Türkçe edebiyatın siyasi romanlarında işkence ve mahpusluk izleklerine aşina olsak da bu romanın üstüne eğildiği esas, acı karşısında insan ve bu hapsedilmiş insanın zihni.
Burhan Sönmez’in üçüncü romanı olan İstanbul İstanbul (yazarın diğer iki romanında olduğu gibi) birbirine kuyruktan bağlı çeşitli hikâyelerden tertip edilmiş bir kitap. Okura parçadan hareketle bütünü göstermek, okumayı zorlaştırmadan zihni zorlayan anlatımın ustası olan Sönmez’in üç romanının da ortak tarzı.
İlk bakışta dört ana karakterli sandığımız bir roman bu: Doktor, Küheylan Dayı, Öğrenci Demirtay ve Berber Kamo. İlerleyen sayfalarda karşımıza biri daha çıkacak: Zinê Sevda. Romanın en silik kişisi gibi görünse de o aslında direncin suskun anıtı. Birkaç hikâyeden (yani birkaç günden) sonra anlayacağız ki İstanbul, romandaki altıncı ve ana karakter. Yukarıdaki ve aşağıdakiyle, İstanbul İstanbul.
Yerin üç kat altında bir hücrede işkenceye (onların deyişiyle sorguya) gidip gelmekten ve birbirlerinin yaralarını sağaltmaya çalışmaktan artakalan zamanlarda yukarıdaki İstanbul’un hikâyelerini anlatan dört erkeği dinliyoruz; Decameron’daki gibi on gün boyunca. Bu dört erkek birbirlerinden farklı fakat nihayetinde aynı şeyi anlatıyor. Dağlardan, köylerden ve denizlerden İstanbul’a uzanıyor tüm hikâyeler. (Çünkü burada her şey İstanbul’un malı olur.) Hepsinin kuyruğu birbirine bağlı. Birindeki köpek, başka bir hikâyedeki sokaklardan da yürüyor örneğin. Hatta bazen kanlı canlı bir düş olup hücre kapısından içeri giriyor, nöbetçiye görünmeden. Böylece hikâyeler ve hayaller hücrenin darlığını yeniyor. Yerin, anın ve vaktin üstüne, ötesine taşıyor tutsakları. Yukarıdaki İstanbul’u söylencesiyle, gerçeğiyle, ezelden bilinen yahut ilk kez dillendirilen hikâyeleriyle aşağıdaki İstanbul’da dinliyoruz.
Oğlunun yerine geçmiş bir baba, babasının dinlediği hikâyeleri anlatan bir oğul, çok üşüyen bir genç ve çok uyuyan bir berber ile birlikte hücrede ansızlığa, belirsiz vakte şahitlik ediyoruz. Küheylan Dayı geçmeyen zamanı kanatlarını hiç çırpmadan süzülen, üzerlerinde dolaşan bir kuşa benzetiyor. Hücrede şimdiden çok, yaşanmış ve yaşanacak var. Onlar için geçmiş, anlatılan hikâye; gelecek, kurulan hayal. Demir kapı açılıp sorgucuların 40 numaralı hücreye ilerleyen ayak sesleri duyulduğunda şimdideler. Sorgudan sonra hücrenin buzdan tabanına perişan serildiklerinde bir de. Hikâyeler bu meraklı, korkulu, acılı anları yırtıp geçmişe ve geleceğe gitmeye yarıyor en çok. Doktor bunu “Konuştukça buraya boşluktan düşmediğimizi, dışarıdaki bir zamandan geldiğimizi anlıyorduk. Ama hangi zamandan? Hikâyeler anlatarak bunu bulmaya, şimdiki anın izini sürmeye çalışıyorduk.” diye anlatıyor. İyice anlıyoruz ki hücrenin zamanı yok, hücre bir mekân değil. Hikâyeler sayesinde yukarı çıkamadığımızda aşağıdayız, hücrede. Birinin ötekini ağzında ıslattığı ekmekle kuş misali beslediği, diğerinin karşıdaki suskun genç kadınla havada gezdirdiği işaret parmağı aracılığıyla haberleştiği, dört çift ayağın birbirini ısıtmaya çalıştığı hücrede. Peki neden? Bilmiyoruz, önemi de yok hiç. Tüm sayfalar karanlık. Hikâyeler bizi yukarı çıkardığında bile hücrenin karanlığı peşimizden geliyor. Öyle ki iki rahibenin üstünde yürüdüğü karı da beyaz köpeği de kara görüyoruz hâlâ.
Türkçe edebiyatın siyasi romanlarında işkence ve mahpusluk izleklerine aşina olsak da bu romanın üstüne eğildiği esas, acı karşısında insan ve bu hapsedilmiş insanın zihni. Biraz sıcaktan, yataktan, en azından temiz bir kap yemekten bile mahrum, hapsedilmiş ve dövülmüş, tekrar tekrar dövülmüş insanın zihni. Dört tutsağın oraya nasıl geldiğini öğrensek de neden orada olduğunu bilmiyoruz. Onların işkencede çözülüp çözülmediklerini, oradan çıkabilip çıkamadıklarını ve çıktılarsa sonrasında neler yaşadıklarını bilmiyoruz. Varsa suçlarını bilmiyor, cezalarını suçlarına denklemeye çalışmıyoruz. Hiçbirini suçlamıyor, hiçbirini aklamıyoruz. Belki hiçbirine yakınlık duymuyor, hiçbirinden nefret etmiyoruz. Çünkü Doktor’un, Küheylan Dayı’nın, Öğrenci Demirtay’ın ve Berber Kamo’nun suçları da kişilikleri de oraya girmelerine sebep eylemleri de önemli değil aslında. Belki isimlerinin olması bile lüzumsuz. Hepsi Küheylan Dayı belki yahut Demirtay, önemi yok. Onlar insan. Acı karşısında. Aşağılanma ve mahrumiyet karşısında. Acının kendisi ve acıyı çeken dışında her şey soyutlanıyor aşağıdaki İstanbul’da. Vaktiyle işkence görmüş bir yazarın zihninin yarattığı bu romanda işkence ve işkenceci kelimelerine bile yer yok. Adalet sisteminin, suçun ne olduğunun, hapishanelerin durumunun, adı hiçbir sayfada geçirilmemiş o insanlık suçunun ya da insan adlı zulmün bariz bir eleştirisi, tartışması yok. Çünkü bunların da önemi yok aşağıda. Önemi olan, aşağıdaki keskin ve aralıksız acı.
Bu, insanın iradesinin dayanıklılığının; ruhunun genişliğinin; özgürlük tutkusunun ve bir sırtın ille de bir sırt arayışının romanı. Şehrin yeniden fethedilip yeniden yaratılmayı beklediğini ve bunu hak da ettiğini düşünen bir yazarın İstanbul methiyesi. Bu, yukarıdaki ve aşağıdaki ile tam bir İstanbul romanı.
|
- Bu Dünya Soğuyacak - 8 Şubat 2018
- Hicviye Yahut Methiye: İstanbul İstanbul - 30 Eylül 2017
FACEBOOK YORUMLARI