Gitmek Ama Varamamak, Uçmak Ama Konamamak

Ece Ayhan’ın yirmi dört ayar tarih teorisi kıymetindeki “Şiir ve Kadavra” şiirine gidip “Parşömen kağıtlar okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin ve / kadavranın içi açılmamıştır, insan insanın hiç” dizelerini okuyup dillenelim.

Şimdi çok sevdiğim ‘sürgün’ sözcüğü beni allak bullak ediyordu. Bir gün büyük anneme sormuştum: ‘Neyiz biz?’ diye. Bir şey anlamadı. ‘Sürgün ne demek?’ diye yineledim. Sürgün ‘menfi’ demekmiş, ‘menfa’ya gönderilenlere ‘menfi’ denirmiş. Bir an aklıma Yavrutürk dergisindeki bir tefrika geldi: ‘Bir Göçmen Çocuğun Anıları.’ ‘Göçmen miyiz biz yoksa?’ diye soruyu değiştirdim. ‘Evet, işte buldun, göçmeniz biz’ dedi. Rahatlamıştı. Ondan sonra kendimi bir süre göçmen olarak düşündüm.” (Cemal Süreya)

Saçım dedi ki, ben beyaza gidiyorum…” (Ahmet Büke)
Der ve gider.

Ama her gitmenin ve her kalmanın derdi ve yarası başkadır. Hele de tarihin emri, siyasetin kavliyle “zor” ile “zorunlu” gidiyorsanız. İlköğretim “mecburi ve meccanidir” bu ülkede… Ana dili Türkçe olmayan bir çocuk, “ana dilini” dilini dilinin altına saklayarak zorla Türkçeye gider.

Mülteci, göçmen, sürgün, hangi kavrama, sözcüğe gidersek gidelim, her yara/travma “ses” olarak da zuhur eder. İçine tüten, bacasız bu ses tüm zamanlarda Kıbrıslı şair Fikret Demirağ’ın “Sen nereye gitsen yurdundan adın çağrılır/ yurdunun kokularını gümrükte bırakma” dizelerinin kapısından geçirir “mecburi ve meccani” gidenleri.

Devlet ve asker uzaktayken “iyidir!”; sana mecbur değiliz, der ve gideriz…

Dedi ki Nar; çatlamaya gidiyorum…” der ve çatlamaya gider sürgün… Sürgün arkasına bakarak giden der ki; “biz de Nar olduk, saçılmış tanelerimizden biliriz…

Dil ve ülke sürgünü Cemal Süreya’nın, “Ödleriyle öten kuşlar gibi” dizelerini okuyarak gidelim… Dönüşte yolumuzu Roboski’ye düşürüp, ölü ele geçirilen bir çocuğu dinleyelim: “sınır dediğin üç öğün korku, beş vakit açlık/ işaretlerimiz vardır ömrümüzü uzatmak için/ yakalanmayalım diye dilimize türkçe taş bağlar/ yapma çiçeğe rastlarsak yandan gül geçeriz…

Tarihte ve coğrafyada “âh’ın rolü” diyelim ve öteki’nin inkarı, varlığın, dilin zorla iskanı olarak “âh mekanları”na gidelim. “Özgür acılar cumhuriyeti” demişti Metin Altıok; madem ki âhlardan söz ettik, ,“Özgür âh’lar cumhuriyeti” diyelim, sonra da başka bir âh’a gidelim:

Güçlü bir el silkeledi beni sonra/ Sanırım Tanrı’nın eliydi,/ Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,/ Çok şey görmüşüm gibi,/ Ve çok şey geçmiş gibi başımdan/ Ah dedim sonra/ Ah!/ iç ses diye söylendim/ Gel!/ Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla// Vasiyetimdir. / Bin ahımın hakkı toprağa kalsın…” (Didem Madak)

Sürgün; “Yaralarım beni yardıma çağırır” der ve gider… Ama yaralardan dönüş yoktur ve hiç varamazlar; yanlış zamanlanmış ayakları onları ileriye götürürken, kalpleri ve hafızaları geriye çağırır. Sürgün gittiği yere ev meleklerini götürse de, “Felsefe sıla özlemidir. İnsanın kendisini her yerde evinde hissetme isteğidir.” (Novalis) hali yürürlüktedir. “Dönmek” halinin tutkuya ve giderek “yaraya” dönüşmesi de var bu hikayede. Yaraların sonuna nokta koymak için dönmek ister sürgün.

Çok bilmiş cevaplarımızdan, kavramlarımızdan şüphelenip yeniden tanışmanın kapısını aralayıp “yaraları da tanıştırmak” için Turgut Uyar’ın “Efendimiz acemilik” cümlesine gidelim. Sonra da, Dersim-Erzincan’dan maaile sürülen Cemal Süreya’nın Bilecik’e vardıklarını dile getirdiği “Tarih öncesi köpekler havlıyordu” cümlesinde durup,“Biz yeni bir hayatın acemileriyiz/ Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor/ Şiirimiz, aşkımız yeniden” dizeleriyle kuruyan ağzımızı çalkalayalım.

Vahşete, sürgüne, acıya verilen olağan tepki, onu akıldan çıkarıp atmaktır. Ama kötülük toplumları ve kötülük dayanışması bunu yüksek sesle söylemeyi engeller. Bunun kelime karşılığı “dile getirilemez”dir. Ne var ki, dil ve vahşet gömülmeyi reddeder. Sürgünlerin travmaların bir “yeraltı” tarihi vardır. “Sır toplumu” oluşturan sürgünler birer “sır katibidir” ve “sır kalemiyle/diliyle” de yazar ve konuşurlar. Ki hattatların ve nakkaşların kullandıkları “sır kalemi”; bir kuşun bir kanadından, bir mevsimde çıkarılan bir tüydür. “Ey zair, bu(sır)ı bilme! Öğrenme! Öğrendiğini bildiğin zaman/ Sen de bizden olursun!”demiştir Hızıroğlu Bedri…

Âhın yerini belki biliyoruz ama “Acının yerini biliyor muyuz? Metin Altıok’un “Ben acıyım/ Biz zaten acıyız”, dizelerine sürgün gidelim ve sonra öyle bir cümlede misafir olalım ki hiç aklımızdan çıkmasın: “Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz. Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.” (Cemal Süreya)
Bir yazıya gönüllü sürgün olmuşken, Ece Ayhan’ın yirmi dört ayar tarih teorisi kıymetindeki “Şiir ve Kadavra” şiirine gidip “Parşömen kağıtlar okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin ve / kadavranın içi açılmamıştır, insan insanın hiç” dizelerini okuyup dillenelim: Tarihin, coğrafyanın, dillerin, sözcüklerin, yolların, yolcunun ve yolculukların, yaraların içi açılmamıştır.

Yunan mitolojisinde mutluluğa dair bir hikâyeye göre; Tanrılar; insanlar arasın ve kıymetini bilsin diye “mutluluğu” saklamaya karar verirler. Biri der ki,“Göklerin en uzağına saklayalım…” Diğeri,“Denizin en dibine…” Bir diğeri, “Ormanın en kuytusuna…” Sonunda biri der ki; “İçlerine saklayalım; oraya bakmak akıllarına gelmez.”

Haydi, oraya sürgün insanın içine bakmaya gidelim…

Sezai Sarıoğlu
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

SANATÇI ONAY AKBAŞ RETROSPEKTİFİ İŞ SANAT-KİBELE GALERİ’DE…

Read Next

Burhan Sönmez “Haliç Okumaları”nın konuğu olacak

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *

Follow On Instagram