Zweig “Bir Kadının Yaşamında 24 Saat” kitabıyla hissi ihtirasların doğuracağı sonuçları bizlere tekrar tekrar hatırlatırken, iyisiyle-kötüsüyle bu hislerin bir kadının dünyasındaki izleriyle beraber, izlerin öncesinde ve sonrasında getiri ve götürülerini, hiç kuşkusuz sadece bir kadının değil her bireyin iç dünyasıyla, kişiliğiyle ve de hisleriyle verdiği mücadeleyi sorgulattırıyor.
Stefan Zweig’in kaleminin gücünü; az çok edebiyatla ilgilenen, kaliteli metinleri takip eden, edebiyat ve yazın dünyasında kendine yer bulmak isteyen hemen hemen herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Yazar hakkında uzun bir ön bilgilendirme kaleme alacaktım ama sonradan vazgeçtim. Bu vazgeçişimin nedeni de Zweig gibi bir yazarın -haklı olarak- çok okunup çok tanınmasıdır. Ben Zweig ile “Satranç” kitabıyla tanıştım ki eminim çoğu edebiyatsever de bu kitapla başlamıştır Zweig’in hayal dünyasında gezinmeye. “Satranç” kitabı hep ilk onumda kendiye yer bulmuştur ve önerdiğim kitaplar arasında yerini daima korumuştur.
Zweig “Bir Kadının Yaşamında 24 Saat” kitabında yine usta kalemini konuşturmuş, metinlerin büyülü dünyasında, karakterlerin ruh hallerindeki değişiminde, bir kadının gözlerindeki ihtirası ve bu ihtirasın müsebbibi olan gözlerin sebebiyet verdiği, bir kadının ruhunda meydana gelen tahribatı bizlere hayal gücünün ufuk çizgisinde sunmuş. Sade, anlaşılır bir dille edebiyat dünyasında bıraktığı derin izlerin sahibidir kendisi.
Yazarın daha ilk sayfadaki cümleleri beni adeta mest etti, tekrar tekrar okumama ve üstünde durup düşünmeye sevk etti. “Çoğu insanın Muhayyilesi zayıftır. Kendilerine dolaysız dokunmayan, keskin ucu, sert bir şekilde duyularına kadar işlemeyen şey, onları hemen hemen hiç harekete geçirmez; fakat gözlerinin önünde vuku bulan, hissiyatlarına temas edecek en ufak bir vakıa bile içlerinde haddinden fazla büyük bir ihtirası ateşler. İşte o zaman, duyarsızlıklarının yerini yersiz ve aşırı bir hiddet alır.(S.11)” Bu sözlerin muhatabı olan bizler tarih boyunca tavrımızda en ufak bir değişime gerek duymamış ve hep bocalayıp durmuşuz ve hala duruyoruz ne yazık ki.
Kitap, tatil için otelde bulunan evli ve iki çocuk annesi olan Henrietten’in aniden, derin duygular içinde başka biriyle kaçıp ortadan kaybolmasıyla bizleri içine alıyor. Yine aynı otelde bulunan anlatıcı, bir yandan çevreyi, insanların birbirleriyle olan ilişkisini incelerken ve bu insanların ortak davranışlarına değinirken, kendisini Henrietten’in kaybolma konusunda Mrs. C ile tartışırken bulur. Mrs. C kendi yaşadığı yirmi dört saatini anlatmadan önce Henrietten’in yaptığının doğruluğunu yanlışlığını tartışır anlatıcıyla. Burada Mrs. C sadece kendi hikâyesini anlatırken, Henrietten’den yolla çıkarak insanların hislerin ani değişimlerine maruz kalışının nelere mal olacağını biz okuyucuya anlatıyor, sonrasında kırgın hislerle bizleri baş başa bırakıyor. Ve aslında bir yandan da anlatıcının Henrietten’İn davranışıyla masumiyet hakkındaki düşüncesini tekrar gözden geçirmesini sağlıyor.
Mrs. C genç adamı bir otelin kumar masasında görür ve görür görmez de içinden bir şeyler kayıp gittiğini hisseder. Acımayla beraber derin bir his içerisinde kendisine yaklaşmaya başlar. Sonrasında bir otelde beraber kalır, bu süre içerisinde kendisini yakından izleme fırsatı bulur. İlk başta Mrs. C ‘in ilk hisleri annenin çocuğuna beslediği hisler olsa da zamanla bu hisler yerini- geçici olmakla beraber- ihtiraslı bir aşka bırakır. Öyle ki kendisini kiliseye götürür, yolcu etmek için kendisine gara kadar eşlik eder, tüm maddiyatı da kendisi karşılar. Kendisine bir miktar para verip yolcu etmeye çalışırken âşık olduğu genç adamın bir kumar müptelası olduğunu unuttur. Bu müptelalık her ne kadar genç adamın sonunu getirse de Mrs. C o sıra bunu düşünemez haldedir, tüm duyuları, hisleri kilitli durumdadır. Mrs. C aslen Polonyalı olan ve Avusturyalı soylu bir aileden gelen, diplomatik kariyer yapması planlamış bu gencin kumar müptelasından kurtarmaya çalışırken, kendi çocuklarını, kariyerini, gururunu yok saymaktadır. En sonunda genç adamla her şeyi geride bırakarak kaçmayı planlar ama treni kaçırmasıyla bu planı suya düşer.
Zweig’in buraya kadar kahramanlarına yüklediği görev ve bu görevin doğurduğu kişisel sorumluluklar -hem betimlemeleri hem dilli hem de kişi üzerindeki analizleri ile- bir şahsın değil birden çok sahsın hislerine mağlubiyetini mükemmel bir şekilde kaleme alıyor.
Mrs. C verdiği kararla genç adamın peşine düşer ve onu yine kumar masasının başında- iç sesleri sayesinde- bulurken tam bir hayal kırıklığı içerisindedir. Genç adam tüm varlığını koyduğu masada, kendisinin yüzüne bakmaz, bakmamakla kalmaz verdiği parayı yüzüne çarpar. Mrs. C o anki ağır hisleri sonraki hayatında etkin bir rol alır ve oradan hüsran içerisinde ayrılır. Nitekim çok sonra genç adamın intihar ettiğini duyar ama içinde en ufak bir acıma hissi duymaz. Bu intihardan sonra sakin bir hayat sürer ve yaşadıklarına sadece kendisi ve hafızası şahitlik eder.
Zweig, “Bir Kadının Yaşamında 24 Saat” kitabıyla hissi ihtirasların doğuracağı sonuçları bizlere tekrar tekrar hatırlatırken, iyisiyle-kötüsüyle bu hislerin bir kadının dünyasındaki izleriyle beraber, izlerin öncesinde ve sonrasında getir ve götürülerini, hiç kuşkusuz sadece bir kadının değil her bireyin iç dünyasıyla, kişiliğiyle ve de hisleriyle verdiği mücadeleyi de sorgulattırıyor.
Usta kalemden sarsıcı ve de psikanaliz nitelikli bir kitap okumak bu sancılı süreçte biraz ağır gelse de kaliteli bir metin okumak iyi geldi. Bu ve benzeri kitaplar edebiyatın, metinlerin varlığını daha da anlamlı kılıyor. Zweig’in zorlamayan dillinin yanında ustaca kurulmuş cümleleri ve bu cümlelerin romanın içindeki şaşmaz ahengi anca bir usta kalem tarafından başarılabilirdi.
- Bir Kadının Yaşamından 24 Saat
- Yazar: Stefan Zweig
- Çeviren: Emir Ezer
- Türü: Roman
- Sayfa Sayısı:133 Sayfa
- Basım Tarihi: Haziran 2016
- Yayınevi: İnsan Kitap (Cep Boy)
- Musa’nın Uykusu - 9 Ağustos 2019
- Varoluşun İçsesi: Nefaset Lokantası - 30 Temmuz 2019
- Yürümenin Felsefesi - 6 Temmuz 2019
FACEBOOK YORUMLARI