
Georges Perec, Uyuyan Adam adlı kitabında bellekten bahsetmeden, belleği kocaman bir boşluğa dönüştürerek; belleksiz birine dönüşerek anlatır belleği.
Sanat ve felsefenin en çok işlenen temalarından birisidir bellek. Özellikle edebiyatta kişisel bellek, toplumsal bellek, unutma ya da unutamama, hafıza kaybı, mekanik bellek, yapılandırılmış bellek gibi pek çok alt başlıkta eserler verilmiştir. Ama “bellek” mevzu bahis olunca, benim için en ufuk açıcı, çarpıcı, soru işaretleri ile şaşırtan, cevapları ile besleyen eser Uyuyan Adam diyebilirim. Georges Perec, Uyuyan Adam adlı kitabında bellekten bahsetmeden, belleği kocaman bir boşluğa dönüştürerek; belleksiz birine dönüşerek anlatır belleği.
Uyuyan Adam, hayatın sıradan düzeninden vazgeçerek belleksizliğe doğru yol almanın anlatısıdır. Ya da Uyuyan Adam, bedeninden vazgeçerek sırf bilinç olmaya, belleğin içinde var olmaya doğru yapılan bir yolculuğun anlatısıdır da diyebiliriz ki bu iki tanım zıt anlamlar ifade ediyor gibi görünmelerine rağmen aslında birbirine bağlanan, fasit daire oluşturan, birbirine dönüşen bir sarmalın iki farklı anlatımıdır sadece.
Belleğini yok sayarak derin bir uçurum, bir boşluk yaratır yaşamda yazar. Geoge Perec’in yaşama karşı çıkışıdır belki bıraktığı boşluklar. 1969 yılında yazdığı Kayboluş adlı romanında Fransızcanın en çok kullanılan harfi olan “E” harfini hiç kullanmamıştır. Hayata itirazını bir harfi hem de en gerekli harfi ortadan kaldırarak yapar. Bir yazarın, en gereksinimi olduğu simgeye itirazı; ironik ve varoluşsal bir cesaretin örneği değil mi sizce de? Kayboluş’tan iki yıl önce, 1967’de yazdığı Uyuyan Adam romanında ise bir harften çok daha fazlasından, kimlik duygusu için en gerekli şeyden vazgeçerek yapmıştır belki de bu itirazı Perec: belleğini silerek, belleksizleşerek…
Bellek, kişisel tarihimizi yaratır. “Çocukluk hatıram yok: Bu iddiayı kendimden emin bir şekilde, neredeyse meydan okurcasına ortaya koyuyordum. Bu mesele üzerinde bana soru sormaları boşunaydı. Ders programım da yoktu. Bundan muaftım. Bir başka tarih, büyük olanı, büyük tırpanıyla Tarih, çoktan benim yerime cevap vermişti: savaş, kamplar.” diye anlatır kendi tarihsizliğini Perec. 1936 yılında Paris’te doğan ve Polonyalı bir Yahudi olan yazar, babasını ikinci dünya savaşında kaybetmiş, annesi ise Auschwitz Toplama Kampı’nda yaşamını yitirmiştir. Halası ve eniştesi tarafından evlat edinilen Perec, tarih ve sosyoloji eğitimi alır. 1961 yılında ise Saint-Antoine Hastanesinde nörofizyoloji üzerine araştırma yapan bir laboratuvarda arşivci olarak çalışmaya başlar. İşte bu ironik bileşim; tarih, sosyoloji, arşiv ve belleği konu edinen nörofizyoloji, kişisel tarihsizleşme yoluna doğru açılan kapıdır belki de onun için.
Anlatıya Franz Kafka’dan bir alıntı ile başlar Perec: “Evinden çıkman gerekmez. Masadan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlüsü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde.” Kafka’dan bu alıntı anlamı çoğaltma imkânı sağlar yazara. Dışarıda sana rağmen, senin dışında akıp giden, maskeler takan bir yaşamı anlatmanın yanı sıra bir “dönüşüm” habercisidir aynı zamanda. Nasıl ki Gregor Samsa bir sabah odasında yalnız başına bir böceğe dönüşmüşse bu roman da isimsiz kahramanın belleksizliğe doğru dönüşümünü anlatmaktadır. Hayatın içinde sürüklenen, sıradan ve rutin yaşam edimleri ile modern şehir hayatına uyum sağlamaya çalışan yirmi beş yaşındaki genç bir adamın “dingin bir kayıtsızlık içinde; duyarsız değil yansız; adsız dünyanın efendisine” dönüşümü.
Küçük odasında, yalnız bir adamı anlatarak başlar romana. Hatta tüm roman boyunca sadece bu yalnız adam vardır: ne bir diyalog ne de başka kişiler dâhil olmaz anlatıya. Otobiyografik bir anlatı olarak da okuyabileceğimiz eserde bir tek Perec vardır, bir de gerçek hayatında da hiçbir zaman tam anlamıyla var olamayan anne ve baba imgeleri. Onlar da uzak kırsalda birer siluet olarak girerler kurguya; varla yok arası birer yan kahraman, belleğin yan izdüşümleri olarak.
İsimsizdir romanın kahramanı. Bilinç hafızaya kaydedebilmek için iki şeye ihtiyaç duyar: anlamlandırma ve adlandırma. Adı olmayan hafızada yer edemez. Adlandırılmayan, belleksizdir bir anlamda. Perec de kahramanına bir ad vermez ama “sen” anlatısı içinde var eder onu. Hem adlandırılmayan yani hiç kimsedir, hem de kitabı okuyan okur yani herkestir ana kahraman. Oulipo grubunun üyesi olan ve bu nedenle matematiksel oyunlarla, lipogramlarla yazan Perec, bu eserinde de dil oyunlarını, çağrışımları, oyun kartları ve briç terimleri ile kurguladığı matematiksel bir mikrokozmosu kullanır; anlamı çarpar, böler, çoğaltır, sıfırlar.
Anlatı uyuyan bir adamın düşleri ile uyanık bir adamın gündüz düşleri arasında iç içe geçmiş gibidir. Kitabın daha ilk bölümünde yatakta uyuyan bir adamın uykusunu iki boyutlu bir film gibi anlatarak gerçek ve gerçeküstünü harmanlar yazar. Bazen okur kahramanın uykuda olup olmadığından emin olamaz. “Uyumuyorsun ama uyku artık gelmeyecek. Uyanık değilsin ve hiç uyanmayacaksın. Ölü değilsin ve ölüm bile seni kurtaramayacak…” Bu anlatı günümüzde çok popüler olan yapay-zekâ üzerine yapıtların, özellikle gerçek ile gerçekdışı yaşamın uyku ve uyanıklık arasında karıştığı “Matrix” ve “Inception-Başlangıç” filmlerinin öncü fikri gibidir. Uyku, bilinç ile bilinçdışının birbirine en yaklaştığı yerdir. Freud, bilinçdışının rüyalarla deşarj olduğunu söyler. Bu bir çeşit fazla basıncın tahliyesi gibidir. İnsanı rahatsız eden dürtüler, arzular, onaylanmayan duygular rüyalarda kılık değiştirerek ortaya çıkarlar ve kişi bu bastırılmış duyguları ‘sanki gerçekten yaşamışçasına’, rahatlar. İşte Perec’in anlatısında da okur bu duygunun içinde yüzer adeta; uykusunda ‘sanki gerçekten yaşamaktadır’ kahraman da. “Uyanış seni kolluyor, onu harekete geçiren şey senin sabırsızlığın oldu ve onu geciktirmek için harcadığın tüm çabalar onu daha da çabuklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor (…) uyku bir hedefe dönüşüyor, ya da hayır, aksine, sen uykunun hedefi oluyorsun.” anlatısında yer alan sınırda, gerçek ile hayal, uyku ile gerçek, sanrı ile uyku sarmalında gezinen düş gücü gibi…
Allegorik anlatımlar ve metaforlarla sürüyor anlatım. Bölümlerde döngüsel olarak tekrarlanan çatlak bir aynaya yansıyan görüntü, bilinç ve bedenin ayrılması, bir göz olan bilincin vücudu dışarıdan seyretmesi, gözün saydam tabakasının yüzeyindeki bükülmüş iplikler, hayatın bitimsiz seslerine karşın sessizliğe gömülmek gibi birçok imge anlatımı derinleştirmekle beraber aynı zamanda yoğun ve dikkatli bir okuma ihtiyacı doğuruyor. Bu metaforlar, bilinç, bellek, bilinçdışı, uyku döngüsünü güçlendiriyor. Kurguda gene sıkça karşımıza çıkan üst dudağında yara izi olan adam, Perec’in yara izi düşünüldüğünde, anlatının otobiyografik özelliklerini vurgular nitelikte âdeta.
Oysa her ne kadar kendimizi dönüştürmek ve kaderi yenerek kendi hayatımızın kararlarını veren üstün-tür olmak istesek de; dünya ve doğa ve tarih ve döngüsel zaman söyler son sözü belki de kim bilir, kim bilebilir; “ Her şeyi gözetip kollayan zaman, sana rağmen çözümü açıkladı. Cevabı bilen zaman akmaya devam etti. Düş gören adam gibi konuşmaktan vazgeç. Hayır. Sen artık dünyanın efendisi, tarihin üzerinde hiçbir etki yapmadığı kişi, yağmurun yağışını hissetmeyen, gecenin gelişini görmeyen kişi değilsin. Sen artık ulaşılmaz, duru, saydam değilsin. Korkuyorsun. Bekliyorsun. Clichy meydanında yağmurun dinmesini bekliyorsun.”
Sarmal -fasit daire- tamamlanır ve sen başlangıçta olduğun kişisindir. Ya da hiç kimse değilsindir aslında. Belleğin sana her ne anlatıyorsa…
- Uyuyan Adam
- Yazar: Georges Perec
- Çeviri: Sosi Dolanoğlu
- Basım Tarihi: Mayıs 2016, 4. Basım
- Sayfa Sayısı: 103 Sayfa
- Yayınevi: Metis Yayınları
- Bu Kitabı Ateşten Koruyun: Fahrenheit 451 - 26 Nisan 2018
- Sonuçta bir direniştir yaşamak; Ernesto Sabato Üzerine - 31 Mart 2018
- Nefes Kesici Bir Gerilim: Kurtulan Kızlar - 21 Mart 2018