Geçmişin burgacından bugüne bakmak için…

Nurdan Gürbilek büyük yıkım dönemlerinden sonraki travmanın ilk etkisinin dildeki kilit olduğuna dikkat çekerek başlıyor sorularını kurmaya.

Bazen bir şiir tutar elinizden bazen bir kitap… Bazen “Dostoyevski’yi okuduğum günden sonra huzurum kaçtı” diyen Cemal Süreya gibi bir kitap okursunuz; huzurunuz kaçar. Bazen kavramlara kaçarsınız, bazen kavramlardan… Ama onlarsız da olmaz sorular bunca çokken… Kavramlar gelip içinize yerleşir… Kitap kitaba kaçar, bazen el alır diğerinden. Nurdan Gürbilek’in Şubat 2015′ te yayımlanan “Sessizin Payı” isimli kitabı tam da böyle bir kitap. Kitaplar arasında bir gezinti izleği sürüyor Nurdan Gürbilek. Ama onun özel bir düşün ve deneme yazarı olduğunu biliyorsanız bu gezintinin hiç de öyle tesadüfi olmayacağını tahmin ediyorsunuz. O, kitaplarda ve yazarlarda iz sürerken siz de onun yazdıklarında sürüyorsunuz. İzlediği yolu hangi kitaba hangi nedenle ve neden o sıralamada düşürdüğünü izliyorsunuz anlattıklarının kıymetinin yanında… Giriş bölümünde niyetini de belli ediyor aslında açıkça. Walter Benjamin’den el alarak diyor ki bir yeri anlamak için o bölgeye ya uçaktan bakar gibi kuşbakışı bir yaklaşım ile kavramsal temas kurarak ya da mevzunun derinliklerine; patikalarına girip kaybolmak şeklinde olan iki yoldan birisiyle gidilir. Bir ormanda kaybolur gibi kaybolabilmenin de bir eğitim ve marifet gerektirdiğinin altını çizerken yine Benjamin’den şu alıntıyı koyuyor önümüze yazar: “Bir meydanın farkına varabilmek için insanın oraya dört ayrı yönde yaklaşması, hatta orayı da dört ayrı yönde terk etmesi gerekir.” Gürbilek’in bizi içinde dolaştıracağı ve “Sessizin Payı” ismini verdiği düşün ve analiz meydanında onun rehberliğinde ne yapacağımızın ilk sinyali bu cümle…

İlk bakışta birbirinden ayrı gibi görünen bölümlerden oluşuyor “Sessizin Payı”. Öncelikle Dostoyevski’den başlıyor Gürbilek kitabını kurmaya. Yine Cemal Süreya’dan el alarak söylersek; niyeti belli oldu diyoruz; yazar illâ kaçıracak huzurumuzu. Her bölümde o bölüme verilen başlığa ilaveten bir de alt başlık var. “Suç ve Ceza” başlıklı ilk bölümde alt başlık “Raskolnikov, Klaus Barbie, Kenan Evren”. Her iki başlık sayfada birlikte algılanacağı için bu sözcüklerden seçilmiş olması bir ön fikir veriyor bölümün anlatacaklarına dair. Evet, gerçekten de kitaptaki ilk durağımız Suç ve Ceza’daki kavram ve yaklaşımlar üzerinden bir yakın tarih analizi. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmasının cunta döneminde işlenen insanlık suçlarından sorumlu tutuldukları için değil, rejime karşı darbe yaptıkları için olduğunun altını çizdikten sonra asıl analizini şuradan kuruyor yazar: “Türkiye’de kapitalizm, ekonomik ve siyasi tıkanmışlığı olağan yöntemlerle gideremediği için 12 Eylül gerçekleşti.” Bu bölümde ayrıntılandırılan bakış bizi doğrudan “Suç ve Ceza”dan alınmış şu soruya götürüyor: “Öldüren mi suçludur, yoksa kan dökme eylemini mümkün kılan düşünce tarzının kendisi mi?”

Bu süreçte yer alan kişilerin içlerindeki kötülük sebebiyle değil, son derece sıradan sebeplerle bu işin bir parçası olmalarını yine kitaplar üzerinden okumaya devam ediyoruz. Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” isimli kitabı giriyor kadraja. Bu kitabı bize anımsatmasının önemli bir nedeni var Gürbilek’in. Yazar bizi kötülükle sıradanlık arasındaki ürkütücü bağ hakkında düşünmeye davet ederken öğrendiklerimiz dehşet verici. Kısaltarak alıntılıyorum sözünü ettiğim bölümü: “Kötülüğün Sıradanlığı” dava sırasında dikkati hiç çekmeyen bir konuyu tartışır. İsrail basını Eichmann’ı bir cani, bir canavar, bir psikopat olarak gösterir. Oysa Arendt’a göre ne canavara, ne de şeytani bir varlığa benziyordur. Tersine fazlasıyla sıradan, insanı ürkütecek kadar normaldir. Hep aynı beylik laflarla konuşuyor, basmakalıp olmayan tek cümle kuramıyordur. Binlerce Yahudi’yi gözünü kırpmadan ölüme sevk eden bu adam ne bir davaya inandığı için partiye katılmış, ne de katıldıktan sonra inanmaya başlamıştır. “Kavgam”ı okumamıştır, parti programını bile doğru dürüst bilmiyordur. Karşımızda Yahudilerden nefret ettiği için değil, görevinde yükselebilmek için üstlerinin talimatlarını harfiyen yerine getiren bir devlet görevlisi vardır. Hitler’i onun için önemli kılan onbaşılıktan başlayıp seksen milyonun führerliğine yükselebilmiş olmasıdır.” Bir yazı için hayli uzunca bir alıntı olsa da buradaki yalın gerçeklik benim için öylesine etkileyici idi ki birebir almayı tercih ettim. Ve bu bölüm için kitaptan bir cümle daha seçme hakkım varsa sadece o günleri anlamak için değil, içinde olduğumuz ülke gündemi ile de açık bağlantısı sebebiyle seçeceğim cümle şu olurdu: “Bir ülkede kötülük hâkim olabiliyorsa bu cani ruhlu insanların sayısının arttığı için değil, kötülük sıradanlaştığı içindir.”

Bir sonraki bölümde yazar ve sorumluluğu ve bu sorumluluk içinde yazarın yazın sürecinde içine düştüğü çelişkiler, gidip gelmeler Adorno’nun doğru ve yanlış hayat analizleri ile harmanlanarak Tolstoy üzerinden verilmiş. “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözü ile başlayan yolculuk doğru ve yanlış konusunda neye göre karar verileceği konusunda derin incelemelerle yol alıyor. Yazarların yazdıkları üzerinden bakıldığında yaşamlarındaki sahiciliği ve bu anlamda inandırıcılığının sınavı denilebilir. Bir sonraki bölüm ise yazdıklarıyla ülkemizde bir dönem çok geniş bir kitleyi etkilemiş olan bir isimle başlıyor. Yeterince erdemli kalınırsa yoksulluktan kurtulunabileceği gibi bir algı kuran Kemalettin Tuğcu romanlarının yoksulluğu oluşturan sebeplere hiç dokunmadan geçişini ve bu dilin yoksulluğu doğallaştırmaya, rıza göstermeye nasıl hizmet ettiği inceleniyor. Öte yandan yoksulluğun reel fotoğraflarının ve öfkesinin ortaya çıktığı Orhan Kemal romanlarındaki kahramanların hâlleri inceleniyor. Bir köyden bakarak bir ülkeyi ve o ülkedeki büyük fotoğrafı verecek örnekler üzerinden anlatılan yazar sorumluluğu büyüteç altına alınıyor.

Artık her bölümün bizi bir başka açıya götürecek çapraz okumalara imkân verecek şekilde kurulduğunu anlayacak kadar yol aldık kitapta. Sonraki bölümde yine rehberimiz bir kitap; İstanbul üzerinden ülkedeki kültür yarığını inceliyoruz yazarla birlikte biz de. Yer yer kitabı bırakıp kendi analizlerimize gidiyor aklımız. Gürbilek, bu anımsamaları yaptıracak şekilde kurmuş dilini çünkü yine. Peyami Safa’nın Harbiye ve Fatih üzerinden anlattığı kültürel yarığın bugünkü siyasete uzanan okumaları ile dolu bu bölüm. Fatih’te yaşanan kültürel ve ekonomik durumun Taksim-Harbiye bölgesinde kurulan sosyolojik, ekonomik, kültürel farkların nasıl bir işleyişe sebep olduğunu anlamak için Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” isimli kitabında sözünü ettiği “bastırılanın geri dönüşü” kavramına bakmak gerekir. Bu büyük yarılmanın bugüne gelinirken nasıl daha çok büyüdüğünü ve bu düşünme biçimi ile devam edersek daha da büyüyeceğinin sinyallerini fark etmemizi sağlıyor bu bölümde yazar.

Ve kitaplar üzerinden yol alan “Sessizin Payı”nda sürdürdüğümüz çözümleme yolculuğunda en ağır sorularla dolu bölüme geliyoruz finalde. Benjamin’in sözünü ettiği meydanı anımsıyoruz yine. Değil dört, sayısız kanaldan girilen meydanı. Alt başlık “Yazı neyi kurtarır”. Yazma hâllerinin geçmiş ve bugünle nasıl biçimlendiğini çok açık örnekleri ile inceliyor Gürbilek bu bölümde. Canımızı oldukça acıtan kısım “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” cümlesinin peşine takıldığımız Adorno okumalarından geliyor. Ölümden sonra yazmak neye yarar sorusundan, neyi nasıl yazmak gerek sorusuna kadar çok geniş bir alanda gidip geliyor zihnimiz. Nurdan Gürbilek büyük yıkım dönemlerinden sonraki travmanın ilk etkisinin dildeki kilit olduğuna dikkat çekerek başlıyor sorularını kurmaya. “Dilsel felç” olarak tanımlıyor bu hâli. “Sağaltıcı unutuş” ile “sağaltıcı anımsama” arasında geçen yıllardaki yüksek gerilimi anlatıyor ince ince. Ve aradan yıllar geçtikten sonra ancak mümkün olan yıkımı anlatma hâli başlandığında; bu çabanın soru ve sorunlarla dolu olan biçimlerini görüyoruz. Soykırımın edebiyatını yaparken korkunç anıları estetize ediş hâlinin oluşturacağı risklerden, büyük bir felaket olmuşken bundan hiç söz etmeyen şen bir edebiyatın hayattaki yerine kadar sorular iç içe geçiyor bu bölümde. Felâket, üzerine konuşulamaz denilen anda başlayan felâket üzerine konuşma hâlinin kendisi… Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü… Kendisinin de defalarca gidip gelip açımladığı bu söz düz okumalarla anlamlandırılamayacak kadar derin bir durumu anlatır. Felâketten sonra şiir yazılamayacağını değil; şiirin (edebiyatın, düşüncenin, kültürün) çözümü imkânsız bir problemle baş etmek zorunda olduğunu söyleyişi ile geçmelidir hafızalara. Yine Gürbilek’in cümlesi ile verirsek “Bir konuşma yasağı değil, konuşulamaz olanı konuşmak gibi imkânsız bir görev veriyordur Adorno yazıya”

İçimde dönüp dolaşan binlerce soru oluştu kitap finale yaklaştıkça… Giriş bölümünde Benjamin’den gelen ilk tespite gitti aklım. Kavramlarla anlama çabası için meseleye kuşbakışı bakmak mı, yoksa içine girip kaybolmak mı doğruydu. Ben bu temel sorunun yanıtına dair, değil bir yere varmak, istediğim kadar yol bile alamamışken şu tespiti düştü sayfaya Gürbilek’in.“Toplumsal bünyenin derdi mahvolmuş bir hayata üzülmek değil, kendi varlığını emniyete almaktır.” Faşizmin en basit görüneninden en komplikesine kadar insanın insanı ezmesi olduğunu bir kenara baz noktası olarak koyarsak; ezme hâlinin insanın dışında bir özellik olmadığını duyumsamadan tüm bu soruları ve sorunları çözemeyeceğimizin ipucu olarak okudum ben bu cümleyi. Ötekileştirmeye karşı çıkarken dahi farkına varmadan yaptığımız ötekileştirme hâllerimizle yüzleşmeden, yani sözün kısası çuvaldızı kendimize batırmadan çözemeyeceğimizi anladım. Sorularımla ve olası yanıtlarımla ve olası yanıtlarımın beni götüreceği yeni sorularımın şimdiden hissettiğim varlığıyla sarhoş gibiyken şöyle bir an boşlukta kalakaldım.

Ve araf hâlim, Einstein’ın şu cümlesine götürdü beni; “Problemleri, onları oluşturan düşünme biçimiyle çözemezsiniz.”

  • Sessizin Payı
  • Yazar: Nurdan Gürbilek
  • Yayınevi: Metis Yayıncılık
  • Sayfa Sayısı: 152
  • Baskı Yılı: 2015
Aynur Uluç
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Saramago Okurları Yaşıyor

Read Next

Bizans artık kahpe değil mi?

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *