gardiyan ihtiyacı

kitap polisiye romanları ve o romanlardaki özellikle komiser maigret tiplemesi ile ünlü belçikalı yazar georges simenon’un

yıllar önce ayaklarım sürüyerek geldiğim bir sinema filminde boş bir ev ile tanışmıştım. güney koreli yönetmen kim ki duk’un türkiye’de “boş ev” ismiyle gösterime giren filminde neredeyse hiç konuşma yoktu. birbirini seven ve o aşklarının safhalarını olayların içinde sessizce ama tüm duygularını açarak yaşayan bir genç kadınla bir genç adamın hikâyesi vardı filmde. filme girerken ne, ne yaşadığımı; ne de ne yazdığımı bilmeden bir boş ev karalamıştım elime geçen broşür bir kâğıda. şiir olduğunu bilmeden sadece sorularımın beni sürüklediği bu yerde muhtemelen kendimi kendime ifade etmek için hızlı hızlı karaladığım dizeler şöyle başlıyordu:” yollar beni sürükledi / getirdi boş bir eve bıraktı / sorulmamış soruların cevabını bulmaya geldim” kimlerin benimle geldiğini tek tek anlattıktan sonra “boş evde kalakaldım apansız / o zen tapınağında eğildi bir böcek söyledi kulağıma…” yazmıştım ki tam bu noktada gong çalınca kâğıdı kalemi apar topar toplayıp filme girmiştim. film beni benden başka bir yere götürmüştü ve ne sorular kalmıştı aklımda ne de bulmayı umduğum yanıtlar.. son sahnede film karesine yazılı olarak şu sözler düşünce o karanlıkta elimdeki tek kâğıdı yani broşürü ve kalemimi çıkarıp unutmamak için yazdığımı bile göremeden not almıştım. evet; kafiyesi bile uyuyordu. dizeyi yazdığım yerde şiir sürmüştü ve böcek şöyle diyordu kendisi bile bilmeden. “içinde yaşadığımız dünya hayâl mi gerçek mi bilmek imkânsız”

not_20160903_074248_01

boş ev teması ve içeriğinin bende yarattığı duygunun bir başka versiyonunu şu günlerde okuduğum bir kitapta hissettim. yine birbiri ile konuşmayan iki kişi vardı karşımda. bu kez yaşlı bir adamla yaşlı bir kadın… filmdeki konuşmasızlıktaki birbiri ile sessizce anlaşan çiftin yerine sessizce anlaşamayan bir çift… anlaşmamak üzerine bina edilen iki hayatın bir evin içinde kesişmesi… kitabın ismi “kedi”… ikisi de ikinci evliliğini yapan kadınla adamın hasbelkader başlayan birliktelikleri ve adama ait olan kedi, o kedinin ölümü ve bu ölümden doğan nahoş durumlar üzerine birbirleri ile konuşmayı bırakıyorlar.

kitap polisiye romanları ve o romanlardaki özellikle komiser maigret tiplemesi ile ünlü belçikalı yazar georges simenon’un… yazar bu romanda kahramanlarını sanki bilerek sessizleştirmiş. anlattığı konu neredeyse günlük hayatın ince detaylarla örülü nakli gibi… günlük hayatımızın içinde doğalca yapıp geçtiğimiz için dikkat çekmeyen her ayrıntı burada bir de gerilimi destekleyen öge olarak çok ince betimlemelerle verildiği için sinema filminde imişiz de, okumuyor izliyormuşuz gibi bir duyguya kapılıyoruz. içlerinden geçen hesapları, düşünceleri, kaygıları, korkuları, beklentileri de alarak ilerliyoruz. ve roman ana örgüde tam da bu yapılardan el alıyor. biz olayları bu ince detaylarda gezerken sıralıyoruz kafamızda, okudukça anlıyoruz; ne nasıl olmuş. ilk bakışta bu kadar durağan ve dolayısıyla sıkıcı olabilecek bir malzemeyi ancak bir polisiye yazarı böyle ince ince örebilir ve merakımızı diri tutmamızı sağlayabilirdi.

sözün burasında çağrışım yolculuğuna devam edelim ve şiire geçelim ani bir manevra ile… ve buraya not düşelim… sevdiğim bir yazar olan nilgün aras demiş ki “gardiyansız bir yaşam mı, saçmalama dedim. hiç kimsenin olmadığı yerde sen varsın”

bu cümleler burada bekleyedururken kitaba döneyim yine ani bir manevra ile… yaşlı karıkoca hem birbirleriyle konuşmuyorlar hem de birbirlerini ve dolayısıyla kendilerini hiç rahat bırakmıyorlar. kendi kendinin ve diğerinin gardiyanı olma hâli üzerine bir yaşam sürdürüyorlar. yer yer aralarında küçük kâğıtlara yazdıkları notlarla haberleşerek sözcüklerin sesinden uzaklaştırılmış ifade aktarımını kullanıyorlar. bu ise bana şimdilerde sosyal medya haberleşme araçları ile iletişim içinde görünen iletişimsizliğimizi anımsattı. elbette yazar bu romanı kaleme aldığında henüz internet ve onunla haberleşmek yöntemleri; dolayısıyla bu yöntemlerin artı eksi dengeleri ve dengesizlikleri yoktu yaşamımızda. ancak en anlaşılır konuşmada dahi aramızda pek çok iletişim engeli olduğunu söyler psikiyatrist irvin yalom. “keşke imgeden imgeye anlaşabilseydik” der. bir şey söyleyeceğimiz zaman önce imge ile kurarız imgelemimizde anlamı. sonra ondan daha sığ olan düşünmeye ve daha sığ olan sözcüklerle kurduğumuz dile geçeriz. oradan kişisel ifade becerimize geçer sırayla ve daha sonra aynı işlemler tersi sırayla iletiyi alan kişide oluşur. o  da söylenileni önce duyduğu sözcükleri öncelikle öğrendiği dilin sınırları içinde, daha sonra kendi anlam dünyasında yol alışıyla belirginleşen anlamları ile alır. sonra düşünceye sonra imgeye çevirir ve öyle anlar.

yalom ” iki tebessüm” isimli psikoterapi öyküsünde der ki: “imgeden düşünceye, düşünceden dile doğru bu ilerleyiş ihanetlerle doludur. kayıplar olur: imgenin zengin, yumuşak dokusu, olağanüstü esnekliği ve yoğrulabilirliği, özel nostaljik duygusal renkleri- tümü imgenin dile tıkıştırılmasıyla kaybolup gider”

bu ince ve naif kayıplara üzülürken aklıma gelmeden duramıyor… bir de o esnada kulağımıza değmeyen ama ortaya konduğu için ileti olarak aktarılan tavırlar vardır. algı sadece sözcükleri taramaz çünkü. yüz ve beden ifadeleri de iletişime dahildir. hatta “nostalji” sözünün altını çizelim; o anda konuşulan konunun anılarımızdaki seyreden yeri kocaman bir kütledir sanki içimizde… ve söylemeye gerek yok elbette; her birimiz için ayrı olacak şekilde işler o yolculuk… böyle bakıldığında “birbiri ile iletişmeye her an açık iki kişi” de diyebiliriz bu küs karıkoca için. algıları ve dikkatleri her an için diğerinin üzerinde ve ölüm korkuları var üstüne üstlük. ikisinin de aklından aynı soru geçiyor. “hangisi önce ölecek.”

yine yalom’dan devam edelim. mealen aktarıyorum; demişti ki; “en aksi, en asosyal görünen kişilerin bile yaşlandıkça ve arkadaşları bir bir öldükçe yaşamlarını izleyenleri kalmaz. ve bugüne kadar bundan etkilenmeyen hastam olmadı.” demek ki hepimiz en azından bir gardiyana ihtiyaç duyuyoruz. birisi ucundan kıyısından da olsa hayatımızı gözlesin; varlığımızın farkında olsun istiyoruz ki var olduğumuzu duyumsayabilelim.

bazen de kabul görmek için kendimizde olanı azaltıyoruz, sansürlüyoruz. uzlaşıyoruz hayatla. “kedi” romanı uzun ve ince betimlemeleri ile görüntünün olduğu gibi gözümüzde canlanmasına olanak verdiği gibi, özelikle erkek karakterimizin psikolojik hâllerini de içerden görmemizi -direk iç konuşma vermediği halde- aktarıyor. ancak bir polisiye örgüsü ile verilebilecek bir ilerleyişle işlenmiş romanın yapısı. aksiyon yönünden neredeyse durağan denilebilecek bir hikâyeyi zaman kaymaları ile verişi de buna dahil.

bazı kitaplar vardır; bize hazır altı çizilecek cümleler sunarlar. bu kitapta ise böyle bir cümle neredeyse hiç yok denilebilir. kitabın bütününden edindiğimiz bir durum geçiyor okura. ve bunu fark etmem, virginia woolf ‘ün şu sözlerini getirdi aklıma. ‘felsefe bir romana yedirilmemişse, bir cümlenin altını kurşun kalemle çizebiliyorsak, güvenle diyebiliriz ki ya felsefede bir yanlışlık vardır, ya romanda, ya da ikisinde birden.’

eğer felsefi düşünme biçimini yazar, metinle hemhâl olmuş bir şekilde metne katamıyorsa elbette ayrıksı ve başarısız durur okurun gözünde ama sadece bu kadar değil bence virginia’nın söylemek istediği. söylenmek istenenle daha içsel bir katışma durumunun gerekliliği ve estetik bir şekilde marifetlendirilebilmesi olarak anlıyorum ben. öte yandan “bir şeyde yanlışlık vardır” demek de çok net bir söylem. hiç bir şey tam olarak net ve kesin değildir çünkü… net söylemiyle virginia’nın sözleri de altı çizilecek bir cümle oluşturur bu yanıyla. bu sebeple ben onun demek istediğini söylem biçimi olarak kendisiyle çelişen bir yerden söylediğini düşünüyorum ancak cümlelerine söyleme biçimine takılmadan bakabildiğimde, asıl söylemek istediğindeki kıymeti de yeni fark ettim desem yeri…

ne ilginç…. bağırmadan söyleyebilmenin kıymetini söylemişmiş meğer… ki on yıl önce okumuştum ben bu cümlelerin geçtiği mrs dalloway romanını. virginia çatıdaki kediyi göstermişmiş aslında, ben odalarda dikkatle dolanırken. bihakkın anlamak için benim bunca yıl deneyim biriktirmem, ses içinde ses kovalamam gerekmiş demek. meraki gözlerimle cümleyi yakalamış ve ilgilenmişim ama “kedidir kedi” demiş geçmişim de bi yandan. kedinin kediden fazla bir şey olduğuna o kadar da uyanamamışım o zaman.

kim bilir belki halâ daha da anlayamadığım bölümleri olabilir işin. hayat uzun, merak sonsuz…neyse ki öyle…

neyse ki öyle…

 

  • Kedi
  • Yazar: Georges Simenon
  • İlk baskı: presses de la cilte, paris 1967
  • Yayınevi: Nisan Yayınları-1993
  • Türkçesi: Sosi Dolanoğlu
  • Kapak: Nilgün Öneş
Aynur Uluç
Vinkmag ad

Read Previous

İstanbul Kitap Fuarı programı

Read Next

Ödüllü yazar Murat Özyaşar gözaltında

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *