Gülçin Ağaçgözgü ile Köprü Yayınları’ndan çıkan ilk romanı Bir Şey Yapmalı üzerine konuştuk.
Gülçin Ağaçgözgü, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maden Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümünden mezun oldu. Almanya Köln Üniversitesi’nde Doğa Bilimleri Doktorası ve sonrasında asistanlık yaptı. İTÜ Jeofizik Mühendisliği Bölümünde Yardımcı Doçent, Doçent ve Profesör olarak Öğretim Üyeliği yaptı, ders verdi, öğrenci yetiştirdi. İTÜ’de Dekan Yardımcılığı ve Bölüm Başkanlığı görevlerinde bulundu. İki yıl önce emekli oldu. Eşi Metin Ağaçgözgü ve kedileri Şeker ile İstanbul’da yaşıyor.
-
Gülçin Hocam, bilimden edebiyata hoş geldiniz, demek istiyorum öncelikle. İlk romanınız, dünyamızda insanların hayvanlara uyguladığı zulme karşı çağrıyı konu alan “Bir Şey Yapmalı, Bir İntikam Romanı”. Alışılagelmişin dışında bir roman olduğunu söyleyebiliriz. Hayvan hakları için yazılmış bir krimi! Romanınızın baş kişisi Ferzin Erten, hayvanlara kötülük yapanlardan intikam alıyor. Bu noktaya nasıl geldiğinizi merak ediyorum, doğrusu!
Hoş buldum, teşekkür ederim. Ben böyle bir roman yazmak için yola çıkmadım aslında, ama yazı yolculuğumun sonunda böyle bir roman çıktı ortaya. Gerçekte insanlarla ilişkilerde şiddetsiz iletişimden yanayım ve bu ilkeyi her koşulda uygulamaya çalıştım bugüne kadar. Günümüzde kötülüğün yükselen grafiği karşısında zor bir şey bu, biliyorsunuz. Zaten insanın özünde iyilik yok gibi -olsa olsa, çileli bir dünyada var olmuş olmaktan üzerine çöken bir masumluktan, çaresizlikten, zavallılıktan söz edilebilir. Sofokles’in insanın bu durumunu açıklayan güzel, metaforik bir sözü var, bilirsiniz, en büyük lütuf, dünyaya gelmemektir, diyor. İnsanın dünya üzerinde var oluşu aslında tam bir çile yani, savaşlar, hastalıklar, açlıkla mücadele vs. Buradan geleceğim nokta, insan, insan olma sürecinde doğayla mücadele ederek insan olmuş bir varlık. Özünde iyilik değil, rekabet ve mücadele var. Dolayısıyla, insanın kötülük yapması, yıkıcı olması şaşırtıcı değil. Tabii bununla yeni, bilinmeyen bir şey söylemiş olmuyorum ve insanın yıkıcılığını meşru bulduğumu da söylemek istemiyorum. Zaman içinde bütün iyilikleri üzerinde toplayan “insan olmak” gibi bir değerler bütününe ulaşmışız.
Öğrenimle birlikte otuz yedi yılım üniversitede geçti, öğrenimden sonra doğa bilimleri doktorası yaptım. Doğaya ve hayvanların dünyasına yabancı bir bilimci olmadım akademik hayatım boyunca. Üniversiteden emekli olduktan sonra tarih içinde insanların hayvanlarla olan ilişkisini araştırmaya başladım ve durumun benim bildiğimden çok daha vahim olduğunu anladım. Tabii bir sorunu anlamak, ona çare bulmak demek olmuyor. Sorun ne kadar büyükse, ona çare bulmak da o derece zor. Rollo May, Yaratma Cesareti adlı harika eserinde, “hastalığın ilk başlarda teşhis edilmesi zor, tedavisi kolaydır. Hastalık ilerledikçe, teşhisi kolay, tedavi edilmesi zordur” der.
İnsanın evrim sürecinde var olmak ve gelişebilmek için diğer canlılara yaptıklarında kınanacak bir şey yok ama egemen olmasından sonra, özellikle yakın tarihimizde hayvanlara yaptığı zulmün günahı öyle böyle değil! Bu zulüm günümüzde de devam ediyor… İnsanların adalet arayışının sonuçsuz kaldığı bir dünyada hayvanlar için adaletin varlığından söz edilemiyor. Durum böyle olunca bir insan her ne kadar şiddetsiz iletişim dese de, romanda gördüğünüz gibi, ne yapacağı belli olmuyor.
-
Günümüzde artık hayvan haklarını savunan uluslararası düzeyde örgütler, dernekler, vakıflar var. Ulusal düzeyde de çok sayıda örgüt var. Hayvan hakları konusunda ilerleme sağlanıyor sanki…
Dünyanın gidişatı garip bir hal aldı. Bakın, insan haklarının uygulanmasında büyük ilerlemeler var, diye inanmaya başlamışken aslında gerilere gittiğini görüveriyoruz. Hayvan haklarına karşı duyarlılık arttı gibi görünüyor ve uygulamada olumlu gelişmeler görülüyor, bazı ülkelerde hayvanların sirklerde köle olarak tutularak eğlence için kullanılmaları, köpek ve horoz dövüşleri yasaklandı, fakat görüntünün üstünü kazıyınca durumun hala çok kötü olduğunu görüyoruz. Durumun en çarpıcı yanı, insanlar çoğaldıkça ve dünyada daha fazla yer kapladıkça hayvanların hızla azalıyor oluşu. Buna küresel ısınmanın etkileri de eklenince durum daha da vahim bir hal alıyor. Küresel ısınmayı azaltacak önlemler almak yerine arttıracak uygulamalar yaygınlaştıkça, bilim dünyasının, çevrecilerin “sonumuz geliyor” uyarıları yükseliyor ve garip bir biçimde “madem yok olacağız, bırakın kuralları da keyfimize bakalım, sefamızı sürelim” dercesine davranıyor insan denilen varlık…
-
Kitapta yazılanlar ve verilen sayılardan da görüldüğü gibi gerçekten çok kötü hayvanların durumu…
Evet, gerçekten çok kötü, hatta içler acısı. Deniz canlıları, balıklar yok edilircesine avlanıyor. Bir yandan kırmızı et tüketimi özendiriliyor. Büyük et tekelleri tüm dünyada kıtalararası satışlar yapıyor, ölüm gemilerinde yavrularıyla birlikte yüzlerce büyükbaş hayvan ölüyor transport sırasında. Sokak hayvanlarının durumu ortada, sürekli şiddete maruz kalıyor, araçların altında eziliyorlar sahipsiz hayvanlar. Çin’de hala on binlerce evde safraları için ayılar esaret altında tutuluyor. Hayvanlar bebekken sokuldukları kafeslerde bir taraftan diğer tarafa dönemiyorlar ve orada korkunç bir şekilde yaşayıp can çekişerek ölüyorlar. Afrika’da hayvanları zevk için öldürüyorlar. Zimbabve’de bir milli parkın en yaşlı aslanı, 13 yaşındaki Cecil’i 55 bin dolar ödeyerek öldürüp, ölüsü başında fotoğraf çektiren Amerikalı diş hekimi, aslanların koruma altında olduğunu bilmediğini söylemiş. Cecil yetmemiş, onun yavrusu bölgenin en güzel aslanı Xanda’yı da yine para karşılığı öldürmüş bir avcı zevk için…
Gıda, tekstil ve ilaç endüstrisi laboratuvarlarda hala hayvanları denek olarak kullanıyor. Anti-depresanların test edilmesi için denek fareleri asla çıkamayacakları kaplarda zorunlu yüzme testine tabi tutuyorlar. İlaç verilen farelerin yüzmeyi ne zaman bırakacağı test ediliyor, yani yaşamaktan vazgeçip geçmeyeceği. Ne kadar dramatik değil mi? Binlerce fare ölüyor, bu ne sonuç verdiği tam anlaşılamayan, insana yararı tartışılan testlerde.
Hiçbir devlet bunlara kesin olarak son vermiyor. Dediğiniz gibi çok sayıda sivil toplum örgütü hayvanları maruz kaldıkları zulümden kurtarmak için çalışıyor fakat devletler onların taleplerine insanın içini sızlatacak bir direnç gösteriyor. Hayvan hakları örgütlerinin baskılarıyla bazı şirketler bu deneyleri bıraktıklarını kamuoyuna açıklıyorlar.
Ben herhangi bir örgütte çalışma yürütmüş bir insan değilim ve hayvan hakları için uğraş veren az sayıdaki insana büyük bir minnet duyuyorum. Çünkü verdikleri uğraşla o kadar az bir kazanım elde ediyorlar ki, devletlerin onların çabalarına karşı gösterdiği umursamazlık o kadar moral bozucu ki, buna rağmen çabalarını sürdürmeleri büyük saygıyı hak ediyor.
İnsanın insana zulmüne insan kendisi karşı koyma potansiyeline sahip, fakat hayvanların, teknoloji ve silahlarla ona her türlü kötülüğü yapabilecek güce sahip insanın karşısındaki masumiyet ve çaresizliği beni çok üzüyor. Kitabı yazım sürecinde ilk altı ay boyunca her gün ağladım. Eşim beni psikoloğa götürmeye kalktı.
Henüz bebekken annesinden kaçırılarak tutsak alındıktan yirmi yıl sonra onu işkenceyle eğiten sözde eğiticisini ezerek öldüren Tyke isimli filin sokaklara çıkıp özgürlüğe koşarken 87 kurşunla öldürüldüğünü düşünebiliyor musunuz? Ya da bir başka filin mahkeme edilerek ölümüne karar verilmesini ve çelik halatlarla asılmasını, halatın kopması üzerine başka halatlarla tekrar asılarak öldürülmesini düşünebiliyor musunuz? Bir başkasının sözde aynı “suçu” işlediği için elektrik verilerek öldürülmesini? Bunlar yüz yıl öncesine ait olaylar, ama hepsinde koskocaman hayvanların yuvasından, ailesinden koparılıp hiç bilmediği bir yerde her gün işkence edilmesi söz konusu. Her gün, her gün, ta ki ölene kadar… Ölüm onlar için kurtuluş olmuyor mu bu durumda? İsmi doğa parkı olan yerlerde ücret ödeyerek istediği hayvanı vurup öldürme hakkı nasıl bir şey?
Bütün bunlar suç değil mi? Cezasız kalan suçlar! Öğrendiğinde insanı öfke içinde çaresiz bırakan bir şey! İşte romanımla yaptığım, naif de olsa öfkemin dışa vurumu oldu, denilebilir. Ne işe yaradı, diye sorarsanız, cevabım yok. Belki sadece kitabımın gelirini hayvanlar için ayırıyorum diyebilirim. Bir de evlat edindikten sonra kaybettiğimiz sokak köpeği Pakize’nin anısına sokak hayvanlarını besliyoruz ve hayvan hakları için çalışan dernek ve kuruluşlara maddi bağışta bulunuyoruz. Çoğul konuşuyorum, çünkü eşim bu konuda en büyük destekçim ve yol arkadaşım. Ayrıca, belki biraz da bu konuya duyarlılığın artmasını sağlayabilir, bugünden yarına bir hafıza oluşturabilirim diye düşünüyorum.
-
Romanda cezalandırmayı seçtiğiniz kişilerin üçü suçlu olduklarını düşünmüyor. Hayvanlara uygulanan şiddetin sıradanlaşmasından, kanıksanmasından olabilir mi bu?
Birisi, devletin gözetimi ve izni altında hayvanları tutsak alıp denek olarak kullanıyor, diğeri zevk için hayvan avlıyor, bir başkası atlara en kötü şeyleri yapıyor. Bunlar, bir devletin, yapılanları meşru göstermeye yarayan kanunlarıyla veya göz yummasıyla, toplumun bir kesiminin de onayı ve yararlanmasıyla mümkün oluyor. Sözünü ettiğiniz bu üç kişi suçlu olduklarını düşünmüyorlar, doğru! Çünkü hayvanlar sahipsiz! Nüfusa oranla bir avuç insan hemcinslerinin yaptığı kötülüklere karşı onlara sahip çıkmaya çalışıyor. Benim, girdiğim öğrenme sürecinde içine düştüğüm psikoloji büyük bir öfke ve çaresizlik. Oldum olası da insanlara, özellikle çocuklara ve kadınlara kötü davranan birini gördüğümde, umarım aynısı onun da başına gelir diye düşünür, adeta beddua ederim. Romanımda buradan yola çıktım. İnsanları bu sefer hayvanlar adına, onlara yaptıklarıyla cezalandırmak istedim. Kısasa kısas yani!
-
Hocam, böyle düşünürsek hukuk ortadan kalkmaz mı?
Elbette! Ferzin Erten’in yaptıklarının modern hukuk içinde savunulacak bir yanı yok, fakat bir bebek şempanzenin annesinden kaçırılıp bir laboratuvarda kelepçelenip, kafatasının açılıp beynine elektrotlar bağlanmasının, her gün incecik bileğinden 20 defa kan alınmasının tahammül edilebilecek bir yanı var mı? Ama buna, bu örnekte Alman devleti izin veriyor, göz yumuyor ve hiçbir hayvan hakları savunucusu birey veya kurum bu şempanzeyi kurtaramıyor!
Bu zulmün adaleti nasıl gerçekleşebilecek modern hukuk kuralları içinde? “İnsan olan” insan böyle bir şey yapar mı?
Bu cümleyi kullanınca aklıma geldi; geçtiğimiz yıl Sri Lanka’da kiliselere ve Hristiyan turistlere yapılan terör saldırısı sonrasında Colombo Başpiskoposu, “bunu ancak hayvanlar yapabilir” demişti. Bu inanılmaz (!) tespiti bütün uluslararası ajanslar, “Sayın Başpiskopos, bu nasıl bir benzetme?” demeden dünyaya geçti. Bakar mısınız, bomba ve silahlarla saldırarak üç yüze yakın insanı öldürenlerin insan olduğu apaçık ortadayken, ülkedeki Katolik kilisesinin lideri bu canice eylemi yapanları hayvan olarak tanımlıyor. Sri Lanka’da yüz binden fazla insanın ölümüne yol açan iç savaşı yapanlar insan değil, onlar barış içinde bir arada yaşıyorlar, hayvanlar ise bomba ve silah imal ederek huzuru bozuyorlar (!)
-
Katolik kilisesinin çocuk taciz ve tecavüzlerindeki tutumunu düşününce, bu başpiskoposun hayvanlara bakışı şaşırtıcı değil, ne yazık ki! Hamburg’taki laboratuvarlardaki görüntüler de gerçekten çok dehşet verici. Hayvanlara bunları yapan bir bilimci ve romanınızın baş kişisi Prof. Ferzin Erten de bir bilimci ve hayvanlar üzerinde deneyler yapan bir profesörü cezalandırıyor.
Profesörlük bilim dünyasında erişilebilecek yüksek bir mertebe, fakat biliyoruz ki iyi insan olmak başka bir şey! Yaşamı sorgulayarak, gerçeklikte kötülüğün yüzünü görerek bilinçle iyi olmayı seçmek çok zor!
Hayvanları sonu gelmeyen ve insanlara ne yarar getirdiği çok tartışmalı olan deneylerde kullanan sözde bilimciler laboratuvarlarda çalışıyor. Hayvan örgütleri, sözgelimi Almanya’da PETA örgütü, hayvanları denek olarak kullanan enstitülere ve hükümetlere yapılan deneyleri durdurmaları için çağrılarda bulunuyorlar, bu çağrıları cevapsız kalıyor, ki söz konusu deneyler yasal olarak da sözde yasaklanmış durumda. İlginçtir ama bunu da eğip bükmüşler ve bu deneylerin insanlık için mutlaka yapılması gerektiğini kanıtlıyorlar devlete (!) ve öyle izin alıyorlar.
Prof. Ferzin Erten’in intikam için seçtiklerinden birisi bu laboratuvarlarda çalışan bir profesör! Almanya’da bir enstitünün laboratuvarında, maymunlar, kediler ve diğer hayvanlar üzerinde deneyler yapan sözde bir bilimci. Bu bilimci deney yaptığı hayvanları kapattığı kafeslerden birine kapatılıyor kaçırılarak. İnternette resimler videolar var, herkes bakabilir; hayvanları bir mengeneye kıstırarak ilaç enjekte ediyorlar. Ferzin Erten de o sözde bilimciyi öyle bir halde düşünüyor, hayvanlara ne yapıyorsa onun da başına o gelmeli diyor. O güne kadar öldürdüğü hayvanların resimlerini izlettiriyor ona kapattığı kafeste kafası mengenede hareket edemez halde iken… Sonu mu? Aslında onun sonunu kamuoyuna bırakmak belki de en iyisi olurdu!
-
İntikam için seçilen diğer roman kişilikleri kimler?
Hayvanlara zulmeden ya da onları öldüren insanlardan oluşan toplam altı kişi. Dünyanın altı farklı coğrafyasında farklı hayvanlara eziyet eden kötü insanlar. Bir at yarışçısı, endüstriye dönüşen büyük bir sektörün temsilcisi. Hayvanları zevk için öldüren, Afrika’ya gidip güya hatıra amaçlı avlanan biri. Bir diğeri kuş avcısı ve satıcısı. Bir başkası köpek balıklarının yüzgeçlerini kesip denize atan, gemisiyle uzun mesafeli büyük ve küçükbaş hayvan ticareti yapan bir balıkçı ve ayıları yakalayıp kafese kapatan, safrasını vücuduna yerleştirdiği paslı demir çubukla çıkarıp satan birisi. Her birisi başka hayvanları da öldürüyor, avlıyor ya da satıyor. Anlayacağınız hayvanları seven, merhametli, vicdanı olan biri yok aralarında.
-
Bunlardan birisi bir kadın. Ferzin Erten kadınlara pozitif ayrımcılık yapmıyor…
Evet, bir de Amerikalı Jessica var. Ben, “dünyayı kadınlar yönetse savaşlar biterdi” boş lafına inanan bir insan değilim. Hatıra amaçlı avlanmak için, ne demekse bu tam olarak, dünyayı gezen, parasıyla seçtiği hayvanları öldüren, içini doldurtup duvarına asan bir insan Jessica Taylor. Öldürdüğü hayvanın üzerine ayağını koyup fotoğraf çektiren ve bunu instagrama koyanlardan sadece birisi. Hayvanları dürbünlü, uzun namlulu modern tüfeklerle vurduktan sonra sevinçten çığlıklar atan biri. Ferzin ona da hak ettiği bir son hazırlıyor.
-
Kurbanlarınızdan birisini de intihara sürüklüyorsunuz.
Dünyayı utanç kurtaracak, diye bir söz var ya hani Ingmar Bergman’ın. Çok güzel bir söz! Bunu kendi kendime tekrarlarım bazen. “Dünyayı utanç kurtaracak…” İnsanoğlunun utanmazlık çıtası oldukça yükseldi. Günlük yaşamda yere çöp atma gibi basit eylemlerden politikacıların yalanlarına kadar yüz kızartıcı ne varsa kanıksanır oldu, hatta ölümler bile. Geçenlerde semt pazarında bana eksik para üstü veren genç bir satıcı, yaptığını fark edince yüzü öyle kıpkırmızı oldu ki, utanan insana hasret kalmışız.
Romanda Japon balıkçı Leiko Atsushi çocuklarının ona tuttuğu aynada kendini görünce, yani köpek balıklarına ve diğer hayvanlara yaptıkları nedeniyle girdiği vicdan muhasebesinde kendisini mahkûm ediyor. Hayvanlara karşı işlediği suçlar nedeniyle eşi ve çocukları karşısında utanç duyuyor ve kendi sonunu kendi seçiyor.
-
Sosyal medyada kitabınız için yapılan yorumları okudum. Genelde destek var, ancak bazı yorumcular sizinle aynı fikirde değil. Mesela bir bey, insanlar aç, sefil, yoksul durumdayken hayvanların durumunu konu etmenin doğru olmadığını söylüyor. Emeklilere yapılan haksızlıkları neden yazmıyorsun, diyor.
İşçilerin, bilcümle emekçilerin, ezilen insanların durumu hiç iyi değil, ben de farkındayım elbette, ancak acıların yarıştırılmasını doğru bulmuyorum, bunun kimseye yararı yok. Ayrıca hayvanların durumuyla kıyaslandığında ortaya çıkan tabloda, hayvanların aleyhine açık ara bir fark var. Bakın, haksızlığa uğrayan bir emekli, hayvanlar için karınca kararınca bir çaba göstermiş birine bu yaptığını bir iş mi sanıyorsun, diyebiliyor. Oysa denek olarak kullanılan bir şempanze kapatıldığı laboratuvarda kimseye sesini duyuramadan kafatası açılıp işkenceye maruz kalıyor. O halde ölünceye kadar! Haksızlığa uğrayan bir insanın, zulüm gören hayvanlara karşı dayanışma hissedeceğine onları rakip olarak görmesi şaşırtıcı, değil mi? Veya bunun artık şaşırtıcı olmaması, ne acı! Acı demişken, hayvanların da acı çektiğine insanların inanmamasını ben çok acı buluyorum.
İnsanın üstün bir tür olduğunu da düşünmüyorum. Ben bu dünyada ne kadar yaşama hakkına sahipsem, bir fil, bir maymun, bir yılan ya da kedim Şeker aynı hakka sahip. Hepimiz birlikte doğanın bir parçasıyız ve onu korumalıyız.
Bir Şey Yapmalı için bana doğrudan gelen yorumlardan birisi de, “Burası Türkiye…” Hani kendimize dair, “biz adam olmayız, bizden her şey beklenir, biz kötüyüz…” inancımız. Evet, ülkemizde hayvanlarla ilişki pek parlak değil ancak gelişmiş sayılan ülkelerde de hayvan haklarının korunduğuna inanmak da bize özgü bir yanılgı sanıyorum. Daha yeni, Almanya’nın Hamburg kentinde LPG adlı firmanın laboratuvarlarında hayvanlara yaptığı işkencelerin görüntüleri ortaya çıktı.
Avustralya’da ormanlar yanarken tatile giden bir başbakanın hükümeti, yangın nedeniyle azalan suları insanların kullanımına saklamak için, “çok su tüketiyorlar” diye binlerce deveyi katletti. Oy alabilir yönetici olabilirsiniz ama doğaya sahip olamazsınız. Çok su içiyor diye hayvanları öldüremezsiniz! Hayvanlar kimsenin malı değildir. Oyuncağı değildir! Onlar doğaya aittir. Kanadalıların foklara neler yaptıklarını biliyoruz. Bütün bunların dayanağı, hayvanların haklarının olmadığı inancıdır ve hala hayvan haklarının olmamasıdır!
Oysa bu dünyaya gelmiş her canlının, yaşama ve yaşamını özgürce, doğasına uygun bir biçimde sürdürme hakkı var. Bu hakkı en güçlü şekilde ortaya koyanlardan biri, hayvan hakları savunucusu, Kafesler Boşalsın kitabının yazarı, Tom Regan’dır. Kitabın baskısı tükenmiş, buradan İletişim Yayınevi’ne Kafesler Boşalsın’ı yeniden basması için çağrı yapmak isterim.
-
Hocam, insanlığın kaderinin doğanın içinde, diğer tüm canlılarla birlikte olduğu bir gerçek. Fakat durum her açıdan, küresel ısınma boyutuyla da hayvanların soylarının tüketilmesi boyutuyla da vahim gerçekten galiba…
Böyle düşünmek de yanlış sayılmaz ne yazık ki! Fakat bu karamsar tabloya rağmen bir şey yapmaya çalışıyoruz, ki aksi ölüm olurdu. Ben elimden gelen en kolay şeyi yaptım, diyebilirim. Durumu öğrendikçe insan hakları için olduğu gibi hayvan hakları için de bilfiil çalışan insanlara şükran borçluyum. Kitabımda onlara da bir teşekkür var. Benim küçücük çabam birazcık daha duyarlılık sağlarsa ne mutlu bana!
Bu arada insanlığın kaderinin hayvanların varlığına bağlı oluşu ne kadar doğruysa, bu tanım aynı zamanda bir çıkarcılık taşımıyor mu? Hayvanların yaşam hakkı, insanların kaderi onların varlığına da bağlı olduğu için değil, dünyamızın ortak sahipleri olarak var diye düşünüyorum.
-
Romanda Ferzin Erten’e Şeker isimli bir kedi eşlik ediyor.
Romanın gerçek kahramanı bizim kedimiz Şeker aslında ama romanın baş kişisi ben değilim. İsmi geçen hayvanlar da bizim arkadaşlarımız. Pakize ve Pascal da beslenmesine yardım ettiğimiz sokak köpekleri. Ne yazık ki dikkatsiz bir sürücü yol kenarında uyuyan Pakize’nin hayatına son verdi, onu bizden çaldı. Romanda ismi geçen tüm hayvanlar gerçek, insanlar hayal ürünü, yani bu roman aslında hayvanların gerçek yaşam öyküsüdür. Bir kısmına ben tanık oldum, bir kısmına tarihi kaynaklardan ulaştım, bir kısmına da güncel gazete, fotoğraf ve videolardan ulaştım.
-
Ülkemizde hayvan haklarıyla ilgili 5199 sayılı yasanın çıkması ile ilgili tartışmalar sürüyor uzun süredir. Umutlu musunuz?
Geçtiğimiz yıl yukarıda sözünü ettiğimiz zulüm ve hayvan hakkı ihlallerine ek olarak, Botswana’da fil etinden köpek maması fabrikası kurulacağı ve Japonya’nın balina avına başlayacağı duyuruldu. Dünyadakine kıyasla ülkemizde görece daha iyi bir tablo var gibi ancak bu yeterli değil ve var olanlar yeterince kötü ve mutlaka engellenmeli.
Bu yasa ile ilgili tartışmaları basından izledim ve tartışmaların en yoğun olduğu dönemde başladım kitabımı yazmaya. Bir şey yapmalı, bu yasa hayvan hakları örgütlerinin talepleri doğrultusunda bir an önce çıkarmalı diyorum. Hayvanlar hak ettikleri yaşama kavuşmalı ve onlara eziyet edenler işledikleri suçun cezasını çekmeliler. Tabii romanımdaki kadar ağır ceza istemiyorum. Hayvan haklarını koruma örgütlerinin yıllarca süren mücadelesi sonucunda Adalar’daki atlı faytonlar kaldırıldı, bu umut veren gerçek bir başarıdır. Yasanın çıkması için mücadele veren örgütlere her alanda destek verilmeli.
-
Son olarak kitabınızın başında yazdığınız gibi, sizin cümlenizle söyleyeyim, insanın egemen olduğu dünyada yaşam hakkı bulamayan ve köle yapılan hayvanlara ithaf etmişsiniz. Ardından tek tek hayvanları ve uğradıkları zulüm ve işkenceleri sıralamışsınız ki çok çarpıcı bir ithaf diye düşünüyorum. Söyleşimize katıldığınız için teşekkür ederiz. Yararlı bir söyleşi olduğunu düşünüyorum. Son olarak ne söylemek istersiniz?
Sesimi duyurma çabama, daha doğrusu sessiz çoğunluk hayvan dostlarımızın sesini duyurma çabama katkıda bulunduğunuz için ben teşekkür ederim. Hayvanlar dünyamızı renklendiriyor, güzelleştiriyor, bizi olgunlaştırıyorlar. Her gün televizyonlarda, instagramda, her yerde hayvan resmi görmeden tek bir günümüz geçmiyor ama onlara hak ettikleri sevgi ve saygıyı göstermekte yeterli olamıyoruz. Hayvanların hak ettikleri yaşamı yaşamaları için mücadele veren herkese minnettarlığımı bir kez daha belirtmek istiyorum.
Avustralya’da ülke çapındaki yangınlarda 28 kişi ölürken 3000’e yakın ev zarar gördü, ancak bir milyona yakın hayvanın öldüğü sanılıyor.
İzin verirseniz, son sözümü hayvanlara en saygılı halklardan biri, Amerikan Sugwamish ve Duwamish kabilelerinin reisi Büyük Şef Seattle’in söylemesini istiyorum:
“Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar kaybolup giderse, insanoğlu büyük bir ruh yalnızlığı içinde ölecektir. Hayvanlara ne olduysa, insanlara da aynısı olur. Her şey birbirine bağlıdır. Yerkürenin başına gelen yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir.”
|
- Netflix Türkiye mayıs programı belli oldu - 23 Nisan 2022
- Halsey’den İstanbul konseri - 23 Nisan 2022
- Sepultura Türkiye’ye geliyor - 23 Nisan 2022
FACEBOOK YORUMLARI