un şiirlerinde. En güzel, en derin anlamlar, sessizliğe bulanarak dudak ucundan rüzgara karışan sözcüklerle yakalanır. İşte, adeta kaynağına sadık kalarak, sesin sessizlikle karıştığı o aralıktaki bir dille adeta özümsercesine yorumlamış Aynur Uluç da Füruğ’u. Ve de ne güzel değinmiş;
“yalnız ses kalır” demişti durmalara direnirken; belki ses’in de yalnız kaldığı bir aralıkta demişti. yola kendi doğallığında çıkıp kendi nehrinde, kendi usulluğunda akan sesler kalır… Ancak duyanın fark edeceği bir çığlık da olsa, sesine dünyayı takıp pırıl pırıl ışısa da ancak gören gözlere daha derinden akan sahici sesler kalacak; kalacaksa yarına…
Firuğ’un dizeleriyle de çoğaltmış:
ses
ses…
sadece ses…
berrak suyun akmayı isteyen sesi
toprağın dişiliğine dökülüşünün sesi ışığın
döllenmiş manânın sesi
ve yayılma sesi aşkın müşterek zihninin
ses
ses
yalnız ses kalır…”
Füruğ hakkında merak uyandıran bir yazı olmuş. Bir yazının başka okumalara merak uyandırabilme becerisi bence çok kıymetli. Eline sağlık 🙂