Gerçek, Yalan Ve Fantezinin İç içe Geçtiği Bir Roman

Akıcı ve yalın dili sayesinde kolayca okunan, ahlaksız etiğin ne olduğu konusunda sizi bilgilendiren, örneklendiren, canlı kişilik ve olaylarla ilginizi bir an olsun kaybetmemenizi sağlayan bir başeser

Uzun zamandır bu kadar yalın, okuyucunun içinden kayıp giden bir metin okumamıştım diyebilirim. Agota Kristof’un Büyük Defter/Kanıt/Üçüncü Yalan üçlemesinden bahsediyorum. Macar asıllı yazarın 1986-1991 yılları arasında yazdığı, Fransızca aslından çevrilerek dilimize kazandırılmış bu üçlü roman, şizofren hayallerden muhteşem kurgulanmış yalanlara dönüşen iki çocuğun hayat hikâyesini anlatıyor.

İlk kitap Büyük Defter, ikiz çocukların ortak ağzından yazılmış. İkinci dünya Savaşı sırasında adı geçmese de Macaristan olduğunu anladığımız ülkede yaşanır öykü. Anneleri ikizlerini daha fazla doyuramayacağını anladığı için çocukları sınır kasabasında yaşayan anneanneye teslim eder ve gider. Tüm kasabanın cadı diye tanımladığı anneanneleriyle kalır çocuklar tıpkı Hansel ve Gratel masalındaki gibi. İsimlerini bile bilmediğimiz bu iki küçük çocuğun yeni yaşamlarına alışabilmek, hayatla, acıyla mücadele etmek adına ahlaki tüm değerlerinden arınmalarına tanık oluruz. Bu seviyeye ulaşmak için öncelikle fiziksel acıya katlanmayı öğreniyorlar.

Ağlamadan acıya dayanabilmek için vücudumuzu güçlendirmeye karar veriyoruz. Birbirimize önce tokat, sonra yumruk atmaya başlıyoruz… Çırılçıplağız. Birbirimize kemerle vuruyoruz. Her darbede,

“Acımıyor” diyoruz. Sertçe vuruyoruz, daha da sertçe. Ellerimizi ateşin üstünden geçiriyoruz. Baldırlarımızı, kollarımızı, göğsümüzü bıçakla çizip yaralarımıza alkol döküyoruz. Her seferinde, “Acımıyor” diyoruz. Bir süre sonra gerçekten bir şey hissetmiyoruz. Sanki başka birinin canı acıyor, başka biri yanıyor, kesiliyor, acı çekiyor.

Ağlamıyoruz artık.”

Sözlü saldırılar karşısında dik durmak için uğraşıyorlar sonrasında.

Artık ne kızarmak ne titremek istiyoruz, küfürlere, bizi yaralayan sözlere alışmalıyız. Mutfaktaki masanın başına karşılıklı oturuyoruz, göz göze, en ağır sözleri söylüyoruz.

Biri: “Süprüntü. Göt deliği.”

Diğeri: “Götveren, aşağılık.”

Sözcükleri duymaz, hatta beynimize ulaşmaz hale gelinceye kadar tekrarlıyoruz. Her gün yarım saatlik böyle bir alıştırmadan sonra, sokaklarda dolaşıyoruz. İnsanları bize hakaret etmeye zorluyoruz, sonunda kayıtsız kalabildiğimizi fark ediyoruz.”

Son olarak sevgi sözcüklerinden etkilenmemeyi öğreniyorlar, anlamlarını yitirene kadar tekrarlıyorlar eskiden duydukları güzel sözcükleri.

Ama eskiden kalma sözcükler de var. Annemiz bize, “Canlarım. Aşklarım. Mutluluğum. Tapılacak bebeklerim” derdi. Bu sözcükleri hatırlayınca gözlerimiz doluyor. Bu sözcükleri unutmalıyız, çünkü artık kimse bize böyle şeyler söylemiyor, bu sözcüklerin anısı da taşınamayacak kadar ağır. Böylece alıştırmaya başka bir yönden başlıyoruz.

Şöyle diyoruz: “Canlarım. Aşklarım. Sizi seviyorum … Sizi hiç terk etmeyeceğim. Yalnızca sizi seveceğim … Her zaman … Sizler benim için hayatsınız … Tekrarlamaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor.”

Sonunda çocuklar tüm ahlaki değerlerden soyutlanırlar. Eylemleri duygu ve yargılardan yoksundur. Ama büyük bir tutarlılık içerir. Asla onların kötü olduğunu düşünmeyiz, sadece yapmaları gerekenleri yapan çocuklardır. Bunu Slovaj Sizek, Paralaks kitabının önsözünde ahlak ve etik arasındaki farkı örneklendirmek için kullanmış.

“Ahlak benim diğer insanlarla olan ilişkilerimin simetrisiyle ilgilidir; onun sıfır seviye kuralı “benim sana yapmamı istemediğin şeyi bana yapma”dır; etikse, tersine, benim kendimle tutarlılığımla, kendi arzuma bağlılığımla ilgilenir. Fakat, etikle ahlakı ayırmak için tümüyle farklı bir yol daha var: Friedrich Schiller’in naifle duygusal karşıtlığı çizgisinde bir yol. Ahlak “duygusaldır,” ötekilerini (sadece), ötekilerinin gözüyle kendime baktığımda, iyi olan kendimi sevmem anlamında içerir; etikse, tersine, naiftir – yapmam gereken şeyi yapılması gerektiği için yaparım, iyiliğim yüzünden değil. Bu naiflik düşünümselliği dışlamaz – hatta ona, insanın yaptığı şeye karşı soğuk, katı bir mesafesi olmasına izin verir. Bu türden etik tutumun en iyi örneklerinden biri, Agota Kristof’un Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan adlı üçlemesinin ilk cildi olan Defter’de sergileniyor. Kitap İkinci Dünya Savaşı’nın son ve Komünizmin ilk yıllarında, büyükanneleriyle birlikte küçük bir Macar kasabasında yaşayan ikiz iki çocuğun öyküsünü anlatıyor. İkizler tümüyle ahlaksız – yalan söylüyor, şantaj yapıyor, öldürüyorlar… – yine de, en saf haliyle otantik bir etik naifliği cisimlendiriyorlar.”

İlk kitap, ikizlerden birinin sınırı geçerek gitmesiyle sona erer. İkinci Kitap üçüncü tekil şahıs anlatıcıyla sınır kasabasında kalan Lucas’ı anlatır. Tek kalan Lucas bir süre hayatla bağlarını koparır, ilk kitapta şantaj yaptığı Papazla dostluğu sayesinde tekrar işinin başına döner. Babasından hamile kalan genç bir kızı himayesine alır, sakat doğan bebeğe ise babalık yapar. Parti sekreteri Peter ile arkadaş olur, kendinden yaşlı kütüphaneci Clara’ya aşık olur. Kasabadan asla ayrılmayı düşünmez, çünkü kardeşi Claus’un geri döneceğine emindir. Onu bekler. İlk kitapta beraberce yazdıkları kitabı ise Peter’dan başkası okumamıştır. İkinci kitap Claus’un kasabaya geri dönmesi ile son bulur.

Üçüncü kitap birinci tekil kişi yazılmış. Üç yalan üzerine kurulmuş bir hayatı anlatıyor. Dolayısıyla anlatıcının kimliği de değişiyor. İkizlerden kimin gidip kimin kaldığı, yaşananlar, anlatılan kişiler bir anda değişiyor. Gerçekle fantezinin, yalanla doğruların birbirine karıştığı, kişiliklerin ait olmadıkları bedenlerde canlandığı bir dünyanın içinde olduğumuzu anlıyoruz.

Akıcı ve yalın dili sayesinde kolayca okunan, ahlaksız etiğin ne olduğu konusunda sizi bilgilendiren, örneklendiren, canlı kişilik ve olaylarla ilginizi bir an olsun kaybetmemenizi sağlayan bir başeser. Yazarın dördüncü kitabı Dün de dilimize yeni çevrildi. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz yazarla daha önce tanışmadıysanız bu üçlemeyle iyi bir fırsat yakalamış olacaksınız.

  • Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan
  • Yazar: Agota Kristof
  • Çeviri : Ayşe Kurşunlu
  • 372 sayfa
  • İstanbul, 2010
  • Yapı Kredi Yayınları
Zümrüt Bıyıklıoğlu
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Çocuk kitaplarını çocuklar değerlendirdi

Read Next

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi süreci ve bu süreçte Türkiye

3 Comments

  • Merhaba, bu kitabı bir süredir arıyorum, bulamadım, baskısı bitmiş sanırim. Nasıl bulabileceğimiz konusunda bilginiz var mıdır? Teşekkürler

    • Haklısınız, baskısı tükenmiş. Sarraflardan eski bir baskısına ya da internetten elektronik kitap olarak ulaşabilirsiniz.

  • Bu kitabı okumak isterim yalnız okuyucuları şimdiden uyarıyorum böyle eserleri sağlam kafayla okumalı ahlak ve etik ikilisinin böyle kalıplaştırılması ve etiğin bir özgürlük alanı olduğu iddiası bence kesinlikle yanlış yani kişi hem ahlaklı hem de etik içinde kalabilir çünkü hayatın başka helal yoldan sizi tatmin edecek yanları var…

    Sevginin ve acının duyumsanmadığı bir yaşamda tek düze tek fikirli olursunuz bir tür akıl hastalığıdır bu aslında o yüzden insan sabırlı olmalı cana kıymamalı ,evlilik dışı cinsel ilişkiye karşı olmalı,büyük hak gaspları yapmamalı vicdan sahibi olmalı ondan sonra özgür düşüncesiyle tavrını iyiden yana koymalı bu bizim en büyük sorumluluğumuz insan olma ödevimizidr…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *