“Hakikat Nedir?” Sorusunun Peşinde

Edebiyatla herkes farklı türlü bir ilişki kurabilir. Çok büyük bir alan, herkes başka bir kapıdan girebilir. Benim girdiğim kapıda şu soru vardı: İnsan zihni nasıl çalışıyor? Bu soru “Hakikat nedir?” sorusunun cevabıyla doğrudan bağlantılı.

Murat Gülsoy ile Boğaziçi Üniversitesi’nde buluştuk ve hakikatin peşinde bir yolculuğa çıktık. Bilim ve edebiyatı kılavuz aldığımız yolumuzda karşımıza neler çıkmadı ki… Kah Türkiye hikayelerini anlattı, Nazım dinledi, kah Diyaloglar konuştu, biz bilgilendik.

Sizinle konuşacak o kadar çok konu var ki. Biz en güncel olandan, Türkiye Hikayelerini Anlatıyor ile başlayalım.

Kitabın önsöz kısmında projenin nasıl doğduğu ve hayata geçirildiği anlatılıyor. Ben de kısaca özetleyeyim. Öncelikle çok ortaklı bir proje bu. İlk olarak Açık Radyo programcısı, akademisyen Güven Güzeldere projenin fikrini ortaya attı. Paul Auster’ın Amerika’dan İnsan Manzaraları adlı radyo projesinden ve ardından Babamın Tanrı Olduğunu Sandım adıyla kitaplaştırılmasından bahsetti; “Auster tüm Amerika’dan hikayeleri topladı, hikayeler radyoda seslendirildi. Biz de böyle bir proje yapıp Açık Radyo’ya sunsak nasıl olur?” diye sordu. Ben de o sıralarda Boğaziçi Üniversitesi bünyesindeki Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin başına yeni geçmiştim. Nereye baksam Nazım’ı görüyordum.

Zaten akla hemen Memleketimden İnsan Manzaraları geliyor, değil mi?

Evet, bizde var bu zaten diye düşündüm. Nazım’ın büyük eserinin üzerinden 70 yıl geçti, bu projenin yolunu Nazım’dan geçirsek nasıl olur diye konuştuk. Ömer Madra’yla görüştük, o da onay verdi ve başladık. Bu projenin farkı buradadır, sadece yaşanmış hikayelerini istemedik insanlardan, bu projeyi Memleketimden İnsan Manzaraları ile birleştirdik, Nazım parantezi içine alarak sunduk insanlara. 2015 yazında 450 hikaye ulaştı bize. Biz de ciddi bir sistem dahilinde bunları önce kategorilere ayırdık, kodladık, sonra eleyerek 110 civarına indirdik. Bu 110 hikayeyi de çeşitli yazarlara gönderdik. Onlar da üzerinden geçip editlediler. Sonra Açık Radyo’da Hayat-ı Hakikiye Hikayeleri adıyla seslendirildi, dinleyiciyle paylaşıldı. İnternette bu kayıtlara ulaşmak halen mümkündür. Sonra ben bu hikayeleri alıp Can Yayınlarına gittim ve “Siz Paul Auster’in kitabını basmıştınız, bizim kitabımız da yanına ne güzel yakışır” dedim. “Yakışmaz mı hiç?” dediler ve böylece 2 Haziran’da Türkiye Hikayelerini Anlatıyor çıktı.  Kitabın tanıtımı için bir etkinlik düzenledik, aslında bu tüm yazarların birbirleriyle tanışması yapılmış bir etkinlikti. Kitapta hikayesi olan insanlar birbirleriyle sohbet ettiler. Bu proje beni çok heyecanlandırdı. Sadece insanların hikayelerini anlatmasıyla sınırlı değil yapılan iş, ülkeye dair, insanların hissiyatına dair bir kanıt oluştu. Bir de Amerika’daki örneğiyle karşılaştırma yapma imkanı sunuyor. Bizim insanımız ne anlatmış, Amerikalılar neyi mesele edinmiş…

İlginç ayrımlar var mı?

Ortaklıklar ve ayrılıklar var. Mesela aile hikayeleri, hayvan hikayeleri genelde ortak diyebiliriz. Ama ortak olmayan şeyler de var. Amerikalılar savaş hikayeleri, aşk hikayeleri ve komik hikayeleri daha çok anlatıyorlar. Bizde ise etnik farklılıklardan veya toplumsal olaylardan kaynaklanan mağduriyetlerin hikayesi daha çok. Komik hikaye ya da aşk hikayesi anlatan çok çıkmadı bizde. Keşke bir sosyolog bu iki kitabı alıp karşılaştırsa, çok hoş sonuçlara varabilir.

Hikayelerin tarihi ne zamana kadar gidiyor? Daha çok günümüzde mi geçiyor?

Çok eskilere kadar uzanıyor. Gençliğinde öğretmenlik yapan birinin köpekle kurduğu arkadaşlığı anlattığı hikayesi de var, Erzincan depremi sırasında geçen bir hikaye de var. Çok daha yeni, günümüzde geçen hikayeler de var. Çok çeşitli. Ben yaratıcı yazarlık dersleri de verdiğim için insanlara hikaye yazdırmayı seviyorum. Bu kitapta benim öğrencilerimin de birkaç öyküsü var.

Yaratıcı yazarlık atölyeleri düzenliyorsunuz. Öğrencilerinizin kitapları çıktığında neler hissediyorsunuz? 

Atölyedeki öğrencilerimden her zaman kitabı basılanlar olurdu, bu sene bu iyice yoğunlaştı. 6-7 öğrencimin birden kitabı yayınlandı. Talin Azar’ın Kuklacı, Nuray Atacık’ın Fener Balığı, Mevsim Yenice’nin Tekme Tokatlı Şehir Rehberi… Kimi polisiye, kimi roman, kimi öykü… Çok mutluluk verici bir şey tabii. Yaptıklarımızın bir anlamı olduğunu, boşa kürek sallamadığımızı görmek güzel.

Sizin eğitiminize bakınca insanın başı dönüyor. Mühendislik lisansı üstüne psikoloji masterı ve biyomedikal alanında doktora. Edebiyat ne zaman ve nasıl hayatınıza girdi?

Edebiyatla herkes farklı türlü bir ilişki kurabilir. Çok büyük bir alan, herkes başka bir kapıdan girebilir. Benim girdiğim kapıda şu soru vardı: İnsan zihni nasıl çalışıyor? Bu soru “Hakikat nedir?” sorusunun cevabıyla doğrudan bağlantılı. Çocukluğumda, ilk gençlik yıllarımda hep bu sorunun çevresinde okumalar yapıyordum. Kısa zamanda anladım; hakikatı gösteren şey bilimdir. Bunda şüphe yok. Ama bilim nesnel gerçekliğin bilgisini veriyor. Bir de öznel gerçekliğin bilgisi var. İşte o da sanatın alanına giriyor. Bu nedenle sanat beni her zaman ilgilendirmiştir. Çünkü insanın, ama tek bir insanın, o insanın nasıl hissettiğini ancak sanat yoluyla anlayabiliriz. Bu bizim için çok kıymetli çünkü o insan bir türlü sınıflandırılamayan bir bilgiyi içeriyor. İntihar konusunu ele alalım; her türlü istatistiki veriyle, tablolarla, sayılarla, şemalarla sınıflandırırız intiharı ama hiçbir bilimsel bilgi o insanın neden intihar ettiği bilgisini bize vermez. Bir ortalama ya da genel kestirime ulaşabiliriz. Bu nedenle tek insanın hikayesi beni çok ilgilendiriyor çünkü ben de tek bir insanım ve tek tek deneyimler yaşıyorum. Yaşadıklarımı anlamlandırabilmek için edebiyata başvuruyorum.  Buna ek olarak; hikaye anlatmanın zihnimizin çalışma şekli olduğunu düşünüyorum. Gündelik gerçeklikle kurduğumuz bağ, 5N 1K’nın sağlıklı bir şekilde gerçeklikle kurduğu ilişkide düğümleniyor. Bebeklik döneminde örneğin, hakikatle olan bağ zayıf, çünkü bebek hangi günde olduğunu, çevresinde olan biteni bilmez. Ya da yaşlılıkta zihinsel melekeler zayıfladığında… “Biz yemek yedik mi? Sen kimdin? Dün ne olmuştu?” Hikaye dağılıyor. Aslında kafadaki hikayenin dağılmasıdır bunama.

Hayalet Gemi’ye değinmezsek olmaz. 1992-2002 yılları arasında çıkardınız dergiyi, edebiyat dergileri tarihinde de önemli bir iz bıraktı. Şu an bildiğiniz gibi ülkemiz bir “edebiyat dergisi” cennetine dönüştü. Siz yeniden dergi çıkarmayı düşünür müsünüz?

O bir gençlik hareketiydi. Gençken yapılan şeylerle belli bir yaştan sonra yapılan işler doğal olarak farklılık gösteriyor. Gençken çevreniz de genç oluyor. Dergi çıkarmanın, dağıtımının, reklam alımının zorluklarıyla uğraşacak durumda olmak gerek. Bir de o yıllarda dergi dışında yazılarınızı yayınlatabileceğiniz, sesinizi duyurabileceğiniz mecralar yoktu. İnternet henüz bu şekliyle hayatımıza girmemişti. O tarihteki en ileri format; dergiydi. Şimdi günümüz şartlarında 25 yaşında olsaydım dergi yerine çok gelişmiş bir internet sitesi hazırlardım muhtemelen.

Kitaplarınızda mektup, post-it’lere alınmış notlar gibi formlara yer vermekten hoşlanıyorsunuz. Yazar günlükleri de özel olarak ilgi çeken bir alan. Günlük tutuyor musunuz?

Yazarken o kitaba ait yazı günlüğü tutuyorum. Ama bugün ne oldu tarzında bir günlük tutmuyorum. Yazma eylemi benim için dış dünyaya bir direnç üretmekle ilgili. Dış dünya o kadar güçlü ki, her zaman bizden bir şey talep ediyor. Dünya senden üzülmeni, korkmanı, endişelenmeni, çıkışsız hissetmeni, zayıf hissetmeni istiyor.

Tanpınar’ın “Bu ülke evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkanı vermiyor” cümlesini hatırlattınız…

Evet, bu ülke vermiyor ama kon burayla sınırlı değil, dünya vermiyor bu imkanı. Zaten artık bu sınır çekilemez. Misak-i Milli sınırları içinde patlayan bombaya içimiz yanıyor da İngiltere’de patlayana yanmıyor mu?

İnternetle birlikte de her şey gözümüzün önünde yaşanıyor. İnternetin kaldırabileceğimizden çok fazla acı bilgiyi bize sunduğunu düşününce bu muhteşem icattan uzaklaşıyorum. İnsan tanık olduğu bunca acıya nasıl dayanır?

Bu bizim yeni sorunlarımızdan biri. Ben insanın evrimsel olarak belli bir acıyla başa çıkabilme kapasitesine sahip olduğunu düşünüyorum. İnsan yaşamında belirli sayıda acılara tanıklık ediyor. Hayatında en sevdiğin insan sayısı 20’dir ve sen bunların ancak yarısının ölümüne tanık olacaksındır. Ya da insan belirli sayıda terk edilebilir. Tüm dünyanın derdini taşımak çok zor. İnternet senden sadece acı çekmeni talep etmiyor, seçimlerini buna göre yapmanı, tarafını belirlemeni, ahlaki çevreni belirlemeni talep ediyor. İnsan kendini her zaman en ahlaki noktada tutmaya çalışır. Tüm dünyanın dertlerini, acısını görmemiz bu işe yarayacaktır. Bu yüzden ben internetin sadece duygusal olarak bana ket vurmasından kendimi korumaya çalışıyorum. Günlüğe dönersek, bu çok talepkar dünyanın bize dayattıklarını bir de günlüğe yazmak istemiyorum. Ama bazen öyle şeyler oluyor, öyle şeyler denk geliyor ki…

Bu noktada sizin röportajlarınızdan iki örnek vermek istiyorum; ilki meşrutiyetin ilanını konu edindiğiniz Gölgeler ve Hayaller Şehri’ni yazarken Gezi olaylarının patlak vermesi. İkincisi de 2015’te Yalnızlar İçin Çok Özel bir Hizmet’te ölüm başroldeyken, dünyada da terör ve ölüm kol geziyor. Bu iki hayatla sanatın çakışması halini çok ilginç buldum.

Şimdi yazdığımda ise yıkım var. Binalar yıkılıyor, kentsel dönüşüm yaşanıyor. Hayatın sanata sızması normal. Yeter ki durdurmasın. Yaşananlar seni üretmekten alıkoyuyorsa o kötü. Hep tartışılan şu düşünce geliyor akla; “Dünyada bu kadar kötülük varken sanatla, edebiyatla uğraşılır mı?” Buna katılmıyorum. Sanatı yararlılık ilişkisi içinde ölçmek de zor. Diyelim ki o an yaramasa da, anlaşılamasa da gelecek kuşaklarda işe yarar.

Jusdanis’in “Kurgu Hedef Tahtasında-Edebiyatın Savunusu”nda hep bu soru yöneltilir: Edebiyat ne işe yarar? Neden okumalı, neden yazmalı? Kitap sonunda edebiyatı temize çıkarır. Size yöneltsem bu soruyu, size göre ne işe yarar şu edebiyat dedikleri uğraş?

Niye insan edebiyatla uğraşır? Edebiyatın da sanatın da arkasında olan temel motivasyonun; mahrem olanın açığa çıkma arzusu olduğunu düşünüyorum. İçimizde gizli bir şey var, başkasına söylemekten utanacağımız şeyler var. Bu şeyleri dışarı çıkarmak istiyoruz ama bir yandan da utanıyoruz. İşte bu gerilim hattının üzerinden ilerliyor sanat. Edebiyatçı ya da sanatçı her şeyini rahatlıkla ortaya çıkaran kişi değildir ama bunun çabasıyla üretir.

Peki, her ortaya çıkan eser yazardan izler mi taşır?

Mutlaka yaratıcısıyla bir bağı vardır. Bir seçim, bir karar, “o değil de bu” anı vardır. Bazı eserlerde de neden öyle yaptığını bilmeden yaparsın. Bir şeyler birikmiştir ve kendiliğinden ortaya çıkar. İşin güzel ve karanlık tarafı da buradadır. Size nasıl yazdım, neden yazdım sorularına cevap olacak üç örnek vereyim.

İlk örnek, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’yle ilgili.  Ortaokulda Beşir Fuat’ın resmini gördüm. Fesli bir adam, resmin altında “İlk Türk materyalisti” yazıyor. İntihar etmiş, dahası intiharını yazıyla kaydetmiş. Kafamda birçok şey çaktı. Beşir Fuat’la ilgili özel olarak çalışmadım ama hakkında ne bulsam okudum. Bir an geldi ben neden Beşir Fuat’la ilgili bir roman yazmıyorum ki dedim. Tarihsel romanla da sorunum var, sevmiyorum, inandırıcı bulmuyorum. İnsanlar o dönem böyle düşünür müydü, böyle konuşur muydu, bunlara ikna olmam gerekiyor. Buna rağmen yazdım. İnandırıcılık problemini de mektuplarla ilerleyen bir roman olmasıyla, çeviri roman olmasıyla çözdüm. O kitap böyle doğdu. Tohumu ortaokulda atıldı yani.

İstanbul’da Bir Merhamet Haftası’na gelelim. Hayalet Gemi döneminden beri ara ara Marx Ernst’in Merhamet Haftası kitabına bakarım. Yazısız, sadece resimlerden oluşan bir kitaptır. “Yeterince dikkatli bakarsam bunların ne anlattığını anlayacağım galiba” hissini verir fakat ne anlattıklarını hiçbir zaman anlayamazsın. Çünkü o odur, sadece o resimlerdir. O resimleri dile çeviremiyorsun. Sonra “Bu resimleri başkalarına göstersem onlar ne der acaba?” diye düşündüm. Bir yandan da yaratıcı yazarlık derslerinde bu tür dersler veriyorum insanlara. Bir fotoğraf gösteriyorum, haydi bu fotoğrafın hikayesini yazın diyorum, herkes farklı şeyler yazıyor. 10 yıldır aynı fotoğrafı gösteriyorum insanlara. Çünkü bu çok zevkli geliyor bana. Resmi neresinden tutuyorlar, neyine takılıyorlar. Bu sefer dedim ki, klasik romandaki gibi 7 karakter yaratayım önce ve o karakterlere her gün bir resim göstereyim. Onlar da düşüncelerini yazsınlar. İstanbul’da Bir Merhamet Haftası tamamen deneysel bir romandır ama anlaşılır ve okunur. Hatta biri bana o yedi karakterin gerçek olduğunu, onlara gerçekten o resimleri gösterdiğimi düşündüğünü söyledi. Çok hoşuma giden bir yorumdur bu.

Son örneğime geçeyim. Bir gün Ankara’ya gitmiştim. O zaman daha hiç kitap yazmamıştım. Bir kırtasiyeden öylesine bir kitap aldım. Çok kötü çıktı kitap. Bir sayfada Ahmet dediğine 3 sayfa sonra Mehmet diyor. O derece kötü. Ben de dedim ki; bir bunak yazarın kaleminden çıkan bir roman yazsam… Eskiden çok usta bir yazarmış, yaşlanmış, son romanını yazıyor ve her şeyi birbirine karıştırıyor. Görkemli bir yemek sahnesi mesela, bakıyorsunuz üç bölüm önce ölmüş karakterler de masada. Unutmuş çünkü yazar. Her defterin başına bunak yazar projesi diye notlar aldım ama yazamadım bir türlü. Ta ki hem annemin babası, hem babamın peş peşe vefat ettiği 2011 yılına kadar… Dedemin son günleri zihinsel olarak solarak geçti. Bu beni çok üzdü. Oturdum, her gün bir paragraf yazarak bu acılı günleri aşacağım dedim. Yazmaya başladığımda o bunak yazar çıktı geldi. Komik bir hikaye olmasını planlıyordum ama yaşadıklarımdan dolayı bambaşka, hüzünlü bir hikayeye dönüştü. Nisyan, böyle çıktı işte.

Kitapların ortaya çıkmasında belli bir metot yok ama hepsi mutlaka benimle ilgili bir şeyler barındırıyor. Bunların hepsi hem içerik, hem de biçim olarak tamamen farklı kitaplar ama hepsinin ana kaynağı benim.

Kitaplarınızda yazar kahramanlara sıklıkla rastlıyoruz. Bu tercihinizin sebepleri nelerdir? Kendinizi post-modernist yazarlar arasında mı sayıyorsunuz?

Meta-kurmaca, kurgunun sahteliğinden dolayı duyduğum sıkıntıyı biraz da olsa hafifletiyor.  Final yapmak mesela çok sahte bir şeydir. Tarihi romanlar genelde sahtelikten yakalarını çok sıyıramazlar. Meta-kurmacanın gerçeklikle kurmacayı sorgulatması bize birçok felsefi kapı açıyor. Yine de bu çalışmaları post modern diye etiketlemekten hoşlanmıyorum. Bir kırılma noktası olduğu doğru, ben bu kırılmanın bir temsil krizi olduğunu ve modernistlikle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Post modernist-modernist ayrımının çok kolay çizilebileceğini düşünmüyorum.

2004 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmenliği’ni yürütüyorsunuz. Biraz yayınevinden bahseder misiniz?

Çok değerli akademisyen hocalarımızdan oluşan bir yayın kurulumuz var öncelikle. Bu hocalarımızın her biri kendi alanlarında uzman. Biz iki şekilde kitap seçiyoruz. Biri yayın politikamıza uygun olan kitapları bulup çevirtiyoruz. Cambridge, Oxford gibi belli başlı akademik yayıncıları takip ediyoruz. Bir de bize dosya olarak ulaşan kitaplar oluyor. Kitaplar yayın kurulumuzun uzmanlığa dahilindeyse biz değerlendiriyoruz, değilse hakem görüşüne başvuruyoruz. Tarih, edebiyat, bilim, teknoloji gibi alanlardan seriler yayınlıyoruz. Türkiye’de akademik yayıncılık alanında büyük eksiklikler var. Çünkü çok zor ve pahalı bir iş. Buna karşılık maddi getirisi de çok kısıtlı.

Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştrma Merkezi’nin de yöneticiliğini sürdürüyorsunuz.

Merkezimizin temeli Nazım Hikmet üzerine çalışmalardan oluşsa da bununla sınırlı değil, bütün kültür sanat çalışmalarına açık. Sözlü tarih projesini tamamladık, dijital alanda çalışmalarımız olacak. Paneller ve disiplinler arası buluşmalar düzenliyoruz, lisansüstü öğrencilere bir araya gelme ortamları oluşturuyoruz. Amacımız; farklı bakış açıları, yenilik, çeşitlilik getirmek ve şu zamana kadar ihmal edilmiş büyük şair Nazım Hikmet üzerine adına yakışır çalışmalara imza atmaya gayret gösteriyoruz.

Son olarak Ayfer Tunç ile birlikte yaptığınız Diyaloglar serisi 6 Haziran’da Sevim Burak ile tatile girdi. Devam edecek, değil mi?

Elbette. Biz Ayfer ile eski arkadaşız. Edebiyattan konuşmayı da çok seviyoruz ama iş güç yüzünden bir araya gelemiyorduk. Biz de bari böyle bir şey yapalım, böylece her ay bir araya gelmemize vesile olur, edebiyat üzerine konuşuruz dedik. Diyaloglar bildiğimiz yazarlara, kitaplara tekrar çalışmamıza, bilgilerimizi tazelememize ve arttırmamıza sebep olduğu için de değerli. Sürekli bir öğrencilik hali yaratıyor. Bizi dinlemeye gelenler ya da gelemeyip sonra internetten takip edenler için de değerli çalışmalar olduğuna inanıyorum. Yaptığım, dahil olduğum bütün işlerin arşivini tutmaya önem veririm. Diyaloglar arşivine de youtube üzerinden erişmek mümkün.

Emel Altay
Latest posts by Emel Altay (see all)
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Türkiye’nin yakın tarihi; “Unutmalar Şehri”

Read Next

Tuhaf Dergi Bu Ay Füruğ Ferruhzad’ı Ağırlıyor…

One Comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *